Zikir

Yazar Egeli

Anmak, hatırlamak, yâd etmek mânâlarına da gelen zikir; sofîlerce, Allah’ın (c.c.) ad ve unvanlarının teker teker veya birkaçının bir arada tekrar edilmesinden ibarettir. Zikir, Allah’ı münferiden veya topluca anma yollarının -bu yolun adı ne olursa olsun- bazılarında “اَللهُ“, bazılarında “لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ ” -mürşid ve rehberin tayinine göre- bazılarında da daha değişik isim ve unvanlarla edâ edilir.

Zikir de, tıpkı şükür gibi hem lisân, hem kalb, hem beden, hem de vicdanın bütün erkânıyla yerine getirilen bir vazife ve bir kulluk borcudur. Cenâb-ı Hakk’ı bütün esmâ-i hüsnâsıyla, bütün sıfât-ı kudsiyesiyle yâd etmek, O’nun hamd ü senâsıyla gürlemek, yerinde tesbîh u temcîdlerle gerilmek, yerinde Kitab’ını okumak ve onun rehberliğine sığınmak; kâinat kitâbındaki âyât-ı tekvîniyesini mânâ-yı harfiyle mırıldanmak; aczini, fakrını duâ ve münâcât lisânıyla ilân etmek… Evet, bütün bunların hepsi lisâna âit birer zikirdir.

Başta “latîfe-i rabbâniye” olmak üzere vicdanın bütün rükünleriyle Allah’ı yâd etmek, yâni O’nun varlığına dair delillerin mülâhazasıyla oturup kalkmak, varlık kitabında sürekli parlayıp duran ve her an bize ayrı ayrı şeyler fısıldayan ilâhî isim ve sıfatları düşünmek; sonra da O’nun cihan çapındaki rubûbiyet ahkâmını, bu ahkâm karşısında sorumluluklarımızla alâkalı meseleleri, emr ü nehiyleri, va’d ü vaîdleri, mükafât ü mücazâtları tefekkür etmek; enfüsî ve âfâkî yollarla varlık ve varlığın perde arkası sırlarını araştırmak; bu araştırmalar esnasında basar ve basîrete açılan uhrevî güzellikleri tekrar-ber-tekrar temâşâ etmek.. zerreden seyyârelere kadar her şeyin, “âlem-i kuds” hesabına atan birer nabız, âlem-i lâhût’a nur-efşan birer tercüman ve “hakikatü’l-hakâik”a birer menfez olduklarını tasavvur etmek de bir kalbî zikirdir. Her zaman bir nabız gibi atan varlığı duyabilenler, bir hatip gibi konuşan âlem-i lâhûtu dinleyebilenler ve bu menfezlerden celâl ve cemâl tecellilerini temâşâya muvaffak olanlar, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği öyle rûhanî zevklere ulaşırlar ki, bazen bu zevk zemzemesi içinde geçen hayatın bir saati yüzlerce seneye muâdil gelebilir; gelebilir ve bu kudsî seyahat o zevkli sonsuzluğuyla, vâridât ve mânevî hazlar “salih dâiresi” içerisinde köpüre köpüre devam eder gider. “Sübühât-ı vech”in nurları her yanı sardığı bu noktada insanın müşâhedeleri insanı aşar; aşar da her gönül erbâbı ve her istidat, “zâtü’l-emr”e muvâfık olsun-olmasın, duyup hissettiği şeylerle kendini bir zikir velvelesi içinde bulur. Derken, ihtiyârî-gayri ihtiyârî, esmâ-i ilâhîyi mırıldanmaya başlar.

Bazen zikir, öylesine köpürüp insan benliğini sarar ki, zikirden de zâkirden de nâm u nişân kalmadığı böyle bir istiğrak hâlinde, kimileri “لاَ مَوْجُودَ إِلاَّ اللهُ“, kimileri “لاَ مَشْهُودَ إِلاَّ اللهُ” kimileri ” لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ ” ve kimileri de, tabiî şuurlarının külliyeti ölçüsünde, ” لاَ “dan sonra bütün esmâ-i ilâhîyi birden mülâhaza ederek ” إِلاَّ اللهُ“a geçer ve böyle küllî bir şuur ve küllî bir mülâhaza ile “kelime-i tevhid”e devam ederler.

