Gönüller Sevgi Arıyor

Yazar Mizan

Eski düşünce kendini yenileyememenin kurbanı oldu; yenisi ise, tepkilerle, fantezilerle kendi kendini yeyip bitirdi. Her iki düşüncenin de kendi içinde bazı tutarlı yanları olduğu muhakkak; ama hep karşı karşıya ve çekişmeli olduklarından birbirlerini nakzetmenin yanında, toplum hayatında da sürekli buhranlara sebebiyet verdiler. Eski düşünce, toplumun temel dinamiklerinden, örf, âdet ve geleneklerine kadar hemen her meselede bütün bütün dışa kapanarak her şeyi kendi içinde aradı, kendi doğrularına dayandı ve bunların dışındakilere hakk-ı hayat tanımadı.. hatta bazı durumlarda o, hemen her yeniliğe karşı çıktı.. zamanın yorumlarını görmezlikten geldi.. aklın hikmet-i vücudunu kavrayamadı.. çağı kendi muhtevası ve mânâ basamağı itibarıyla değerlendiremedi.. derken, bir zamanzede olarak asrına yenik düştü ki; bu da, lâkayt, lâubâli, fütursuz, endişesiz o toy Faust’un Mefisto’ya bir kere daha mağlup olması demekti.

Doludizgin eski düşüncenin yerini almaya yürüyen yeni anlayış ise, geçmişe ait her şeyi düşman ilan ederek dünya görüşünü ve hayat felsefesini kinler, nefretler üzerine kurdu; sonra da kavga ile besledi. Öyle ki, bir kasırga gibi esip geçtiği her yerde bütün eski değerleri silip-süpürüp götürdü ve mânevî yapısı itibarıyla bütün toplumu âdeta çölleştirdi. Bu korkunç içtimâî erozyondan sonra, Âkif’in ifadesiyle geriye sadece, “Harâp eller, yıkılmış hânumanlar, kimsesiz çöller/Emek mahrumu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar” kalıyordu. Eski düşünceyi her parçasıyla, atılmaya müstahak bir partal urba gibi gören bu alabildiğine aceleci, bu fantastik ve bu banal telâkki, geçmişten gelen her şeye baş kaldırmayı çağın hikmeti sayarak, atılması düşünülecek bazı üstûrelerin yanında koskocaman bir tarihî mirası da yere çaldı.. tekmeledi.. yerinde bütün bir mâzinin yüzüne tükürdü.. hatta cedlerimize sövdü.. o muntazamlardan muntazam inanç sistemimizi hafife aldı.. an’ane ve geleneklerimizle alay etti.. cihan hakimiyeti uğrunda ortaya koyduğumuz bütün hamleleri bâğîlik saydı.. ve can alıcı hasımlarımızı güldürme adına tarihî mefâhirimizi bir komedi gibi yorumladı ve seslendirdi… Allah’a imanı boş bir teselli ve aldanmışlık, ibadet ü tâatı ömrü ve zamanı israf, aşk u şevki hezeyan, ruh köküne bağlılığı nostalji sayan bu çarpık felsefe, eskiden tevârüs ettiğimiz her şeyin suratına yumruklar hâlinde kalkıp indi ve “eskiyi unut, yeniyi tut” nakaratıyla gönül dünyamızda mânâ köklerimizin zeminini paramparça etti.

Eski düşünce bazen, yanlış yorumları itibarıyla ilme, hür düşünceye karşı çıkıyor ve toplumu yaşadığımız çağın gerisine çekmek istiyordu ki, bu apaçık bir taassuptu. Yenisi ise, korkunç bir kin ve nefretle geçmişten gelen bütün değerlerimizin üzerine yürüyerek, ruh kökleriyle çağlar ötesine kök salmış bir millete, mazisizlik ve nesepsizlik aşılamak hummasına tutuldu. Her iki anlayış da oldukça saldırgan, müsamahasız ve bir kısım beşerî, hatta millî realitelerden habersizdi. Birinciler, bazı ahvalde her yeni düşünceye lânetler yağdırıyor ve çağın yorumlarına karşı kapalı kalmada ısrar ediyordu; ikinciler ise, eski saydıkları her şeyi deviriyor ve devirdikleri şeylerle bir gün millî kimliklerinin de yıkılıp gideceğini fark edemiyorlardı. Birincilerin, hiçbir değişiklik ve inkılâba tahammül edememelerine karşılık, ikinciler, bize ait her şeyden uzaklaşmayı inkılâp sayıyor ve körü körüne her türlü “değişim” ve “dönüşüm”e “evet” diyebiliyorlardı. Bir gün geldi bazı kesimler itibarıyla “ne din kaldı ne iman; din harâp iman da serap oldu” (Âkif). Aslında geçmişin belli bir diliminde yaşandığı gibi, günümüzde de bu iki cereyan ve bu iki düşünce tarzı bütün önleyici gayretlere rağmen hâlâ iç içe fakat birbiriyle yaka-paça; öyle ki aydınlanma iddiasında bulunanlar karanlıklara yenik.. bazı inanmış gönüller ise aklın bedâhetiyle savaş içinde.. demokrasi ve insanî değerlerin müdâfii görünenler, kendi aralarında bile her türlü değere karşı fevkalâde saldırgan.. Allah’la münasebeti kimseye bırakmayan -az da olsa- bir kısım nâdânlar ise, ellerinde “Dâbbetülarz” mührü herkese bir küfür damgası basmakta.. hürriyet kahramanları, gezdikleri her yerde ellerinde esaret tasmaları.. bazı saf mü’minler kendi değerlerine düşmanlık içinde.. bilenler, bilmeyenlere karşı çalım çakıyor ve gurura esir.. bilmeyenler, bilenleri hilkat garibesi görüyor.. evet, her iki kesim de birbirine karşı olabildiğine gergin ve öfke solukluyor, pür hiddet ve patlamaya hazır bir bomba gibi…

