بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يم
اِنَّ الصَّلَاةَ كَانَتْ عَلَي الْمُؤْمِن۪ينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا
صَدَقَ مَنْ نَطَقَ
Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: “Namaz iyidir, fakat hergün hergün beşer def‘a kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.” O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki, aynı sözleri söylüyor. Ve ona baktım, gördüm ki, tenbellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım, o zât o sözü, bütün nüfûs-u emmârenin nâmına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: “Madem nefsim emmâredir, nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.” Dedim: “Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tenbellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukābil ‘beş îkāzı’ benden işit.”
Birinci Îkāz: Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kat‘î senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın. Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyif için ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasa idin ki, ömrün azdır, hem fâidesiz gidiyor. Elbette onun yirmi dörtten birisini hakîkî bir hayat-ı ebediyenin saadetine medâr olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek, usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyâk ve hoş bir zevki tahrîke sebeb olur.
İkinci Îkāz: Ey şikemperver nefsim! Acaba hergün hergün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin, sana onlar usanç veriyor mu? Madem vermiyor, çünki ihtiyaç tekerrür ettiğinden usanç değil, belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise, hâne-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve latîfe-i Rabbâniyemin hevâ-yı nesîmîni cezb ve celb eden namaz dahi, seni usandırmamak gerektir.
Evet, nihâyetsiz teessürât ve elemlere ma‘rûz ve mübtelâ ve nihâyetsiz telezzüzâta ve emellere meftun ve pür-sevdâ bir kalbin kūt ve kuvveti, her şeye kādir bir Rahîm-i Kerîm’in kapısını niyâz ile çalmakla elde edilebilir. Evet, şu fânî dünyada kemâl-i sür‘atle vâveylâ-yı firâkı koparan, giden, ekser mevcûdâtla alâkadâr bir ruhun âb-ı hayatı ise, her şeye bedel bir Ma‘bûd-u Bâkî’nin, bir Mahbûb-u Sermedî’nin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir. Evet, fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ezelî ve ebedî bir zâtın aynası olan ve nihâyetsiz derecede nâzik ve letâfetli bulunan zîşuûr bir sırr-ı insanî, zînûr bir latîfe-i Rabbâniye şu kasâvetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümâtlı ve boğucu olan ahvâl-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.
Üçüncü Îkāz: Ey sabırsız nefsim! Acaba geçmiş günlerdeki ibâdet külfetini ve namazın meşakkatini ve musibet zahmetini bugün düşünüp muzdarib olmak; hem gelecek günlerdeki ibâdet vazîfesini ve namaz hizmetini ve musibet elemini bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek, hiç kâr-ı akıl mıdır? Şu sabırsızlıkta misâlin şöyle bir sersem kumandana benzer ki, düşmanın sağ cenâh kuvveti, onun sağındaki kuvvetine iltihâk etmiş. Ve ona taze bir kuvvet olduğu halde, o tutar, mühim bir kuvvetini sağ cenâha gönderir. Merkezi zayıflaştırır. Hem sol cenâhta düşmanın askeri yok iken ve daha gelmeden büyük bir kuvvet gönderir; “Ateş et!” emrini verir. Merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar. Merkeze hücum eder. Târ u mâr eder.
Evet, buna benzersin. Çünki geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete kalb olmuş. Elemi gitmiş, lezzeti kalmış. Külfeti kerâmete iltihâk ve meşakkati sevaba inkılâb etmiş. Öyle ise, ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddî bir gayret almak lâzım gelir. Gelecek günler ise madem gelmemişler. Şimdiden düşünüp usanmak ve fütûr getirmek, aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp, bağırıp çağırmak gibi bir dîvâneliktir.
Madem hakîkat böyledir. Âkil isen, ibâdet cihetinde, yalnız bugünü düşün. Ve onun bir saatini, “Ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvî bir hizmete sarf ediyorum” de! O vakit senin acı bir fütûrun tatlı bir gayrete inkılâb eder.
İşte ey sabırsız nefsim! Sen üç sabır ile mükellefsin. Birisi, tâat üstünde sabırdır. Birisi, ma‘siyetten sabırdır. Diğeri, musibete karşı sabırdır. Aklın varsa, şu üçüncü îkāzdaki temsîlde görünen hakîkati rehber tut. Merdâne, “Yâ Sabûr!” de. Üç sabrı omuzuna al. Cenâb-ı Hakk’ın sana verdiği sabır kuvvetini, eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kâfî gelebilir. Ve o kuvvetle dayan.