Herhalde, işte böyle bir kurbet ve böyle bir maiyyet atmosferinde geçen saniyeler, -tabiî vâridâta açık münevver saniyeler- kapalı ve nursuz senelerden daha bereketli ve daha ebediyet buudludurlar. Bu mübârekiyete işâret için hadis olarak rivâyet edilen bir kutlu sözde:

لِي مَعَ اللهِ وَقْتٌ لاَ يَسَـعُنِي فِيهِ مَلَكٌ مُقَرَّبٌ وَلاَ نَبِيٌّ مُرْسَلٌ “Benim Allah ile öyle bir ânım vardır ki o esnâda Bana ne bir mukarreb melek ne de bir nebiyy-i mürsel ulaşamaz.”[1] buyurulur.

İlâhî emir ve yasakları, ciddi bir duyarlılıkla hayata taşıyıp yaşamak, her emir ve her yasakla kendisine yapılan teklifleri vicdanında hissederek, iştiyakla emirlerin ifâsına koşmak ve derin bir mes’ûliyet şuuruyla yasaklardan kaçınmak da bedenî zikirdir ki, lisânla yapılan zikrin derinliği de büyük ölçüde bu nevi zikirden kaynaklanmakta ve bu “anilmerkez” güçle bir ölümsüz ses hâline gelmektedir. Bedenî zikir daha çok, ulûhiyet kapısının tokmağına dokunmak sûretiyle, o dergâha kabul yollarını araştırarak beşerî acz ü fakrımızı ilân üslubuyla ilâhî kudret, ilâhî kuvvet ve ilâhî gınâya ihtiyacımızı bir arz hamlesidir.

Evet, zikreden ve zikrinde de ısrarda bulunan zâkir, Cenâb-ı Hak’la mukâvele yapmışçasına hıfz u himâye ve inâyet seralarına alınmış olur ki فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ “Anın Beni ki anayım sizi”[2] ilâhî fermânı da aczin ayn-ı kuvvet, fakrın ayn-ı gınâ hâline geldiği bu sırlı keyfiyeti ifâde etmektedir.

Yani siz, Allah’ı zikr u fikr u ibadetle yâd edince, O da sizi teşrîf ve tekrîmle anacak.. siz duâ ve münacâtlarla hep O’nu mırıldanınca, O da icâbetle size lütuflar yağdıracak.. siz onca dünyevî işlerinize rağmen O’nunla münasebetlerinizi devam ettirince, O da dünya ve ukbâ gâilelerini bertaraf ederek sizi ihsanla şereflendirecek.. siz yalnız anlarınızı O’nun huzuruyla şereflendirince, O da yalnızlıklara itildiğiniz yerlerde size “enîs ü celîs” olacak.. siz rahat zamanlarınızda O’nu dilden düşürmeyince, O da rahatınızı kaçıran hâdiseler karşısında size sürekli rahmet esintileri gönderecek.. siz O’nun uğrunda yollara dökülüp O’nu cihana duyurunca, O da sizi dünya ve ukbâ zilletlerinden kurtaracak.. siz bütün davranışlarınızda ihlâslı olunca, O da sizi gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan tasavvurunu aşan hususî iltifat ve hususî pâyelerle şereflendirecek…[3] Böylece, zikir arzusu, zikir cehdi, zikre mazhariyet nimetiyle kıymete ulaşacak, derken Allah da bu tevfik ve hidâyet lütfunu hususî ihsanlarıyla daha bir derinleştirecektir ki, وَاشْكُرُوا لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ “Bana sürekli şükredin ve sakın nankörlüğe düşmeyin!”[4] emr-i rabbânîsi de işte, zikirden şükre, şükürden zikre bu “salih dâire”yi ihtar etmektedir.

Zikir bütün ibâdetlerin özüdür ve bu özün özü de Kur’ân-ı Kerîm’dir. Ondan sonra da, Hazret-i Sâhib-i Şeriat’tan sâdır olan nurlu sözler gelir. Cehrî, hafî her şekliyle zikir, duygu, düşünce ve şuur çevresinde halkalanan ziyâ-i “sübühât-ı vech”in bedene taşınması ve rûha mâl edilmesi ameliyesidir.

