İnsanın özü, kendini duyuş ve bilişi de diyebileceğimiz vicdan; insan ruhunun, iyiyi kötüden tefrik edebilen irade, kalbin ayrı bir derinliğinin unvanı sayılan lâtîfe-i rabbâniye (fuâd), şuur vâridatıyla zihin ve ihsas televvünlü his halîtasından oluşan bir mekanizmadır; insanın, hem kendini hem de bütün varlığı, varlığın Allah’la münasebetini duyan, sezen, yorumlayan ve rükünlerinin canlılığı ölçüsünde imana, mârifete, muhabbete, aşk u iştiyaka menfezler oluşturan melekûtî bir mekanizma. Farklı metafizik derinlikleri haiz olan bu sistemde her zaman bilkuvve (potansiyel olarak), iradenin sesini-soluğunu, “latîfe-i rabbâniye”nin sezi ve müşahedelerini, zihnin şuur menbalı bilgi ve müktesebâtını, hissin ihtisas dalga boylu sübjektif mevhibelerini ve ihsas televvünlü mârifet çağlayanlarını duyup sezmek mümkündür.
Vicdan, aynı zamanda kendi acz u fakr ve ihtiyaçlarının farkında olması ve bunları karşılayacak bir güç ve kuvvete dayanma lüzumunu duyması açısından da Zât-ı Ulûhiyet’e iman, teslim ve tevekkül ile sığınıp mârifet, muhabbet, aşk u şevkle mukabelede bulunma konumunda zîşuur bir müşahid ve yorumcudur. İlim ve mârifet adına bütün eşya ve hâdiselerin o talâkatli hitap ve beyanlarını görüp, duyup taakkul, tefekkür, tezekkür, tahattur, tahlil ve terkibe tâbi tutması yanında, kendi iç dinamik ve rükünleriyle, sessiz fakat olabildiğine derin, herkes tarafından rahatça sezilemeyen ama bir hayli engin öyle aşkın bir ifade gücüne sahiptir ki, onu iyi dinleyip değerlendirebilen biri bazen artık başka hiçbir şeye ihtiyaç hissetmeyebilir.
Hemen belirtmeliyim ki, böyle bir mülâhaza ile biz, ne rasyonel düşünceyi tamamen gereksiz görme, ne pozitif telâkkileri hafife alma ne de telâhuk-u efkâra bağlı müktesebâtı reddetme düşüncesindeyiz. Aksine biz bu mülâhaza ile, kıymet-i harbiyesi ölçüsünde aklın semerelerini, tecrübenin ürünlerini, müşahede ve zâhirî ihsasların neticelerini değerlendirmeye almanın yanında, yaşanarak duyulan ve sezgi yoluyla kendini hissettiren ve bir bakıma da aracısız hâsıl olan ayrı bir bilgi ve mârifet kaynağının var olduğunu vurgulamak istiyoruz.
İşte bu kaynak, hakikati keşif ve tespitte herhangi bir vasıtaya ihtiyaç duymadan, yaşayıp duyarak çok defa insanı doğru bilgi ve mârifete ulaştıran vicdandır. Böyle bir bilgi ve mârifet her zaman objektif görülmese de, kalbî ve rûhî hayat ufkuna açık olanlar için en az esbâb-ı ilimle elde edilen müktesebât kadar önem arz ettiği söylenebilir. Bu arada hemen ifade etmeliyim ki, bu çerçevede vicdanı, ilim ve mârifet kaynağı kabul edenlerin sayısı hiç de az değildir.
Bu mülâhazayı paylaşanlara göre, vicdan yolu bir mânâda, bizlere hakikatin harita ve şemasını sunma yerine doğrudan doğruya bizi onunla buluşturup tanıştırdığından daha ehemmiyetli ve daha sağlamdır. Eşya ve hâdiseleri müşahede, mütalâa, tevil, tefsir, tahlil, terkip bize hakikatı uzaktan temaşâ ve onun etrafında dolaşma imkanını verse de, onunla yüz yüze gelmemizi ve onu “hakikat-i nefsü’l-emriye”sine uygun bir iç müşahede ile tanımamızı sağlayamaz. Oysa ki vicdan, onu vasıtasız olarak bizzat duyar, değerlendirir ve bir hükme bağlar. Bu itibarla da insan birinci şıkta, değişik obje ve nesneleri ilim ufku, âfâkî müşahede ve özel bakış açısına göre yorumlama durumunda kalır; dolayısıyla da elde ettiği malûmat, ulaştığı hakikat izafîlikten öte bir şey ifade etmez. İkinci şıkta ise, her şeyi vicdanın enginliğiyle “hakikat-i nefsü’l-emriye”sine uygun kavrar ve ona göre bir hükme varır. Bu sayede o, her şeye esas kabul edilen maddeyi aşar; lâmekânî bir hâl alır ve iç dünyasının safvet ve vüs’ati ölçüsünde salt hakikatle rahatlıkla tanışabilir.
Bediüzzaman, değişik eserlerinde farklı bir vicdan resmi ortaya koyar ve ona önemli misyonlar yükler: Ona göre vicdan, tekvînî ve fıtrî kanunlar türünden zîşuur bir fıtrat ve sistemdir. Çekirdeklerdeki neşv ü nema kanunu, sperm ve yumurtadaki tekvinî esaslar, bazı sıvılardaki donup genişleme tabiatı… gibi ilâhî meşietten gelen irade yörüngeli, lâtîfe-i rabbâniye ufuklu, zihin/şuur derinlikli, ihsas ve ihtisas buudlu bir fıtrat-ı zîşuur; erkânının canlılığı ölçüsünde de, ilim ve mârifet adına mutlaka doğru gören, doğru değerlendiren, doğru konuşan önemli bir lisandır. Öyle ki bazen akıl; nazar, tefekkür ve tedebbürde gaflet edip ihmal gösterse de o, kendi tabiat ve rükünlerinin diliyle her zaman Allah’ı ilân eder; O’nu görüp sezdiğinin ihtisaslarıyla soluklanır; O’nu duyar, O’nu düşünür ve özündeki istinat ve istimdat hâllerinin lisanıyla, tıpkı günebakan çiçekler gibi hem kendi hayat ve revnakdarlığı adına hem de Yaratıcısını ilân hesabına sürekli O’nu takip eder ve basiret gözünü asla O’ndan ayırmaz. Hads (vasıtasız sezgi) her zaman onu teyakkuza çağırır; hadsin bir üstü diyeceğimiz ilham devamlı onun ufkunu aydınlatır; yoğunlaşmış mârifet sayılan arzu hep O’nu gösterir; alev alev kendini hissettiren iştiyak ve magmalar gibi sürekli köpürüp duran ilâhî aşk mütemadiyen onu, Hazreti Mârûf’u rasat ufkuna davet eder ve avans türü televvünlerle ona beden ve cismaniyet üstü hayatın en büyülü yanlarını fısıldar.
Şimdi, isterseniz, bu sırlı mekanizma ve fıtrat-ı muazzamanın rükünleri sayılan lâtîfe-i rabbâniye, irade, zihin -buna bütün buudlarını birden nazara alarak şuur da diyebiliriz- ve his.. gibi lâtîfelere kuş bakışı bir göz atalım.
Aslında bu rükünlerden her birinin bir zâhir bir de bâtın yanı, bir mülk bir de melekût çehresi, bir fizik bir de metafizik derinliği vardır. Lâtîfe-i rabbâniyenin, zâhir yönü, mülk ciheti, fizikî yanı sayılan, bizim sîne dediğimiz “sadır” onun, bâtınî ve melekûtî derinliklerine, ceberûtî televvünlerine bir mahfaza ve mânânın maddedeki resmi mahiyetindedir. Bu mahfaza içinde kalb; gönül dünyasının dışa bakan ve içi rasat etme konumunda bulunan değişik tecellî dalga boyundaki feyizlere bir “beyt-i lâhût”, “fuâd” da diyeceğimiz lâtîfe-i rabbâniye ise, bilkuvve (potansiyel olarak) ilâhî isim ve sıfatların mücellâ bir aynası, âlem-i ceberûtun -inkişafı ölçüsünde- bir müşahid-i hâssı, iman nuru ve iz’an ziyasının mahall-i tecellîsi, kamer-i irfanın matla’ı, keşf ü ilhamın âhizesi ve ilâhî varidâtın da mahzeni ve nâkilesidir. Böyle bir konum ve misyonu itibarıyla onun “şağaf” dediğimiz derinliği, her zaman iştiyak ateşiyle alev alev yanan, âdeta bir fırın ve ocak gibidir ki, çevresinde sürekli aşk u vuslat çatırtıları duyulur. “Sır” ise, o ihata edilmez fevkânîliğiyle her zaman lâtîfe-i rabbâniyenin omuzlarında, ona dayalı, daire-i ulûhiyete müteveccih lâhûtî bir dürbün veya mücellâ bir aynadır ki, her zaman nüzûl unvanıyla bir kasr-ı tecellî kabul edilegelmiştir; mâsivâ kirlerinden pak olduğu sürece her dem misafiri bulunan bir kasr-ı tecellî.. evet, böyle bir tecellînin vukû ve temadîsi için şuur, idrak ve ihsas ufkunun cismaniyete ait isten-pastan pak olması şarttır. Nâbî merhum ne hoş söyler:
“Âyine-i idrakini pâk eyle sivâdan,
Sultan mı gelir hâne-i nâ-pâke, hicab et!”
Aynı mülâhaza ve mütalâayı, zamanın âlem-i melekûta daha açık bir faslı sayılan gecelere bağlayarak İbrahim Hakkı Hazretleri ise, sesini yükseltip temcid veriyor gibi:
“Dil “beyt-i Hudâ”dır ânı pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyleye Rahman gecelerde…”
der ve gönüllere teyakkuz çekerek onları gece koylarında halvete çağırır.
“Hafâ” ve “ahfâ” lâtîfeleri ise, mahiyet farklılıklarıyla beraber, hakikati nâkabil-i idrak bir ufka müteveccih, teveccühlerinde mütelâşî, üstler üstü sır yumağı birer menba-ı hayret, kalak ve heymandırlar.. ve müstakil tahlil isterler. Tecellî-i hâs mânâsında nüzûlün ilk şereflendirdiği mecâlî, hafâ ve ahfâ şahikaları; ikinci derecedeki mir’ât, sır ufku; üçüncü mevhibe aynası ise lâtîfe-i rabbâniye otağıdır.
Latîfe-i rabbâniye, gözde gözbebeği, beyinde görme merkezi, hânede kabul salonu, çekirdekte öz, lâmbada fitil ve Arz’da Kâbe mahiyetindedir. İman, nurunu o lâtîfe ufkundan neşreder.. huşû, takva, muhabbet, rıza, yakîn, tevekkül, temkin, teyakkuz, havf u reca… gibi mârifet yolunun esasları hep onun yamaçlarında boy atar, gelişir. O, öyle bir sırr-ı ehadiyettir ki, ışığı iradenin el açışı, hissin sezişi ve şuurun ona karşı duruş ve teveccühünden akıp gelmektedir. Bu teveccüh kesildiğinde ziya görünmez olur, ışık söner ve lâtîfe de lâtîfe-i rabbâniye olmadan çıkar. Bu lâtîfe-i rabbâniye, hikmet-i vücudu sayılan teveccühünü iman, iz’an, amel-i salih ve mârifetle devam ettirebildiği takdirde her zaman semavî bir çerağ gibi par par yanar ve Hazreti Sıfât’ın bir rasat sistemi veya râsıdı haline gelir. O, bütün şuur, ihsas ve idraklerimizin önemli bir temyiz elemanı, mârifetin madeni, ruhun da can ocağı ve ışık kaynağıdır. Ona, bu mânâda lâmekânî de diyebiliriz; bu lâmekânî lâtîfe, ilim ve mârifetin mihenk merkezi, ihsas ve idraklerimizin en hayatî mahzeni, küfür ve dalâletle öldürülmediği veya cankeş edilmediği sürece de her zaman Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve tecellî otağıdır.
İnsan, bu lâtîfe gözleri ile (basiret) her şeyi olduğu gibi dupduru görür; doğru yorumlar ve yorumlarından da yanıltmayan sonuçlar çıkarır. Onun vesayetinde insan mükâşefe ve müşahede ufuklarına açılır, onunla sır ufkunun tabanını deler, hafâ ve ahfâ şahikalarını tahayyül etmeye başlar. Aksine bu lâtîfe, günah ve masiyetlerle kirlenir, küfür ve dalâletlere açık hale gelirse, o zaman da “ بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ – Hayır hayır! Gerçek şu ki, onlar yapageldikleri o kötü işler yüzünden kalblerini is-pas sardı da (ondan dolayı inkar yaşıyorlar.)” mazmununca, bütün ufukları kararır; temyiz kabiliyetini kaybeder; beyazı siyah, siyahı beyaz görmeye başlar; başlar ve ” خَتَمَ اللهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ” fehvasınca Allah da ona mühür basar ve bir daha da kendine gelmesi, fıtrî safvetini elde etmesi çok zor olur. Hatta bazen bütün bütün imkânsızlaşır. Böyle bir mühürlenme ve damgalanmanın kesbi insandan, halk’ı da Allah’tandır. Bu hususu, insanın gaflet ve bir kısım fenalıklara alışması sonucu bir deformasyon şeklinde de yorumlayabiliriz. İman, amel-i salih işlene işlene insan tabiatının bir derinliği haline gelip sübut mührüyle şereflendirildiği gibi, her biri küfrün ayrı bir kapısı sayılan günahlar da tevbe, inabe ve evbe ile giderilmediği takdirde, insanın üst üste ve iç içe kaymalar yaşaması kaçınılmaz olur. Bu itibarla, böyle bir “hatm”de kat’iyen cebir söz konusu değildir; zira arzu, intihab, ihtiyar insana, mükellefe; böyle bir temayüle halk’la cevap vermek de -isterse vermeyebilir- Cenâb-ı Hakk’a aittir. Bu tür bir sebeple onun sonucu arasında tenasüb-ü illiyet prensibine göre tam bir münasebet görünmese de şart-ı âdi plânında münasebet vardır diyebiliriz.
Latîfe-i rabbâniye kendi çapında bir ayna, levh-i mahfuz da kendi azametine göre ayrı bir ayna. Levh-i mahfuz, onda tecellî eden şeylerle mahiyetinde değişikliğe uğramaz; hep lâyetebeddel bir kitap olarak devam eder. Lâtîfe-i rabbâniye ise, farklı arızalarla her zaman renk, şekil ve desen değiştirebilir ve bunun farkında olan ruhlar kim bilir günde kaç defa “ رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا – Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma…” der ve o en ulu dergâha müracaat üstüne müracaatta bulunurlar.
Konumuna göre sağlam bir duruşta olduğu sürece bu lâtîfe, sıfât-ı sübhâniye ufkunun iyi bir mütalâacısı, ilâhî teveccühlerin mücellâ bir aynası, mârifet, muhabbet, aşk u şevk ve cezb ü incizabın da en önemli muharrikidir. İnsan onun gözleriyle öteleri temâşâ edebilir, onun kulaklarıyla çoklara müyesser olmayan harfsiz-kelimesiz hutbeler dinleyebilir ve onunla en kutsal tecellîlerin mihmandarı olabilir.. elverir ki fıtrat-ı asliyesini koruyup onu iman, mârifet ve muhabbetle tezyîn edebilsin. İsterseniz şimdilik bu lâtife-i rabbâniye konusunu Hanîfî’nin şu hoş sözleriyle noktalayıp iradeye geçelim:
“Aşk için sâf eyle gel sûfi derûn-u kalbi kim,
Zeyneder kâşânesin elbette mihmân isteyen.”
Kaynak: Kalbin Zümrüt Tepeleri / M.Fethullah Gülen