Dördüncü Îkāz: Ey sersem nefsim! Acaba şu vazîfe-i ubûdiyet neticesiz midir? Ücreti az mıdır ki, sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahud seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır. Ve fütûrsuz çalışırsın. Acaba bu misâfirhâne-i dünyâda âciz ve fakir kalbine kūt ve gınâ; ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziyâ; ve herhalde mahkemen olan Mahşer’de sened ve berat; ve ister istemez üstünden geçilecek Sırât Köprüsü’nde nûr ve burâk olacak bir namaz neticesiz midir? Veyahud ücreti az mıdır? Bir adam sana yüz liralık bir hediye va‘d etse, yüz gün seni çalıştırır. Hulfü’l-va‘d edebilir. O adama i‘timâd edersin, fütûrsuz işlersin. Acaba hulfü’l-va‘d, hakkında muhâl olan bir zât, cennet gibi bir ücreti ve saadet-i ebediye gibi bir hediyeyi sana va‘d etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazîfede seni istihdâm etse, sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya usançla yarım yamalak hizmetinle onu va‘dinde ithâm ve hediyesini istihfâf etsen, pek şiddetli bir te’dîbe ve dehşetli bir ta‘zîbe müstehak olacağını düşünmüyor musun? Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütûrsuz hizmet ettiğin halde, cehennem gibi bir haps-i ebedînin havfı, en hafif ve latîf bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?
Beşinci Îkāz: Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibâdetteki fütûrun ve namazdaki kusurun meşâgil-i dünyeviyenin kesretinden midir? Veyahud derd-i maîşetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarf ediyorsun? Sen isti‘dâd cihetiyle bütün hayvanâtın fevkınde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levâzımâtını tedârikte iktidar cihetiyle bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazîfe-i asliyen, hayvan gibi çabalamak değil, belki hakîkî
bir insan gibi, hakîkî bir hayat-ı dâime için sa‘y etmektir. Bununla beraber meşâgil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana âit olmayan ve fuzûlî bir sûrette karıştığın ve karıştırdığın mâlâya‘nî meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi, en lüzûmsuz ma‘lûmât ile vakit geçiriyorsun. Meselâ “Zühal’in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır ve Amerika tavukları ne kadardır?” gibi, kıymetsiz şeylerle kıymetdar vaktini geçiriyorsun. Güya kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl alıyorsun.
Eğer desen: Beni namazdan ve ibâdetten alıkoyan ve fütûr veren, öyle lüzûmsuz şeyler değil, belki derd-i maîşetin zarûrî işleridir. Öyle ise, ben de sana derim ki, eğer yüz kuruş bir gündelik ile çalışsan, sonra biri gelse dese ki: “Gel, on dakika kadar şurayı kaz. Yüz lira kıymetinde bir pırlanta ve bir zümrüd bulacaksın.” Sen ona: “Yok, gelmem. Çünki on kuruş gündeliğimden kesilecek. Nafakam azalacak” desen, ne kadar dîvânece bir bahane olduğunu elbette bilirsin. Aynen onun gibi, sen şu bağında nafakan için işliyorsun. Eğer farz namazı terk etsen, bütün sa‘yin semeresi, yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır. Eğer sen, istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medâr olan namaza sarf etsen, o vakit bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı âhiretine ehemmiyetli bir menba‘ olan iki ma‘den-i ma‘nevî bulursun.
Birinci ma‘den: Bütün bağındaki (Hâşiye) yetiştirdiğin çiçekli olsun, meyveli olsun, her nebâtın, her ağacın tesbîhâtından güzel bir niyet ile bir hisse alıyorsun.
İkinci ma‘den: Hem bu bağdan çıkan mahsûlâttan kim yese, hayvan olsun, insan olsun; inek olsun, sinek olsun; müşteri olsun, hırsız olsun, sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şart ile ki, sen Rezzâk-ı Hakîkî nâmına ve izni dâiresinde tasarruf etsen; ve onun malını onun mahlûkātına veren bir tevzîât me’muru nazarıyla kendine baksan.İşte bak, namazı terk eden ne kadar büyük bir hasâret eder. Ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder. Ve sa‘ye pek büyük bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i ma‘neviyeyi te’mîn eden o iki neticeden ve o iki ma‘denden mahrum kalır. İflâs eder. Hatta ihtiyârlandıkça bahçecilikten usanır, fütûr gelir. “Neme lâzım” der. “Ben zaten dünyadan gidiyorum.
Sözler | Risale-i Nur