Vahiy ve ilham, usûl ve furûa müteallik değişik ilim dallarında arîz ve amîk olarak üzerinde durulagelmiş bir konu: Bunlar feyiz ve tecellînin önemli birer buudu olmaları itibarıyla, hemen tedvin döneminden itibaren tasavvufçuların da sık sık başvurageldikleri mevzulardan olmuşlardır. Öyle ki, mutasavvifîn arasında “tecellî” denilince, daha çok vahiy ve ilham hatırlanmış, birincinin inkıtaa uğraması itibarıyla ortada muhaverelere mevzu olarak sadece ikincisi kalmıştır.
Birine bir şey anlatmak, ima ve işarette bulunmak, elçi göndermek, herhangi bir kimse ile bir başkasının duyamayacağı şekilde sırran konuşmak, kesb üstü bir yolla kalblere ilim ve mârifet ilka etmek, hatta sevk-i ilâhî diyeceğimiz çerçevede bazı ruhları ve daha değişik varlıkları farklı yönlere tevcih etmek ve onları bazı işlerde başarılı kılmak, belli hedeflere yönlendirmek.. gibi çok geniş kullanım alanları olan iki kelimedir vahiy ve ilham.
Usûlcülere göre vahiy; Allah’ın vasıtalı-vasıtasız peygamberlerine nezd-i ulûhiyetinden bazı bilgiler ilka etmesi veyahut mahiyeti bizim için meçhul bazı yollarla nebîlerin kalblerine attığı ruhânî bir kısım sözlerdir ki, vahyin her çeşidini görmüş, duymuş, yaşamış ve onu hakka’l-yakîn seviyesinde temsil etmiş Hazreti “Akrebu’l-Mukarrebîn” (aleyhi ekmelüttehâyâ) bunu: إِنَّ رُوحَ الْقُدُسِ نَفَثَ في رُوعِي – Rûhu’l-Kudüs kalbime üfledi.” şeklinde ifade ederek, hâdisenin ruhî bir alış veriş olduğunu ortaya koymasının yanında, bu alış verişin cereyanı konusunu ve tahakkuk keyfiyetini de sükût geçmiş ve müzakere dışı bırakmıştır.
Kalblere ilka veya üfleme diyeceğimiz vahiy, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelüssalâvâti ve eblağutteslîmât)’a değişik şekillerdeki tecellîlerinden, وَأَوْحَيْنَا إلى أُمِّ مُوسَى (Kasas, 28/7) âyetiyle ifade edilen Hazreti Musa (alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz’in annesinin kalbine üflenen ilham eksenli vahye, ondan da وَأَوْحَى رَبُّكَ إلى النَّحْلِ – Rabbin bal arısına da şöyle vahyetti.” (Nahl, 16/68) mazmunuyla anlatılan “sevk-i ilâhî” ve teshir mânâlarındaki ihsas ve iş’âra kadar pek çok çeşidiyle gayet geniş bir alanda cereyan eder.
Evet vahiy, bazen herhangi bir kelime ve cümle söz konusu olmadan sırf bir ses, bir işaret, bir ima ve kapalı bir telkinle de gerçekleşebilir ki, biz mutlak “vahiy” sözünü telaffuz ettiğimizde örf-ü şer’îde bilinenin dışında, bunlardan herhangi birini de kasdetmiş olabiliriz: فَأَوْحَى إِلَيْهِمْ أَنْ سَبِّحُوا بُكْرَةً وَعَشِيّاً – Onlara sabah akşam tesbihe devam ediniz işaretinde bulundu.” (Meryem, 19/11) veya وَإِنَّ الشَّيَاطِينَ لَيُوحُونَ إلَى أَوْلِيَائِهِمْ – Şeytanlar kendi dostlarına değişik telkin ve iş’ârlarda bulunurlar.” (En’âm, 6/121) âyetlerinde anlatılan vahiy, örf-ü şer’îdeki mânâsının dışında, işaret, telkin ve vesvese mânâlarına mahmuldür.
Örf-ü şer’îde vahiy, aşağıdaki şu üç husustan birine ircâ ile gerçekleşegelmiştir:
1. وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ أَنْ يُكَلِّمَهُ اللهُ إِلاَّ وَحْياً– Allah, insana vahiy yoluyla konuşur.” (Şûrâ, 42/51) fehvasınca, doğrudan doğruya murâd-ı sübhâniyesini has kullarının kalbine ilka etmekle..
2. أَوْ مِنْ وَرَائِى حِجَابٍ – Veya perde arkasından hitap ederek.” (Şûrâ, 42/51) mazmununca, Hazerât-ı Mustafeyne’l-Ahyâr’ın his ve kulak gibi zâhir ve bâtın alıcılarına emir ve isteklerini duyurmakla..
3. أَوْ يُرْسِلَ رَسُولاً فَيُوحِىَ بِإذْنِهِ مَا يَشَاءُ– Ya da aracı bir melek göndererek, dileklerini onun vasıtasıyla elçisine vahyeder.” (Şûrâ, 42/51) ferman-ı celilince de, belli bir şekil ve surete bürünmüş bir mutâ u emini vazifelendirmekle…
Evet, Cenâb-ı Hak emir ve mesajlarını, mükerrem ibâdı sayılan peygamberân-ı izâma, bu üç yoldan biriyle duyurmakta ve çoğunluk itibarıyla bu konuda bir melek istihdam ederek kendi sistemini insanlara talim buyurmaktadır. Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha bu emin vasıtanın Cibril olduğu üzerinde dururlar, işte böyle bir mutâ u eminle sunulan mesajların daha yüksek ve daha sağlam olduğu kabul edilir. Aynı zamanda, Allah’la peygamberleri arasında elçilik vazifesi gören böyle bir zat, vahiy gönderenin, gönderilenlere karşı şahidi mesabesindedir ve bu açıdan da, bu yolun bir vahiy şehrahı olduğu söylenebilir. Zaten başta Kur’ân ve Sünnet olmak üzere bütün dinî kaynaklar, vahyin enbiyâ-i izâma (alâ Nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm) ekseriyet itibarıyla bu şekilde ulaştırıldığı istikametindedir. Diğer taraftan, vahyin bir muamele-i kalbiye olduğunu söyleyenlerin sayısı da az değildir ve üzerinde durup düşünmeyi gerektirecek mahiyettedir. İşte bu şekildeki aşkın ve ulvî bir muamele, özel donanımlı kimselere Hakk’ın hususî bir teveccühüdür ve dünyada hiçbir mevhibe ile mukayese edilemeyecek kadar da yüksektir. Hakk’ın, seçkin kullarıyla böyle bir muamelesi, nebîde “vahiy” şeklinde, velîde de “ilham” keyfiyetinde tecellî eder. Tamamen semâvî ve metafizik televvünlü böyle bir mâide-i semâviyede, nebî, velî müşterek gibidirler. Ama vahiy, objektif hitap mânâsını ihtiva etmekte; şeffaf, şahitle müeyyed, dolayısıyla da bağlayıcı; ilham ise, hususî, yoruma açık, şahitsiz ve bu itibarla da ilzam edici değildir. Yani nebî vahyi Hak’tan telâkki ettiği gibi velî de ilhamlarını yine O’ndan almaktadır. Ancak velîye Cibril nâzil olmamakta, dolayısıyla da böyle bir mesaj mülzim bir hitap sayılmamaktadır.
Vahiy ve ilham, insanoğlunun melekî yanını ve fizikötesi derinliklerini işaretlemektedir. “ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي – Ona (Âdem) Ben kendi ruhumdan üfledim.” (Hicr, 15/29; Sa’d, 38/72) mantukunca Âdem (alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vetteslîmât)’in hilâfetle serfiraz kılınması, esbab-ı mâneviye plânında böyle bir nefhaya bağlı olduğu gibi,
” يُلْقِى الرُّوحَ مِنْ أَمْرِهِ عَلَى مَنْ يَشَاءُ – Allah, âlem-i emirden olan ruhu (vahyi) kullarından dilediğine indirir.” (Gâfir, 40/15) mazmununca, o aynı zamanda maddî-mânevî bir vesile-i hayattır.. evet ruh, hayatın biricik unsuru olduğu gibi, vahiy de insanlarda hayat-ı mâneviyenin en önemli vesilesidir. Hazreti Âdem (alâ Seyyidinâ ve aleyhissalâtü vesselâm)’in şahsında insanoğlu bu iki nimetle de payidar kılınmış, yani Âdem ve evlâtları, ilk nefha-i insaniye ile potansiyel halife yapılmış, sonra da bir kısım müstaidlerin vahiy ve ilhama mazhar kılınmasıyla kimileri nübüvvetle, kimileri de vilâyetle şereflendirilmişlerdir. Burada şöyle bir tevcih ve taksim de söz konusudur: Bu ilâhî nefha ile birinci derecede madde, insanî ruhla şereflendirilmiş; ikinci derecede vahiy ve ilham unvanıyla ifade edilen bu nefha sayesinde, insan tabiatı fena ve kötü huylardan arındırılarak, mehâsin-i ahlâk ile hakikî insan olmaya yönlendirilmiş; üçüncü derecede de bu seviyedeki insanlar, hususî tevcihlerle, ruhların uçuştuğu âlemin üveykleri hâline getirilmişlerdir.
Bu itibarla da denebilir ki, vahiy ile beslenmeyen nesillerin kâmil mânâda hayat-ı insaniyeleri söz konusu olmadığı/olamayacağı gibi, ilhamla köpürmeyen sînelerin de hakikî mânâda hilâfetle (yeryüzünde eşya ve hâdiselere müdahale imkânıyla Allah’a halife olma) serfiraz kılınmaları bahis mevzuu değildir. Aslında, insanların kalbî ve ruhî hayatları adına vahiy “olmazsa olmaz” bir esas; ilham ise, değişik asırların, değişik toplumların idrak seviyelerine göre onu açan, müphemâtını açıklayan ve mücmel yanlarını tafsil eden, muhtelif çağ ve muhtelif coğrafyaların ihtiyaçlarına karşı lütuflar tecellîsi şeklinde hususî bir teveccüh ve feyezândır. Kur’ânî renk ve desenle esip gelen, gerçek değerini Kur’ân ve Sünnet muvafakatına bağlayan; susarken kendi sınırlarında kalıp, Kur’ân’a saygıdan dolayı susan, konuşurken de O’nun referans çerçevesi içinde kalan; ama kat’iyen vahyi kendi hesabına konuşturmayan bu çok önemli menbâ, objektif ve zarurî bir bilgi kaynağı sayılmasa da, her zaman erbabı nezdinde bir “menhelü’l-azbi’l-mevrud” hizmeti göregelmiştir. Hatta bir kısım fuhûl-ü ulemâ onu, içtihad şartlarının mânevî bir rüknü gibi görmüş, “müctehedün fîh” çok meselede böyle bir feyezânı tercih ettirici bir sebep olarak değerlendirmişlerdir. Ehlullahın ona bakışları ve ona karşı duydukları saygı ise her türlü izahtan vâreste ve kullanma alanı da oldukça geniştir. Bu genişlik, biraz da mevcut bilgilerimizin dolu dolu değerlendirilmesine bağlıdır. Buna, ilmin amele dönüştürülmesi ve mârifetle derinleştirilerek ilâhî mevhibelere açık durulması da diyebiliriz. İsterseniz bunu, yağmurun arkasındaki rüzgârlara da benzetebilirsiniz. Bu rüzgârlar estiği veya estirildiği sürece, ilham sağanak sağanak yağmaya başlar, hiç olmazsa çisentileri eksik olmaz. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ ve etemmütteslîmât): “Bildikleriyle amel edene Allah, bilmediklerinin ilmini de ilham eder.” buyururlar ki, buna “kerâmet-i ilmiye” de demek mümkündür. Sebep durumunda ve mebâdî konumunda olan mücerret ilim, erbabınca “ilm-i zâhir” ve “ilmü’l-kesb”, ikincisi ise “ilm-i bâtın” ve “ilmü’l-irs ve’l-hibe” diye adlandırılmıştır.
Peygamberlerden başkasının ilhamı, Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha’nın muhkemâtına uygunluğu ölçüsünde kabule şâyân görülüp şer’-i şerife muvafakatı çerçevesinde tâlî bir esas sayılsa da, sübjektif ve vicdanî bir hâdisedir ve bağlayıcılığı da söz konusu değildir. Enbiyâ-yı izâma gelen vahiy ise; o, tamamen objektiftir; vicdan, nefis ve maddî ihsasların ötesinde vukuu kat’î ve “ilme’l-yakîn” derecesinde, hatta “ayne’l-yakîn” mertebesinde bir hâdise-i semâviye-i ilâhiyedir.. ve umumiyet itibarıyla da bir elçi vasıtasıyla gerçekleşmektedir. ” فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى – Derken Allah, kuluna vahyettiğini vahyetti.” (Necm, 53/10) âyetiyle anlatılan -bu, aynı zamanda vahyin geliş yollarından biridir- özel duruma gelince o, müstesna bir kurb kahramanına, vasıtalar üstü hususî bir teveccüh ve miraç hakikatinin ruhuna uygun semâvî bir iltifat ve ekstra bir armağandır.
Bu kabil hususî tebcil ve takdirlerin dışında vahiy, ilk nüzûlünde melek vasıtasıyla gerçekleştiği gibi, daha sonra da büyük ölçüde hep böyle bir muvâcehe ve mukabeleye bağlı cereyan etmiştir; cereyan etmiş ve çok defa bir melek aracılığı söz konusu olmuştur: Melek, getirdiği mesajları Peygamber’in kalbine ilka ettiği gibi, aynı zamanda, vahye esas teşkil eden Kur’ân âyetlerinin nasıl telâffuz ve tilâvet edileceği konusunda da Nebî’ye üstadlık ve rehberlik yapmıştır; nihâî durumu itibarıyla mefdûlün fâdıl’a, hususî bir mânâda muvakkat rüçhaniyetinin gereği bir rehberlik…
Muhyiddin ibn Arabî vahyi, cem’ makamından tafsil mertebesine doğru bir inkişaf sayarak, bu önemli tecellîyi kendi felsefesiyle izaha çalışmış ve neticede her şeyin, icmâlinden tafsile açılımdan ibaret olduğunu vurgulamak istemiştir. Bir başka esrar kahramanı ise, vahiy tecellîsini ilim hüviyetinden haricî vücud keyfiyetine intikal şeklinde yorumlamıştır ki, böyle bir yorumlamada ona, Hazreti İlm’in özel donanımlı bazı şahıslara hitap telâkkisi içinde vasıtalı-vasıtasız, ama mutlaka irâdî olarak feyezânı diyebiliriz.
İlham, i’lâma göre bâtınî bir bildirme olup, feyiz yoluyla kalbe ilka edilen ilim ve irfan demektir ki, şer-i şerifte hüccet ve delil sayılmadığı gibi ilzam ediciliği de söz konusu değildir. İ’lâmda, cehd ü gayret ve kesbin esas sayılmasına karşılık, ilhamda irade, cehd ü gayret ve kesbin şart-ı âdî plânında murââtları bahis mevzuu olsa da mesele tamamen mevhibe yörüngeli cereyan etmektedir. Ayrıca ilham, vahyin aksine büyük ölçüde vasıtasız kalbe ilka edilmekte ve hususî bir muhavere veya muhabere şeklinde gerçekleşmektedir ki, vasıta söz konusu olduğu durumlarda bile bu vasıtanın görülmesi, şehadeti ve rehberliği asla bahis mevzuu değildir.. evet; cumhura göre vahiy melekleri, peygamberlerden başkasına inmez, onlara görünmez ve onlara mesaj getirmezler…
İlhamın, ilham erleri ve bir de onlara güvenip itimat edenler için vuzuh ve inkişaf isteyen bazı konularda tenvir ve tavzih ölçüsünde müessiriyeti müsellem olsa da böyle bir tavzih ve tenvirin de Kitap ve Sünnet’e muvafakatları şarttır.
Aslında, hem vahiy hem de ilham, hususî donanımlı müstesna bazı fıtratlara Allah’ın özel bir ihsanıdır.. ve bu ihsandan maksat da, o ihsanın televvünleriyle kavlî ve hâlî murâd-ı sübhânîye tercümanlıktır: Nebî de, velî de bu âriye mazhariyeti, Hakk’ın murâdâtını anlatıp temsil etmede kullanır ve kat’iyen kendilerine bir pâye çıkarmayı düşünmezler.
Evet, Abdülvehhâb eş-Şa’rânî’nin de dediği gibi, Cenâb-ı Hak’tan gelen vahiy ve ilham feyezânının duyulup alınması, hususî bir tabiat ve donanıma vâbestedir. Böyle hususî bir donanım sayesinde ancak insanın beden ve cismaniyetinin belli buudları sayılan ve bir anlamda fena huyların da kaynağı kabul edilen bazı duyguları vazife-i fıtratlarıyla sınırlandırıp had altına almak mümkün olacaktır ki, insanın rûhânî derinlikleri inkişaf edip ortaya çıkabilsin. Mesâvi-i ahlâk kaynaklarına karşı böyle bir tavır alınması ve meâlîye açık insan ruhunun önünün açılması ölçüsünde, insanoğlu da, tıpkı rûhânîler gibi değişik tecellî dalga boyundaki esintileri duyacak hale gelerek, pek çok gaybî şeylere muttali olup zaman-mekân üstü bir ufka yükselebilir.
Peygamberler, bu sahanın erişilmez ve müstesna kahramanlarıdırlar. Bu müstesna kâmetlerden sonra da Hakk’ın yerde ve gökteki mükerrem ibâdı sayılan evliyâ, asfiyâ gelir ki, bunlar kendi içlerinde teşkil ettikleri ebrâr ve mukarrabîn sınıflarıyla, birer âhize ve nâkıle gibi, murâd-ı ilâhîyi alır, aldıklarını çevrelerine duyurur ve her zaman yoldakilere rehberlikte bulunurlar.
Kaynak: Kalbin Zümrüt Tepeleri / M.Fethullah Gülen