Gerçi, her iki cephenin de bir kısım haklı yanları var; ama itidal korunamayıp ifrat veya tefritlere girildiğinden, kazanma kuşağında hep kaybetmeler yaşanıyor. Dine, diyanete sahip çıkanlar, sırtlarını, yüzlerce yıllık muhteşem bir geçmişin, mânâ, öz ve usâresine dayadıklarından, yerli olmanın verdiği bir haklı gururun yanında, gönüllerini kine, nefrete kaptırdıklarından ötürü, haklılıkları içinde haksızlık ediyor ve sevap yolunu günahlarla kirletiyorlar. Ayrıca, o mânâ, o ruh ve o özün ne ölçüde bir samimiyetle temsil edildiği her zaman münakaşası yapılacak ayrı bir konu. Şayet, öz ve mânâ dediğimiz şeyin muhtevası kaybolmuş da onun yerine alışkanlıklar gelip oturmuş; şuur uçup gitmiş de tahtı insiyaklara kalmış; dolayısıyla da toplumda bütün tekâmül yolları tıkanıvermiş; yenilenme istidâdı körelmiş; inşâ gücü durmuş; düşünce, sanat ve araştırma aşkı sönmüş ve her şey nirvanaya dönmüş gibi bir durum söz konusu ise, bu ahvâl içinde “Cemiyet yaşar derlerse pek yanlış/Bir ümmet göster, ölmüş mâneviyatıyla sağ kalmış” (Âkif).

Esasen toplumumuzda, tıpkı metafizik mülâhazalar gibi, bir medeniyet, bir kültür, bir sanat istidâdı bulunmakla beraber bu potansiyel dinamikleri pratiğe geçirecek hakikat âşığı kahramanlar bulunmadığından, ciddî mânâda varlık içinde bir yokluk yaşanmakta; onca imkâna rağmen, herkes âdeta çaresizlikle kıvranmakta; hemen her yerde sürpriz inâyetlere bağlı görünen pasif bir beklentiye rastlanmakta ve insan şuuru, insan iradesi bir kısım mitolojik muhayyileler elinde kırılıp atılacak değersiz birer oyuncak derekesine düşürülmektedir. Doğrusu, bu ölçüde bütün değerleri alt-üst olmuş bir cemiyetin yığından farkı yoktur. Bu ise, insan gibi mükerrem bir varlığın sürü, ona ışık tutanların da çoban sayılmaları mânâsına gelir ki, bu da hem insana hem de onun öncülerine en büyük bir saygısızlık demektir.

Özündeki cevherleri itibarıyla fevkalâde zengin, ancak bütün bu mevhibeleri kullanamamaktan ötürü fakirlerden fakir bu birinci zümreye karşılık, ikinciler, alabildiğine maddeci, alabildiğine pozitivist veya müfrit birer rasyonalist ve realisttirler ki, sadece ellerinin tuttuğu, gözlerinin gördüğü, kulaklarının işittiği şeyleri kabul eder ve bunu her zaman o baş döndürücü mantık oyunlarıyla kitlelere kabul ettirebilirler. Ve bunlar her zaman bir kısım çocuksu düşünceleri rahatlıkla avlayabilirler; avlayıp onlara pozitivizmin, rasyonalizmin, realizmin o baş döndürücü şaraplarını içirerek, muhatap aldıkları hemen herkesi sarhoş edebilirler. Aslında bunların ortaya attıkları düşüncelerin tutarsızlıkları açık olsa da, ifratkâr, cerbezeci ve bastırmacı üslûpları sayesinde dünden bugüne saf kitleleri, hususiyle de inancı zayıf, başkalarının mantığıyla oturup kalkan ve din-diyanet mevzuunda şüphelerden kurtulamayan yığınları hep aldatagelmişlerdir.

Yıllardan beri bir kanlı kâbus gibi millet ruhunun üzerine çöken ve onu çökerten fikir şeklindeki bu evham kümelerini parça parça edip dağıtmadıktan sonra, hiçbir zaman hakikatle yüz yüze gelemeyecek, hakikat aşkını duyamayacak ve kendi ruhumuzu keşfetme imkânını bulamayacağız. Aslında, bu evham bulutları, insan muhayyilesinin uydurup, ruhun hakikatler dünyasına soktuğu, ona malettiği, onun gücünün tezahürü gösterdiği öyle vâhi fakat yerleşmiş, öyle tutarsız ama zihne malolmuş bir tabular mecmuasıdır ki, vahiyle bilenmiş akıl ve fikrin darbeleriyle paramparça edileceği güne kadar bu üst üste tersliklerden sıyrılmamız mümkün olmayacaktır. Dünküler, ses-soluk olarak bizi ifade ediyorlardı; ama, bize ait olan değerlerin, değişen dünya şartlarına göre, yoruma açık yanları itibarıyla yeniden yorumlanmaları, yeniden seslendirilmeleri lâzım geldiğini değerlendiremiyor ve kendi şartları içinde genişleyen bir dünya karşısında âdeta büzülüyor, daralıyor ve yetersizleşiyorlardı. Evet, temel disiplinler olarak dünkü değerlerimizin kıymet-i zâtiyeleri mahfuz, ama, zamanın sesine-soluğuna açık olanların, içinde bulunduğumuz zaman diliminin memelerinden beslenerek inkişaf ettirilmesi de bir gerçekti. Şimdi acaba biz, zamanın yorumlarını da yanımıza alarak yeni bir içtimâî telâkki, alternatif bir ilim anlayışı, farklı bir hukukî inkişaf ve bilinenin ötesinde apayrı bir araştırma zihniyeti ortaya koyabildik mi? Ben bu konuda olumlu bir şey söyleyemeyeceğim.. ve zannediyorum, yenilikçilerin seslerini bu kadar yükseltmelerinin asıl sebebi de işte bu konuda, yerli görünenlerin şimdiye kadar net bir şey söyleyememiş olmalarıdır. Evet, bazı dönemler itibarıyla birer değer ifade eden, fakat bugün için genel maslahatlarla çatışan ve hikmet-i vücûdu kalmamış bir kısım telâkki ve anlayışlar, devrimci geçinen bazı mefkûresiz ruhların, her zaman olumsuz şekilde değerlendirebilecekleri birer sermaye hâline gelmiştir. Ve işte bu noktada düşmanlıklar el eledir ve ifratlar da bağırlarında tefritleri beslemektedir.

Zaten, yıllardan beri sık sık ortaya atılıp hemen her vesile ile kavga denemeleri yapan bu kör ve topal cephelerin ne ilkinin ne de sonuncusunun yarınları yeniden inşâ adına hiçbir gayretleri olmadı.. olamazdı da; zira her iki kesim de henüz ismi konmamış bir “hiç”in kavgasından başlarını kaldırıp ileriye bakma fırsatını bulamıyordu.. bulamıyordu ve milletin en hayatî kaynakları “teâruzlar-tesâkutlar” ağında harcanıp gidiyor”; onlar ise, yıkılıp giden onca değerin enkazı arasında birbirlerine karşı zafer işaretleri yapıyorlardı. Ve zannediyorum, geçmişe sırtını verdiği aynı anda geleceğe yürüyen ve dünyayı bir kere daha ilim ve hikmetin birleşik noktasında yorumlamaya namzet hakikat erlerini yetiştireceğimiz âna kadar da bu körler ve topallar dövüşü sürüp gidecek…

Genel ahvâl böyle bir olumsuzluğu gösterse de, biz, bilmem kaç yüz senelik o şanlı geçmişin özünü, mânâsını koruyarak geleceğe doğru şahlanan, bahar-yaz, sonbahar-kış demeden her mevsimi kendi hususiyetlerinin üstünde değerlendirebilen.. ve millet ağacını senenin her gününde meyve verecek bir Cennet sidresi hâline getiren yarının hakiki sahibi bu alperenleri hep bekleyip duracağız. Gün gelip de bu alperenler kendilerini ifade etme fırsatını bulunca, dünya yeni bir sürece girmiş olacak ve hemen herkes eşya ve hâdiseleri daha bir farklı görecektir. Ve işte o zaman kinler, nefretler, gayzlar bir bir sönecek.. taassup putları üst üste yıkılacak.. bağnazca düşünceler götürülüp mezbeleliğe atılacak.. münasebetsiz tartışmalar yerlerini insanca musâhabelere bırakacak.. öfke ile sıkılan yumruklar, bugüne kadar gerçek bir hasım gibi gösterilen insanları sımsıcak kucaklayan ellere dönüşecek.. ve insanoğlu yükselen kendi değerlerini bir kere daha yeniden keşfedecektir.

Kim nasıl düşünürse düşünsün, ben gözlerimi yummuş hep sağanak sağanak sevginin yağdığı, herkesin sevgiyle oturup sevgiyle kalktığı o günleri tahayyül ediyor ve talihime gülücükler gönderiyorum.

Sızıntı, Mayıs 1998, Cilt 20, Sayı 232

Yazar: M. Fethullah Gülen 

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy