Bir gün son oldu her şeyimiz. Analarımız… Ah analarımız! Son kez yaptığı açmaları kırdıkları bir poşet fındıkla azık ettiler. Bizden geriye minyatür bir ev kaldı. Hayalimizdi bir gün küçük ama mutlulukla ışıldayan yuvamızın olması. Emanet edindiler o garibim evi. Bir avuntu onlara da bize de. Onları canlı kanlı dünya gözüyle belki de son kez görüp kokularını çektik içimize. Tekrarının ne zaman olacağını bilmediğimizden sakladık göğsümüze. Birde gardaşlar var tabii. Haberleri olmadan içimizden sessiz vedalaştık. Arkalarından gözlermizle koşup sarıldık, ağlaştık. O gün en cesuru 3.5 yaşındaki oğlumdu. O doya doya ağladı. Avutmaya çalıştık da inanmamıştı. Uzak diyarların türküsü çok olur. Her an çok kıymetli olur. Her anı mutlulukla birlikte ince bir sızı olur. Yaşayan da bilir, okuyan da bilir, duyanda bilir. Bilirler çünkü ayrılık, gurbet adıyla bile sızı olur.
Karanlığa mahkum bir veda ile sınırları geçerken 3.5 yaşında idi oğlum. Ona hiçbir şey anlatmadığımız halde her şeyi anlamıştı sanki. Karanlıkta apar topar arabadan savrulurken hiç sesini çıkarmadı. Bot diye süs havuzu yatağına otururken korkusu yoktu. Küçücük başını bacaklarının arasına alıp sessizce nehirde süzülen botun bir köşesine çakılı kalmıştı sanki. Babası bot gitsin, arkamızdan gelen tufandan daha hızlı kaçalım diye gecenin serin sularına atladı. Sonu görünmeyen tünelde gittiğimizi bilmeden. Allah’ım, ne düşünüp ne yapmalıyım diyemeden evladım sordu: “Geldik mi anne?”. Kurşun yağıyor o gece karanlık yerine. O kadar ağır, o kadar hüzünlü. Gökyüzünde dolunay var. Hani bir söz var ya yetim hırsızlığa çıksa ay akşamdan doğar diye. Bizimki de o misal. Tertemiz bir gökyüzü var. Aşıklara, sevda yeminleri ettirecek bir dolunay. Hemen altında biz. Ve geriye dönüp bakınca sadece karanlık bir veda.
Karşı kıyıya varınca bir anlık sevinç…
-Bitti işte.
-Tufan orada kaldı.
-Tünelden çıktık.
Ama yanıldık. Ve yanıldığımızı anlamak sadece birkaç dakika sürdü. Bir tufandan kaçarken ötekine tutulmuştuk. Korku dolu gece yeni başlarken küçücük bedenler acıktı. Susadı Meriç’i geçerken. O kadar aksiyon başka nasıl etkisini gösterecekti ki. Eyvah! Erzak çantamız karşı kıyıda kalmıştı. Yolumuzun zorluğu ilk açlık imtihanı ile başladı. Dik durmak için kendimize telkinler veriyorduk. Yok yok bu daha iyi. Bununla başa çıkabiliriz. Yaparız canım. Diğerlerinde neler neler görmüştük bu kolay. Adını da koyduk bu tufanın: Hicret. Sangılarımız bu tufanın bizden neler alacağını görene kadardı. Dokuz saat karanlık dikenli yollarında yürüten tufan, hayatımızın en büyük yükünü de koydu omuzumuza. Saatlerce yürümek takatimizi kesti. Yarı yolda dinlenmek için durduk. 11 yaşında gencimiz yorgunluktan attı kendini toprak üzerine. 5 yaşındaki yavrucak abisini takip etti. İki anne, iki küçük yavru. Beş aylık bebek, 3.5 yaşında çocuk. Kucağımızda uyuyup kaldık yarım saat kadar. Sonra anne bir tilki tehdit saydı bizi. Gidin yuvamın önünden dedi lisanı hal ile. Onun kadar çok korktuk biz de. Yola ram olduk yeniden. Kimbilir kudret eliyle bizi nasıl bir şeyden korumuştu. O soğuk gecede tatlı tatlı uyku sarmışken sonsuz uykudan mı uyandırmıştı koruyan gizli el? Uzun yürüyüşümüz bir okulun kantininde son buldu. Sandelye üzerinde uyumanın bu kadar rahat olabileceğini nereden bilebilirdim. Sabah bir çok insanın garip bakışları altında kalmıştık. Polisler gelmiş davet ediyorlar. Davete icabet ettik. Halimiz pek perişan olmalı ki acıyan bakışları vardı. Çocuklarımıza bakarlarken gözlerinin nemini alan vardı. Hey gidi dünya ne hallerin var görmeden nereden bilebilirdim ki. 9 saat gibi 9 gün kaldık misafir ettikleri nezarethanede. İlk gün çaya gelmiş gibi karşıladı arkadaşlar. Evvelinde tanımam gördüğüm insanı. Lakin aynı dertle dertlenmiştik, bu yeterdi candan olmaya. Ertesi gün onları yolcu etmek de bize düştü, arkasından gelenleri karşılamak da. Sağolsunlar sıcak su veriyorlardı. 1.5 litrelik pet şişelere sallama çay ile çay yapıyor, battaniyeye sarıyorduk dem alsın diye. Şakirt çaysız yapamaz, birde Kuransız. Tek tük de olsa hatim dağıtıp sırayla okuduk. Beylere ranza tepesinde, hanımlara ranza arasında çay sofrası kurduk. Muhhabebtimiz aynı fakat ümitsizlik yok. Olan oldu, önümüze bakmaya pek kararlıyız. Pek alıştık kurmuş olduğumuz bu ortama. Buradan çıkınca ne yapacağımızı bilememiştik. Bir otobüs ile Selanik’te soluklandık. Yolculuğumuz yeni başlayacakmış haberimiz yok. Biz Selanik son durak sanıyorken, bir öğrendik ki asıl gidiş için başlangıçmış. Yol yordam sorduk. Ah Meriç! Senin kadar zormuş ya. Sende geçerken perişanlık akıyordu halimizden. Selanik senden geçerken halimiz neyi anlatacaktı peki. Bot en ilkel araçtı. Şimdi en modern araca binebilmek için bir sürü polisin arasından geçeceğiz öyle mi? Hem de ne kılıklarda! Ne yaman çelişki ya Rab! Bunu kabul edip yola çıkmak zor denilenlerin ilkiydi. Sonra uçak kapısına varmak ve geri dönmek… Her tekrar bir yıkım. Yıkımlar ard arda enkazlar doğurdu. Bu enkazdan çıkmak lazımdı. Her şeyi göze almak şarttı bu tufanda. 8 kez uçak kapısından dönerken dokuzuncuda üçte bir gol atmak istedik bu tufana. Ve kafesten el salladık, ayrılıktan nefret eden Güneşimize. Evladımı babasız, babasını evlatsız bıraktırdı bu tufan bana. Kalsak birlikte yanacaktık o muhakkak. Ayrılınca ayrı mı yandık sanki. Yok daha beteri şimdi 6 yaşına varmış yavrumda yandı. Herkes nasibi kadar yandı,yanıyor ve yanacak.
Koca diyar Selanik. Hicret diye isim verdiğimiz, yabancı diyarın bir türlü yolu olmayan memleket. Bakınca gezmeye, eğlenmeye ve dinlenmeye pek müsait. Bir de sancıyla beklemeye, acıyı ve acı çekeni saklamaya pek bir müsait. Kader kime ne biçtiyse onu giyer. Az bol, az dar ya da tam oluyor biçtiği kaftan. Bize burda biçtiği kaftan bilmem ki dar mıdır bol mudur? Bilmem çünkü bazen boğulacak gibi oluyorum evladımın baba iniltileri arasındayken ve pek dar geliyor kaftanım. Bir ferahlık diye diye geceleri gündüz ediyorum. Bazen de pek bir bol oluyor. Başka bir sineyi de alıveriyorum içine. Az alışıp dinlenince dualar ile kınasını yapıyorum. Kına dediysem lafta değil ha! Tufandan kaçarken sınırları aşıp gelince hicret diye niyet ettik ya. Adı da oldu hicret kınası. Bir baba ocağından, ana kucağından ayrılırken yakardık ya elimize; ha işte o kına, şimdi hicret kınası oldu. Kına mendilini işliyorum ellerimle. Kınasını hazırlıyorum hicret yolcusunun. Ellerine kınasını yakarken elim titriyor heyecandan. Bir hicret gelini daha yolcu ediyorum en nihayetinde. Bu bana büyük mutluluk.
İşte bir kınalı gelin daha yolcu ettik. Onların mutluluğunu biliyorum. Buruklar, tam mutlu olamıyorlar; geride kalan bizler yüzünden. Ama ben gidenlerin yerine tam mutluyum. Sevinçten onların yerine hayaller kurma hadsizliğini bile yapıyorum. Ama yokluklarını kabul edince ve geride kaldığımızı anlayınca; avaz avaz ne olur kuş olup uçalım yavrumla, kaldır önümüzdeki engelleri iniltisi sarıyor her yanı. Beklediğimiz mühürlü bir A4 kağıdı. Yavrumun babasına kavuşma müjdesi olan A4 kağıdı. Bilemezdim bu kadar kıymetli olacak bu kağıt. Bize kanat olup kurumuş daldan baharlara ulaştıracak araç olacağını. Bir dua olsun bize, tutunduğumuz kurumuş dalımız kırılmadan kanat olsun bu A4’ler. Bir gün, o gün uzak olmadan gelsin kanadımız. Uçalım bizde uzak diyarlarda bekleyenimize. Ah A4 ne kadar nazlısın. Sen bize gelene kadar nice gelinler yolcu ettim kocalarına. Sen gelene dek oğlum kaç evladı babasına uğurladı. Bir bilsen seni beklerken sabrettiğimiz kadar ilham olma gayretimizi. Ne olur gel gayri bizi tüketmesin kamçısıyla terbiye eden şu ayrılık.
Kaynak:Derya Hekim