Zikir, Cenâb-ı Hakk’ın gizli-açık nimetleri karşısında O’nu, ins-cin herkese ilân etmenin unvanıdır. Bu ilân kesildiği an yeryüzü ve ondaki varlıkların da hikmet-i vücudu kalmaz. Zaten, Peygamber beyânıyla -aleyhi ekmelü’t-tehâyâ- yeryüzünde “Allah Allah” diyenlerin kalmayışı, kıyametin kopmasıyla irtibatlandırılmıyor mu?..[5]

Hangi şekliyle olursa olsun “zikrullah” yolu, Hakk’a ulaşma yollarının en kavîsi ve en emînidir. O olmadan Hakk’a vuslat zordur. Evet, vicdanların şuurla O’nu anması, letâifin her an O’na dem tutması ve lisânın bu armoniye tercümân olması, sonsuzluk yolunun yolcuları için ne tükenmez bir zâd ü zahîre ve ne bereketli bir kaynaktır!

Zikrullah, kurbet helezonunda öyle bir seyahattir ki; dil, duygu, gönül bir koro teşkil edip de Allah’ı anmaya durunca insan, bir anda kendini sırlı bir asansör içinde bulur ve bir lâhzada rûhların uçuşup durduğu iklime ulaşır; ulaşır da gök kapılarının aralığından ötelere ait neler ve neler seyreder..!

Zikrullahın muayyen bir vakti yoktur. Namaz bütün ibâdetlerin pîri ve din sefinesinin direği olduğu hâlde[6] belli zamanlarda edâ edilir ve edâ edilmesi câiz olmayan vakitler de vardır.[7] Zikrullah ise, zamanın her diliminde serbest dolaşıma sahiptir ve herhangi bir hâl ile mukayyet değildir.

اَلَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ “Onlar Allah’ı ayakta, oturarak, hatta yan gelip yatarken de anarlar.”[8] fehvâsınca, ne zaman itibarıyla ne de hâl itibarıyla zikrullah’a tahdit konmamıştır.

Kitap, Sünnet ve selef-i salihînin eserlerinde, zikrullah konusunda yapıldığı ölçüde bir başka şeye terğib ve teşvik yapıldığını hatırlamıyorum. Aslında o, namazdan, cihada kadar her ibadetin içinde can gibidir, kan gibidir.

Ancak, herkesin zikri, zikredilenin onun duyguları üzerinde tesiri ölçüsündedir ki; sofîler buna “müşâhede” veya “huzur-u kalb” derler. Bazıları, Cenâb-ı Hakk’ı anarak bir sırlı yol ile kalbinde O’na ulaşır. Bazıları da vicdanlarında O’nu “kenzen” bilir ve derunlarındaki nokta-i istinat ve nokta-i istimdat sayesinde sürekli maiyyette olur. Bu seviyenin insanları için her yeni anış, bir inkıtâ vesilesi olması itibarıyla cehalettir. اَللهُ يَعْلَمُ أَنِّي لَسْتُ أَذْكُرُهُ وَكَيْفَ أَذْكُرُهُ إِذْ لَسْتُ أَنْسَاهُ “Allah biliyor ki ben O’nu şimdi anmıyorum, anmak ne demek, ben O’nu hiç unutmadım ki..!”[9] sözü de bu anlayıştaki insanların düşüncelerini ifâde etmek olsa gerek.

اَللَّهُمَّ اجْعَلْنِي لَكَ ذَكَّارًا لَكَ شَكَّارًا لَكَ رَهَّابًا لَكَ مِطْوَاعًا لَكَ مُخْبِتًا إِلَيْكَ أَوَّاهًا مُنِيبًا وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الذَّكَّارِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ الْمُخْبِتِينَ الْمُنيبِينَ

Kaynak: Kalbin Zümrüt Tepeleri / M.Fethullah Gülen 


[1] Aliyyü’l-Karî, el-Esrâru’l-merfûa s.197; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/226
[2] Bakara sûresi, 2/152
[3] Buhârî, bed’ü’l-halk 8, tefsîru sûre (32), tevhid 35; Müslim, iman 39, cennet 5-6
[4] Bakara sûresi, 2/152
[5] Müslim, iman 234
[6] el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 3/39; el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 3/136; ed-Deylemî, el-Müsned 2/404
[7] Buhârî, mevâkîtü’s-salât 30, 31; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 285-296
[8] Âl-i İmran sûresi, 3/191
[9] Beyhakî, bu sözün bir hikmet erbabından nakledildiğini belirtir. (el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 6/331)

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy