Vicdan (2)

Yazar Egeli

Usûlüddin Açısından İrade:

Lügat mânâsı itibarıyla dileme, isteme, ihtiyâr etme, mütesâvi iki şeyden birini tercihte bulunma anlamlarına gelen bu kelime etrafında önemli dört ayrı cereyan oluşmuştur:

1) İradeyi bütün bütün yok sayarak, insanları da tıpkı cansızlar gibi şuursuz, iradesiz ve muhtâr değil de muztar kabul edenlerin görüşü diyeceğimiz “cebr-i mutlak” cereyanı;

2) İnsanlarda nisbî bir kudret ve irade farzetmekle beraber, bu sıfatların kat’iyen müessir olmadığını, sadece herhangi bir işe temayül gösterildiğinde bir kudret ve istitâat (istitâat maa’l-fiil) hâsıl olduğunu iddia edenlerin mütalâası sayılan “cebr-i mutavassıt” akımı;

3) İnsanı, mutlak mânâda kendi iradesi ve kendi ihtiyârıyla hareket ediyor gören ve “kul fiilinin hâlıkıdır” diyen, dolayısıyla da ef’âl-i beşeriyenin Allah tarafından kullara havale edilmiş olduğunu söyleyen “mutlak tefviz” hareketi;

4) Cebr-i mutlaka da, tefviz-i mutlaka da “hayır” deyip; insanın kâsib -ki “لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيهَا مَااكْتَسَبَتْ– Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği fenalık da onun aleyhinedir.” bunu açık-seçik ifade eder- Cenâb-ı Hakk’ın da Hâlık olduğunu söyleyen Matürîdî medresesi.

Evet, insanda cüz-i ihtiyârî unvanıyla, bir kesb, bir meyil veya o meyilde bir tasarruf söz konusudur ki, Cenâb-ı Hak, yaratacağı şeyleri, şart-ı âdi plânında -O, buna da mecbur değildir- hep böyle bir kesb, meyil veya ondaki tasarrufa göre yaratmaktadır diyen, tefviz-i mutavassıt erbabı kabul edilen Matürîdîler..

Matürîdîler’e göre, maddî-mânevî bütün mahiyetimiz gibi, kudret ve iradelerimiz de mahlûktur. Ancak iki türlü kudret olduğu gibi iki nevi de irade vardır:

1) İrade-i külliye
2) İrade-i cüz’iye

İrade-i külliye bilkuvve (potansiyel) bir dileme, isteme ve seçme kabiliyetidir ki, bizimle beraber yaratılmış -şahıstan şahısa küçük bir kısım farklılıklar mahfuz- hiçbir hareket ve aktivitenin söz konusu olmadığı durumlarda bile, mahiyetimizde hep mündemiç ve vicdan mekanizmasının da harekete hazır bir rükn-ü sâmiti sayılır. Böyle bilkuvve bir iradenin hususî ve muayyen bir işe sarfedilmesine gelince ona “irade-i cüz’iye” denir ki, biz, böyle belli bir iş, belli bir hareket istikametinde ortaya konan isteme, dileme, tercihte bulunmaya “cüz’î irade” dediğimiz gibi onu “kasıt”, “azim”, “ihtiyâr” sözcükleriyle ifade ettiğimiz de olur.

Herhangi bir iş ve eserin meydana gelmesinde esas kabul edilen “illet-i tâmme” ise, insanın, şu veya bu istikamette ortaya koyduğu azm u kastın yanında, ilâhî kudret ve meşîetin taallukuna bir unvan olagelmiştir. Ona irade-i külliye veya irade-i cüz’iye demek doğru değildir. O, künhü nâkabil-i idrak bir irade ve kudret-i asliyedir ki, küllî irade mahlûkiyetiyle, cüz’î irade de itibarî vücuduyla o kudretin sadece birer tecellisinden ibarettir.

Dünden bugüne bazı kimseler, irade-i cüz’iyelerini, o nâmütenâhi kudret ve irade gibi müessir tasavvur ettiklerinden kendilerini her şeye kadir ve her istediklerini yapabilecek ölçüde muhtâr sanarak şirke kapı araladı ve bir hayli insanın da dalâlete sürüklenmesine sebebiyet verdiler. Oysaki, bugüne kadar nice devâsâ kâmetler, nice kabına sığmayan cebbarlar, nice firavunlar, nice nemrutlar bir bir geldikleri gibi bir bir gittiler; arkalarında, tarihin küflü sayfalarına emanet kirli birkaç satır ve hafızalarda da mülevves birer hatıra bırakarak geldikleri gibi gittiler. Buna mukabil tarih nice cılız gibi görülen ses ve soluklara şahit olmuştur ki, bunlar iradelerini Allah’ın özel lütuflarıyla derinleştirip güçlendirmeleri sayesinde, her zaman sînelerimizde birer yâd-ı cemil olarak yaşamakta ve hâlâ bugünkü hülyalarımıza, yarınki rüyalarımıza can olup kan olup akmaktadırlar.

Bütün bunlardan anlaşılan şudur; var olmanın da, özel bir mahiyete mazhar bulunmanın da sırlı anahtarı, evvel ve âhir hep o Kudreti Sonsuz’un elinde olmuştur ve olacaktır. O Nâmütenahi Kudret bazılarının zannettiği gibi kâinatları yaratıp sonra da belli kanun ve nizamlara emanet eden bir kudret-i âtıla değil; O, ilklerden ilk, parça-bütün her şeyi yaratan evvellerden evvel bir ezelî ve canlı-cansız her nesneyi kendi kayyûmiyetiyle devam ettiren/devam ettirecek olan, âhirlerden âhir bir “ فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ – Dilediği her şeyi yapıp yaratan” ebedîdir. Bu müstakim düşünceyi kavrayamayanlar, biraz da her şeyi varlığın dış yüzü itibarıyla ve tekvinî emirlerdeki şartlı determinizmaya göre değerlendirdiklerinden, acz u ihtiyaç psikolojisiyle itidali koruyamayıp yer yer cebre düştükleri gibi, şartların elverdiği, istek ve dileklerinin karşılık bulduğu, dolayısıyla da bütün bütün küstahlaştıkları dönemlerde de mutlak tefvize saplanarak “ben ben” demeye başlamışlardır. Oysaki insanoğlu, beden ile ruhun, kalb ile aklın, kabiliyet ile inayetin, esbaba riayetle “Müsebbibu’l-esbab”a itikadın, irade ile mecburiyetin birleşik noktasında bütün yaratılmışlardan farklı bir câmiiyeti haiz, bir fâil-i münfail, bir muhtâr-ı muztar, bir sahib-i akl u kalb, bir merhamete muhtaç ve merhamet edilen, bir teveccühte bulunduğunda tenevvür eden, çok buudlu garip bir varlıktır ve hiçbir vasfı ve hususiyeti itibarıyla da mutlak ve müteâl değildir. Bu itibarla ıztırara saplananlar, farkına varsınlar varmasınlar, Allah’a zulüm ve cevr isnad etmiş olurlar. Hep ihtiyârdan dem vuranlar da sonuçta insanı ilâhlaştırmış sayılırlar. “Sırat-ı Müstakim” erbabı ise ne mutlak cebr iddiasında bulunmuş ne de bilâkayd u şart mutlak ihtiyârdan dem vurmuşlardır; aksine onlar, insanoğlunun acz u fakrını, ihtiyaç ve ıztırarını Kudreti Sonsuz’un bir şahid-i sadıkı görmüş, arzu ve iradelerini de Allah meşîetinin rahmet televvünlü bir ihsanı bilmişlerdir. Evet onlar, kendi darlıkları içinde mücessem birer ıztırar ve ihtiyaç timsali, Hakk’ın engin rahmeti sayesinde de birer mukayyed muhtârdırlar. Bütün inayet ve lütufların Allah’tan olduğuna inanır, vesilelik plânında bunlara mazhariyeti de ihtiyaç, arzu, istek ve temayüllerine bağlayarak sebeple sonuç arasında bir münasebet bulunsun-bulunmasın esbaba riayette kusur etmemeye çalışır ve tercihlerine göre muamele göreceklerini de asla hatırlarından çıkarmazlar.

Evet işte biz her zaman bu çizgiyi korumaya çalışır ve “ef’âl-i ihtiyâriye” dediğimiz şeyleri, irade-i cüz’iye açısından kendimize nisbet ederek “yedik, içtik, uyuduk, oturduk, kalktık..” demede beis görmeyiz ve bu tür işlerin en yakın sebebi olmamız itibarıyla da bu kabil ifadeleri mahzursuz sayarız. Bununla beraber, bu fiilerin hakikî sebebi biz olmadığımıza, bizim de diğer sebeplerin de birer perde bulunduğuna yürekten inanır ve “Madde âtıl, sebepler şuursuz, bizler tâlib u kâsib, Allah ise biricik Hâlık’tır.” deriz. Aksine, irade-i cüz’iyelerini her şey sayanlar ve taleplerini de bilâkayd u şart var olmanın mutlak sebebi görenler, her zaman itikadî bir inhiraf içinde bulunmalarının yanında çok defa, isteyip talep ettikleri şeylerin gerçekleşmediğini gördüklerinde akidelerinin aksine gidip kopkoyu bir cebre gömülmüş ve ye’se yuvarlanmışlardır. Vâkıa, Cenâb-ı Hakk’ın “Cebbar” ve “Kahhar” ism-i şerifleri, her zaman istediğini râm etmeyi, dilediğine dilediğini yaptırmayı hatırlatmaktadır; ama, böyle bir mülâhazadan O’nun, kulların cüz’î irade ve ihtiyârlarını nazar-ı itibara almadığı mânâsı kat’iyen çıkarılamaz; O, Cebbar u Kahhar olduğu gibi “Rahman u Rahim” ve “Adil u Hakîm”dir de.

İrade denince hâl ehli ondan, sıdk, ihlâs, vefa, Hak rızası ve i’lâ-yı din… gibi hususlarla alâkalı temayül, niyet, azim ve kararlılığı anlamış ve onu hemen her zaman uhrevî değer hükümlerine bağlı mütalâa edegelmişlerdir. İradeden dem vurup sürekli eğri-büğrü yaşama; yaptığı, yapacağı şeyleri bir karşılığa bağlama; hak etsin-etmesin ömrünü beklenti içinde geçirme; duygu, düşünce ve projelerini riya ile, süm’a ile kirletme, hatta şirkle karartma, iradeye karşı en büyük saygısızlık ve Sahib-i iradeye karşı da bir küstahlık sayılmıştır.

Ariflerin mebde-i hareketlerinde burhana bağlı yürümeleri, her hâllerinde beyanı takip etmeleri ve irfana ulaşma cehdini göstermeleri iradenin ilk hamleleri sayılır. Temayüllerini inkıtasız bu istikamette devam ettirebilene “mürid” denir. Böyle bir gayretin devam ve temadisi neticesinde halis vicdanlara nazar-ı Hak ayan olur; ve bu kez de mürid murada inkılâb eder. Yani bu ölçüde Hakk’ı arayanı gök ehli aramaya durur ve o kimse de artık Hakk’ın matmah-ı nazarı olur.

İrade, bir temayül, bir cehd, bir gayret, bir azim ve kararlılık olduğu gibi, sonunda şereflendirileceği cezb u incizabla da Hakk’a vuslatın en önemli vesilelerinden biridir. Cenâb-ı Hakk’ın iradeye yüklediği değer sayesinde insan, azm ü cehdi ve sabr u ikdamıyla dünyada uhrevîler gibi yaşar; maddî-mânevî hazlarını terk ederek kalben tam bir târik-i masivâ hâline gelerek âdeta aşkınlığa ulaşır. İnsan, bir kere dileğini tam ve yerinde tutmaya dursun -aslında o, bunu hakkıyla başarabilir- Hak da murad buyurursa, ruh ilk adımda sıyrılır gafletten ve ulaşır “tebah” ufkuna; serer seccadesini tevbe, inabe, evbe zeminine; durur takva ve vera’ soluklamaya, sıdk u ihlâsla nefes alıp vermeye; muhasebe ve murakabeyle mırıldanmaya ve derken yürür tevekkül, teslim ve tefviz zirvelerine…

Bu mânâda, ehl-i irade ehl-i tefviz demektir. Mürid iradesini evvelâ mürşidin iradesinde ifna eder, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın iradesiyle bir “ba’sü ba’del mevt”e ulaşır.. ve tam o ufkun şualarıyla ayrı bir fenâ-yı mukayyed zevkiyle “gaşy” içindeyken, ilâhî irade ve meşîetin şiddet-i zuhuruyla hâlî ve zevkî bir fenâ-yı mutlak içinde kendini bulur. Buna “fenâ fi’l-irade” diyeceksek, bundan sonra kendini bir farklılık içinde duyuşuna da “bekâ bi’l-irade” diyebiliriz. Böyle bir salikin nazarında kelâmcıların “hakâik-i mümkine” dedikleri her şey adem rengine bürünür ve müşahede ufkunda “Hakikatü’l-Hakâik”ten başka bir şey kalmaz. “Allah’ım, kendi istek ve dileklerimden teberrîde bulunarak Senin irade, meşîet ve rızanı talep ediyorum!” sözleri her zaman bu ufkun tâliplerinin vird-i zebanı olagelmiştir.

İradeyle alâkalı bu mazhariyetler, cehd ü gayrete, sadakat ve ihlâsa Allah’ın birer lütfudur.. ve zannediyorum yolun başındakilerin bunları duyması da imkânsızdır. İrade hak yolcusunun ilk soluğu ve Hazreti Murad’a götüren yolun da ilk menzilidir. Sâlik bu menzilde ilm u burhan arası gider gelir; ikinci kademde burhan u irfan temâşâsıyla gözüne, gönlüne ziya saçılır; üçüncü adımda kalbin, sıfât-ı sübhaniye ufkunu müşahedesiyle ürpertiler yaşar; bir hamle daha yapabilirse sır dürbününü ulûhiyet ufkuna tevcih eder ve donanımının müsaadesi ölçüsünde hayret ve kalaklar yaşamaya durur.

Bazıları da sâlikin iradesini azm u gayreti açısından şöyle bir cehd ü himmet vetiresi içinde mütalâa etmişlerdir: İlk defa kalb iradî olarak sadakat ve ihlâsla Hazreti Matlub’a teveccüh eder; derken cezb u incizabla, iradenin maruz kaldığı/kalacağı usürler yerlerini yüsürlere bırakır. Mevsimi gelip de, yakınlık meltemleri ruhu okşamaya başlayınca, onun bütün benliğini dayanılmaz bir aşk u iştiyak hissi kuşatır; kuşatır da temayüller mukavemetsûz birer düşkünlüğe dönüşür.. ve artık sâlik, her nefes alışverişinde “Ciğerim kebab oldu/Derdime derman yok mu?” der inler. Dahası iradesinin hakkını tam eda etmiş böyle bir babayiğit an olur, aşkı da unutur ve âdeta hep bir gaşy yaşamaya başlar. Öyle ki Leylâ’nın yanında iken dahi Leylâ rüyaları görür ve Leylâ hasretiyle sızlanır. Aslına bakılırsa, tatmayan bilmez.. duymayan anlamaz.. tadanlar söylemez.. söyleseler de çok kimse inanmaz.

Zihin:

Zihin, anlama, bilme, belleme melekesi ve şuur aktivitesinin bir havzı, bir kütüphanesi ve âdeta bâtınî bir laboratuvardır. Şuuraltı-şuurüstü müktesebât zihin disketine akar, hafızaya dökülür, işlenir, sonra da tedayi kodlarına bağlanarak dışa vurmaya hazır bir hâl alır ve aktif beklemeye geçer.

Zihin konusunda şuur en önemli bir elemandır. O başka şeyleri duyup değerlendirdiği gibi kendisinin de farkındadır; aynı zamanda basit ihtisaslarının yanında, mürekkep ve oldukça komplike ihsaslara da açık bir donanımı haizdir. Şuuru, insanî duyguların, ihsasların ve ihtisasların merkezi şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Ayrıca onu, kendi muhtevasının (zihnî müktesebât) farkında olması ve akılla irtibatlı bulunması itibarıyla, zâhir-bâtın bütün his âlemine açık bir lâtife olarak yorumlayanlar da az değildir.

İslâm ulemasının bir kısmı şuuru, zühûlün zıddı görerek, henüz his hâlinde bulunup akıl ve hafızaya tamamen malolmamış, idrakin ilk basamağı, zâhiri bilme ile bir şeyin ilk duyulma mertebesi ve zihnin de ilk tecellisi diye yorumlamışlardır. Buna göre biz şuura, ruhun mânâya ilk ulaşma köprüsü de diyebiliriz. Bunu şöyle bir vetireyle açmak mümkündür: Ruh, bir şeyin “mahiyet-i nefsü’l-emriyesi”ne muttali olmuş ise, o bir “tasavvur”, ilk tesir ve teessür faslı geçtikten sonra, müracaat edildiğinde o bilgiler değerlendirilebilecek şekilde korunmaya alınmışsa o bir “hıfz” ve daha sonra bu müktesebât değerlendirilmek üzere ele alınabiliyorsa o da bir “tezekkür” ve “tahattur” olarak yad edilegelmiştir.

Şuur, bir mânâda bilmenin ilk ve en zayıf mertebesidir. Zihinde tam istikrar sağlayacağı âna kadar da onun tam değerlendirilmesi söz konusu değildir. O, ağaca nisbeten bir çekirdek, canlıya nisbeten bir sperm keyfiyetinde, zayıf mahiyetli, fakat istikrara açık, vicdan içinde önemli bir rükün ve dayanaktır. Şuur bir yanıyla, zahirî hâsselerle haricî ihsaslara dayanır ve zihni bu yolla besler. Buna karşılık bir de, nefsin kendinin şuurunda olması hususu vardır ki buna da hiss-i bâtın derler ve zihinleşen vicdanın rüknü de işte onun bu yanıdır. Tam zihinleşip hafızada karar kılmış böyle bir şuura, tezekkür, tahattur, tedebbür ve tefekkür taalluk eder ki, bu artık basit ve ibtidaî kabul ettiğimiz tek buudlu şuur değil, tahlil ü terkibe müsait değişik eb’âdı haiz tam bir şuurdur. Terkib ü tahlile giren böyle bir şuur, hafızada birer zihnî surete bürünür ve aklın kullanmasına müsait hâle gelir ki, asıl ilim de işte bu merhaleyi müteakip ortaya çıkar. Akıl, her zaman şuurun çakmasıyla devreye girer ve zihne akan bilgilerin taakkul ve tedebbürüyle ruhî duruma göre kuvve-i müfekkireyi tetikler; böylece tasavvur, taakkul, tefekkür sistemleri bir bir harekete geçer ve şuurdan zihin laboratuvarlarına, bu laboratuvarlardaki tahlil ve terkip imbiklerine yerleşik bilgiler akmaya başlar; derken lâtife-i rabbaniyenin rengine, iradenin desenine göre yeni yeni komprimeler ortaya çıkar.

Zihin, her zaman şuur kanallarıyla beslenir; elde ettiği bilgileri arşivler veya disketler, değişik kuvvelerin değerlendirmesine hazır hâle getirir; ne var ki şuurun da kendine göre önemli bir bilgi kaynağı vardır; işte bu kaynak da histir.

His:

Kendi dışındaki nesneleri duyma ve sezme hâli diyeceğimiz his, hiss-i zâhir ve hiss-i bâtın olmak üzere ikiye ayrılır:

1) Kuvve-i bâsıra (görme duyusu), kuvve-i lâmise (dokunma duyusu), kuvve-i sâmia (işitme duyusu), kuvve-i şâmme (koklama duyusu), kuvve-i zâika (tatma duyusu) gibi zahirî kuvvelerin yanında, hayaliye, iradiye, musavvire, mutasarrife, müdrike, müfekkire, vâhime, zâkire.. gibi bir kısım bâtınî lâtifeler de vardır ki, bunların hemen hepsi vicdanın diğer rükünleriyle koordinasyon içindedirler ve her lâtife kendini alâkadar eden hususlara kendi boyasını çalar, -hayatiyetini devam ettiriyorsa- onları kendi ufkuna yönlendirir ve yaratılış gayelerine göre bir hedefe bağlar.

Zâhirî duyu organları veya bâtınî lâtifelerle duyulup zevkedilen şeylerin sebeplerine şayet haricî bir kıymet atfedilebiliyorsa bu bir ihsastır ve objektif olarak şuurun ilmî kıymeti de işte onun bu yönü itibarıyladır. Aksine, bilinmedik bir sâikle (hiss-i sâika) ihtiyârsız herhangi bir cihete yöneliyor veya sebepleri sezilmedik bir şevk duygusuyla (hiss-i şâika) keyiflenip neşeleniyorsak, bu da bir ihsas-ı bâtın veya daha doğru ifadesiyle bir ihtisastır; sübjektiftir ve kıymet-i ilmiyesi de ona göredir.

Evet, hissin temelinde, sevindirici bir hâdisenin zuhuru, bedenin soğukta üşüyüp titremesi, sıcakta terlemesi, karanlıkta bir ışığın çakması, gelip kulaklarımıza bir sesin çarpması… gibi büyük-küçük herhangi bir sebep varsa o bir ihsastır ve herkesçe anlaşılıp kavranan asıl şuur da işte budur.

Ne var ki, böyle bir şuurla ancak mahsûs olan nesneler duyulup, görülüp kavranabilse de, mâverâ-yı tabiat, fizikötesi bütün gayb âlemleri böyle bir ihsas dairesinin dışında kalır ve ayrı bir ihsas isterler. Hazreti Musa’nın mahsûsât ufku itibarıyla “أَرِنِي أَنْظُرْ إِلَيْكَ – Görün bana bakayım Sana!” talebine “لَنْ تَرَانِي – Aslâ göremezsin.” şeklinde cevap verilmesine mukabil, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın -Miraç’ta böyle bir rü’yeti kabul edenlerce- mir’ât-ı ruhuna göre onun müşahedeyle şereflendirilmesi, fenâ-yı hissiyat ufku sayılan “Kabe kavseyni ev ednâ” mertebesini ihrazı veya ruhu gibi beden-i misalîlerinin de ötelere ait hususiyetiyle mücellâ bir ayna olması itibarıyladır ki, bir hak dostu:

‘Yâ Rasulâllah yüzün oldu Senin mir’ât-ı Hak,
Zâhir oldu suretinde sırr-ı pâk-i Zât-ı Hak;
Mushaf-ı esrar-ı Mevlâ’dır vücudun serteser;
Sûretin sûresi içre var durur âyât-ı Hak.”

diyerek bunu ifade etmeye çalışmıştır.

Hâsılı, zâhir-bâtın her hissin bir ihsas bir de ihtisas yanı vardır. Hissin, ilmî ve objektif olması onun ihsas yanı itibarıyladır. Aksine ihtisas yönü ise sübjektiftir; şahıstan şahsa, hâlden hâle her zaman bir farklılık arz edebilir.

Sofiler, his konusunda şöyle bir tasnif üzerinde duragelmişlerdir:

1) Mübtedilerin âlem-i mülk ve melekûtla münasebetleri hissiyat iledir; onlar daha ötesini asla idrak edemezler.

2) Mutavassıt bir sınıf sayılan havassın hem mülkle hem de melekûtla alâkaları melekât-ı ruhiye ve akliye iledir.. ve bunlar her zaman ufuk ötesini de müşahedeye namzet sayılırlar.

3) Ömürlerini kalb ve ruhun zirvelerinde sürdüren haslar üstü haslara gelince, bunların Hak’la irtibatları özel bir mevhibe ve teveccüh eseri olarak lâtife-i rabbaniye ve sır rasathanesiyledir. Hiss-i zâhirin hicab teşkil ettiği kimseler “لَنْ تَرَانِي” ile mahcub u mukayyettirler; hiss-i bâtınıyla kanatlanmış ervah-ı neyyire ashabı ise “سَتَرَوْنَ” bişaretiyle mübeşşerdirler.

Şimdi isterseniz bu önemli konuyu da yine Bediüzzaman’ın veciz bir mütalâasıyla hulâsa edip noktalayalım:

İyiyi kötüden ayırt edip iyilikten lezzet ve inşirah duyan, kötülüklerden de muzdarip ve mükedder olan vicdan dediğimiz fıtrat-ı zîşuurun, lâtife-i rabbaniye, irade, zihin ve his gibi dört ana unsuru vardır ki, bunlar aynı zamanda ruhun da hâsseleri sayılırlar. Değişik vazife ve fonksiyonlarının yanında bunlardan her birerlerinin bir de gâyetü’l-gâyâtı vardır: İradenin ibadetullah, zihnin mârifetullah, hissin muhabbetullah, lâtife-i rabbaniyenin de müşahedetullahtır.. ve takva denilen ibadet-i kâmile de işte bu dört hususu tazammun etmektedir ki, Şer’-i Şerif bunları hem tenmiye, hem tehzib hem de gâyetü’l-gâyâta sevketmektedir.

اَللّهُمَّ أَعِنَّا عَلَى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ. اَللّهُمَّ أَحْسِنْ عَاقِبَتَنَا فِي اْلأُمُورِ كُلِّهَا وَأَجِرْنَا مِنْ خِزْيِّ الدُّنْيَا وَعَذَابِ اْلآخِرَةِ. وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى مِفْتَاحِ الْكَوْنِ وَاْلأَكْوَانِ وَتَرْجُمَانِ الْقُرْآنِ وَآلِهِ وَأَصْحَابِهِ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ مَا دَامَ الْمَلَوَانِ.

Kaynak: Kalbin Zümrüt Tepeleri / M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy