Allah gaye, insan yolcu ve yollar mahlukatın solukları sayısınca. İlâhî isimlere mazhariyet, yolcuların lütfî donanımları, onlara özel teveccühler, hizmet-i lâhikaya önceden iltifatlar, bu yolda çizgi belirleyici önemli esaslar.. hedefin Hak rızası olduğunda şüphe yok.. en büyük vesile O’nu bilip tanımak ve irşad unvanıyla başkalarına da duyurup tanıtmak. İstidatların değişik olmasından, kabiliyet ve karakterlerin farklılığından, mizaç ve meşreplerin tenevvüünden meydana gelmiş bir sürü yol-yöntem ve sistem var; muhkemât testli yol-yöntem ve sistem. Bu sistemleri kullanarak bu yollarda seyahat edenlerin hemen hepsi O’na yürüyor. Seferler bazen farklı noktalarda başlıyor; ama, misafirlik aynı şekilde gelişiyor ve yolculuk da gidip aynı atmosferin bir bucağında son buluyor.
Her yolcunun serhaddi, onun arş-ı kemalâtıyla mukayyet. Bütün yolcuların hareket noktaları tıpkı meydan, rıhtım, liman ve rampalar türünden birbirinden farklı olduğu gibi, aşılan menzil, ulaşılan alan, yakalanan ufuk, geçirilen ahvâl ve ikamet edilen makam hep aynı arsada gerçekleşse de, her biri ayrı bir ufukta rengârenk ve Cennet yamaçları gibi de değişik desenlerle bezeli.. bu iç içe, üst üste, yan yana, inişli-çıkışlı, geniş-dar, dümdüz-engebeli yollarda değişik yürüyüş tarzları ve farklı yürüme üslûpları var. İbtidâlar-intihâlar sayılmayacak kadar çok; ama öz itibarıyla da aralarında herhangi bir münâfât yok. Bir yolcuya göre müntehâ sayılan bir nokta bir diğerine göre mücerret talebe bağlı mebde gibi bir şey. Yollarda, yürüdüğünü zanneden, çok koşmuş ama hiç mesafe alamamış yorgun yolzedeler de var. Tabiî bunların yanında, uzay-zaman üstü ufuklarda dolaşan, ötelere azmetmiş seyyahların sayısı da az değil.
Aslında, eller sımsıkı “hablü’l-metin”de (kopmayan ipte), gözler ve gönüller de Kitap ve Sünnet’in muhkemâtında olduktan sonra, yollar hep Hakk’a uzanmakta ve yolcular da birer hak yolcusu. Konuma göre duruş ve yollarda farklı üslûplarla yürüyüş, dinin ruhundaki vüs’at ve yüsürden, içtihada açık alanların genişlik ve müsamahaya mübtenî olmasından, farklı isimlerin değişik tecellîlerinden ve istidatların tenevvüünden kaynaklanmaktadır. Ne olursa olsun, yolcuların hepsi O’na yürümektedir ve “hak yolcusu” tabiri de yollardaki bu seyyahların umumî unvanıdır. Fakir, bazen nüansları gözettiğim oldu/oluyor. Bazen de bunları nazar-ı itibara almayarak O’na yürüyen herkese hak yolcusu demede beis görmedim/görmüyorum.
Her Hakk’a yürüyene, inancının enginliği, islâmî anlayışının rasâneti, ihsan şuurunun derinliği, düşünce ufkunun zenginliği, vicdanının vüs’ati, zâhir-bâtın bütün havâssının kusursuz vazife görmesi, melekât-ı akliye ve ruhiyesini tam değerlendirebilmesi, seyr-i ruhanîsinde yükselebilme kapasitesine sahip olması, yürümeye “âlem-i halk”tan başlaması veya seyahatini “âlem-i emr”e bağlı götürmesi, safveti, samimiyeti, ihlâsı, azmi, kararlılığı ve Hakk’a karşı vefası itibarıyla birer ayrı isim verip her yolculuk türünü o unvanla yad etmek yerine –ki ben şahsen bunun pratik bir faydası olmadığı kanaatindeyim– mübtedî ve müntehînin izâfîliği mahfuz pek çok farklı kulvarlarda seyahat eden bu yolcuları tâlib, mürîd, sâlik, vâsıl başlıkları altında hulâsa etmenin daha uygun olacağını düşünüyorum. Ayrıca, hak yolcusunu bu birbirinden ayrı ama mutlaka birbiriyle irtibatlı unvanlarla arz ederken, tâlib için söz konusu olmasa da mârifet ufukları itibarıyla –derece farklılıkları mahfuz– mürîd, sâlik ve vâsıl unvanları yerine bazen “ârif” kelimesini kullandığımız da oldu/olacaktır.
Şimdi isterseniz, her biri değişik hususiyetleri aksettiren hak yolcusu ile alâkalı bu unvanları birer birer hecelemeye çalışalım:
Tâlib: İsteyen, arzu eden, bilgi, mârifet veya başka herhangi bir şeyi elde etmeye çalışana denir ki, daha çok ilim, mârifet ve hakikat… gibi hususların mebâdîlerini öğrenmeye müteveccih ve bu çerçevede gayret içinde bulunan, takip ettiği şeyleri elde edebileceği azmiyle oturup kalkan mübtedî hak yolcusu demektir. İşin başlangıcında bulunması itibarıyla, bu seviyedeki bir mübtedî yolcu bazılarınca küçük görülebilir; aslında mesele hiç de öyle değildir; zira sonraki bütün oluşumlar ve mazhariyetler, tâlibdeki böyle bir talebe bağlı meydana gelmekte ve o çekirdeğe bağlı filizlenip inkişaf etmektedir. Hz. Cüneyd, talebin çok önemli olduğunu ifade sadedinde مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ وَجَدَ “Talep eden, talebinde ciddî olan istediğini elde eder.”[1] buyurur ki, bu söz zamanla halk arasında umumî bir düstur hâlini almıştır.
Sofîler, tâlib kelimesini, tasavvuf mesleğine intisap eden, bir mürşidden el alan ve bir üstadın rehberliğine giren mânâsında kullanmışlardır ki, hak yolcularına mahsus dört özel unvanın ilkidir. Ne var ki, bazen tâlib, iradesinin hakkını verince birdenbire değişip mürîde inkılâp eder; sonra yürür sâlik ufkuna ulaşır ve Hakk’ın inayetiyle yükselir vuslat rüyaları görmeye başlar. Bazen de o, talebin dar ufkunda sıkışır kalır ve sürekli yol yorgunluğu yaşamasına rağmen asla mesafe alamadığı da olur. Zaten her önüne gelen de hemen tâlib olarak kabul edilmez ya; her şeyin bir âdâb ve erkânı olduğu gibi tâlib kabul edilebilmenin de kendine göre yolu-yöntemi vardır. Her namzet, hareketleri, genel tavırları, karakterinin böyle bir yolculuğa müsait olup olmayışı itibarıyla bir kâmil mürşid ve üstad tarafından usûlünce test edilir. Müsait görülürse, “Tut üstadın elinden, yürü Hakk’a!” denir. Böyle bir tevcihten sonra o artık bir tâlib ve aynı zamanda bir mürîd namzedidir. Yürür mürşidin rehberliğinde gönlüne açılan dünyalara.. ve pervaz eder istidadına yol veren şâhikalarda. Ne var ki, her şey hemen bununla da bitmez; tutunduğu ele –vasıtalık mülâhazasıyla– sımsıkı sarılması, girdiği yolda kararlı yürümesi, mesleğine can u gönülden bağlanması ve elindeki Hakk’ın esmâsını temâşâ edeceği o aynayı kırmaması; kırmaması ve bir nîm-nigâh ile hep O’na bakması gerekir. Muhammed Ali Hilmi Dede, tâlibe ait mülâhazalarını yukarıdaki çerçeveye yakın şöyle ifade eder:
Tâlib olan tutar mürşid elini,
Hakk’a verir ol dem can u dilini;
Tığ-ı bend ile bağlar mürîd belini;
Mürşidin bendini tutmak sezâdır.
Evet, tâlib, tâlib-i feyz-i Hudâ ise her zaman durması gerekli olan yerde durmalı, âşık-ı nur-i Hudâ da sürekli O’na müteveccih bulunmalıdır ki, onun talebi gerçek talep olsun ve Hazreti Murad’dan da teveccühler görsün. Hazreti Maksud u Murad yolunda iradesinin hakkını eda etmeye azmetmiş mürîde düşen de işte böyle bir duruş ve böyle bir teveccühtür.
Mürîd: Dileyen ve irade eden mânâlarıyla karşılığını vermeye çalıştığımız bir kelime.. sofilerce o, el tutan, birine intisap eden, mânevî hayatı adına bir kâmil insanın rehberliğine giren; dahası, şahsî istek ve dileklerinden vazgeçerek dinin emirleri çerçevesinde bir mürşid-i kâmil ve üstada teslim olup inkıyat eden hak yolcusunun unvanıdır ki –Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde temas edilmişti[2]– henüz sülûk yoluna girmemiş/girememiş dervişler hakkında kullanılan bir tabirdir.. ve bu unvan altında ulaşılan mertebelerin ilki de “fenâ fişşeyh” mertebesidir.
Muhyiddin İbn Arabî, mürîdi, kendi hesabına bakma, görme ve dilemeden tecerrüd etmiş, Allah’a müteveccih sâlik şeklinde tarif eder ki, bunlar erbâbı arasında bilinenden çok farklı şeylerdir. Ona göre hakikî mürîd, iradesini Allah’tan bilir; arzu ve temayüllerini de O’nun meşîetinin aksi sayar; başka bütün dilemeleri ve istemeleri ise tamamen izafî görür. Bu görüş ve duyuş şayet bir hâl ve zevk meselesi ise, ona kimsenin bir şey demeye hakkı yoktur; öyle değilse, burada “Usûlüddin” ulemâsının söyleyeceği bazı şeyler olabilir… Hz. Muhyiddin gibi düşünen zatlar, ulûm ve maarif konusunda “irade” deyip bir bakıma her şeyi insanî meyelâna bağlasalar da, ilâhî meşîetin söz konusu olduğu yerde hemen her zaman târik-i iradeyi tebcil ederler. Aslında bu kabîl şeylerdeki mütebâyin beyanlar biraz da zevk u şuhûd kaynaklıdır ve şahıstan şahısa, mizaçtan mizaca, hâlden hâle bir kısım farklılıklar arz edebilirler…
Mürîd, kime intisap ederse etsin asıl muradı, herkesin de maksudu ve matlubu olan Allah’tır. Ancak her mürîdin aynı olmadığı ve seyahatini farklı bir yörüngede sürdürdüğü de bir gerçektir: Mürîd vardır ki –buna “mutlak mürîd” derler– hiçbir hususta üstad ve mürşidine itiraz etmez, muhalefet sayılacak tavırlarda bulunmaz ve onun her dediğini hemen kabul eder, söylediği sözlere başka kapılarda delil aramaz. Mürîd de vardır ki, bu ölçüde hassas davranmasa da zâhir u bâtınıyla üstadının emrine tâbi olur ve artık farklı yol ve yöntem arama lüzumu hissetmez. Böyle birine de “mecâzen mürîd” demişlerdir. –Ona da mürîd denilecekse– bir mürîd de vardır ki, mürşidine zâhiren muvafakat içinde görünse de, onun gıyabında ve iç mülâhazalarında sürekli ona karşı muhalefet soluklar, farklı hareket etmede beis görmez ve hemen her zaman gelgitler yaşar. Sofiye böyleleri için de, dönek mânâsına “mürted” kelimesini yakıştırmışlardır.
Mürîdde aranan en önemli vasıflar sıdk, emanet, istikamet… gibi mukarrabînde bulunan sıfatlardır. Bir mürîd için doğru olma, doğru düşünme ve arz u semaca her zaman emniyetle yâd edilme, açık-kapalı her hâliyle çevresine güven telkin etme; bunların yanında iradesinin hakkını yerine getirip tam bir azim ve azimet insanı olma… gibi hususiyetler de onun önemli vasıflarından sayılagelmiştir.
Mürîd, henüz mebdede bir hak yolcusu olsa da, bir sülûk eri hassasiyetiyle her zaman şer’î kıstaslara saygılı, mârufa riayetkâr olmalı ve münkerden de olabildiğine uzak durmalıdır. Ezkaza bir münkeri irtikâp ya da bir mârufu terk ettiğinde de, Allah’ın sevmediği bir fiil ve bir davranışın isini-pasını üzerinde fazla taşımama, günah ve hatalara hakk-ı hayat tanımama mülâhazasıyla hemen bir tevbe, inâbe ve evbe kurnasının altına koşmalı; bir an evvel, kalb ve ruhunda yaralar açan o virüs ve o lekelerden mutlaka arınmalıdır.
Ayrıca, Hak yolunda olan ve her an O’nun rızasını arayan böyle bir yolcu, elinden geldiğince gönlünü o biricik Matlub’a bağlamalı; kesben olmasa da kalben mal-menâl düşüncesini, makam-mansıp sevdasını; hatta rahat etme arzusunu, mâsivâ muhabbet ve alâkasını gönlünden söküp atmalı; dahası, olma ile olmamayı, belli şeylere mazhariyetle onlardan mahrumiyeti, kazanma ile kaybetmeyi, gelenle gelmeyeni, kalanla gideni, kabulle reddi bir bilmeli ve ruh dünyasında bütün bu zıtları müsavî tutmaya çalışmalıdır.
Müntehâsı, harfiyen Rabbin iradesine uyup O’nun muradında erimek olan mürîdlik, mebdede de muallim ve üstada tam tebaiyetten geçer. Mürîdin, şer’-i şerif dairesinde yapılan tekliflere, “Bu niçin böyle?” demeden itaat etmesi, tavsiye edilen şeyleri hemen yerine getirmesi, üzerine aldığı evrâd ü ezkârı asla aksatmaması devamlılığa terettüp eden teveccüh ve iltifatlar açısından fevkalâde önemlidir.. ve aslında bunlar, Kitap ve Sünnet’e ittiba etme mevzuunda birer bileme, hazırlama ve onun hassasiyetini artırma ameliyeleri mesabesindedir. Üstadına veya mürşidine bağlılıkta iradesinin hakkını milimi milimine yerine getiren bir hak yolcusunun, Hakk’ın emir ve yasakları karşısında da ne denli duyarlı olacağı açıktır; elverir ki, aynayı güneşin yerine koymasın, vesile ve vasıtayı da gaye gibi görmesin…
Mürîdin, Allah karşısındaki tavrı, kendine ve diğer insanlara bakışı ve değerlendirmesi; ilâhî mevhibe, vâridât ve nimetler hakkındaki yorum, tevil ve takdirleri de fevkalâde önemlidir. Her şeyden evvel, o kendini herkesin dûnunda görmeli, böyle bir tespiti dayanaksız bırakmamak için de, nefsi hakkında tevsi-i tahkikat üzere tevsi-i tahkikat yapıyor gibi yanlışlarını derinlemesine gözden geçirmeli; gözüne ilişen kusur, hata ve günahlarını, gönlünde yeni işlenmiş gibi hep dipdiri ve canlı duymaya çalışmalı; her an, her saat, her gün kendisiyle meşgul olmalı ve başkalarının yakasından mutlaka elini çekmelidir. Varsa kendinde, gözüne, kulağına ilişen bir kısım meziyetleri, –müzekkâ olmadığından– onları da istidraç olabileceği mülâhazasıyla titreyerek karşılamalı; en büyük hizmetlerinden en içten ibadetlerine, en tahammülfersâ çilelerinden en zahmetli seyr u sülûk denemelerine kadar hiçbir hareket ve faaliyetinde ne kendinde bir şey görmeli ne de fevkalâdeden beklentilere girmelidir. Başından aşağıya sağanak sağanak boşalan –şayet boşalıyorsa– lütufları, “Değildir bu bana lâyık bu eltâf / Bana bu lütf ile ihsan nedendir.” (M. Lütfî) deyip her türlü mazhariyeti, ibtilâ olabileceği endişesiyle karşılamalı, liyakat düşüncelerini silip süpürüp kafasından atmalı; olmuş veya kendi kendine gelmiş şeyleri, nankörlük sayılmadığı durumlarda bir daha hatırlamayacak şekilde nisyana gömmeli, Hakk’a karşı küfran-ı nimette bulunmuş olma endişesini de bir kelâm-ı nefsîyle “tahdis-i nimet”e emanet edip işin içinden sıyrılıvermelidir. Aksine, böyle davranılmadığı takdirde çok defa kazanma yolu gider bir haybet çukuruna dayanır; mevhibe gibi görünen şeyler de birer hizlân sebebi oluverir.
Aslında, kalbi ve kafası mevhibe ve vâridât beklentisinde, hisleri fevkalâde zuhurlar peşinde olan bir mürîdin Cenâb-ı Hak’la sağlam bir münasebet içinde olması da düşünülemez. Nasıl düşünülür ki, o, bir “beyt-i Hudâ” olan gönlünü Hak’tan gayrı her şeyden temizleyip iç âleminde hep O’nunla meşgul olacağına, vazife ve sorumluluklarının dışında kendini aşan şeylerle vaktini israf etmekte ve sürekli, istek-talep inhirafları yaşamaktadır.
Mürîdin, Kur’ân’ın yeterliliğine, Sünnet’in Peygamber sesi-soluğu olduğuna itimat ve güveni sağlam olmalı; bu kaynakları bizzat kullanabilecek seviyede olmasa bile, onlara derin bir saygı içinde sımsıkı merbut bulunmalı, onlar vasıtasıyla aradığı her şeye ulaşabileceği inancını hep korumalı; hayatını Kur’ân’la içli-dışlı geçirmenin bir mazhariyet olduğunu düşünmeli ve bütün benliğiyle her zaman O’na yakın, maddî-mânevî, kalbî-ruhî yararı olmayan bilgi görünümlü dedikodulardan ve fantastik şeylerden de uzak durmalıdır.
Bir rehber vesâyetinde Hakk’a yönelmiş her irade eri ve aynı zamanda bir disiplin kahramanı sayılan her hak yolcusu, şahsî hayatından Rabbiyle münasebetlerine kadar her hususta dikkatli yaşamalı, kalbiyle davranışları arasında herhangi bir çelişkiye meydan vermemeli, her zaman temkinli davranmalı; az yemeli, az içmeli, az uyumalı, az konuşmalı; yiyip içmesini, uyuyup istirahat etmesini, konuşup başkalarına bir şeyler anlatmasını zaruret ve ihtiyaçlarla sınırlı tutmalı ve daha fazlasını israf sayarak her zaman durması gerekli olan yerde mutlaka durmalıdır. Evet, hakikî mürîd, nefsiyle muamelelerinde her zaman kararlı bir muhalefet sergiler; nefsine muhalefeti Allah’a kurbiyet vesilesi, onun arkasından sürüklenip gitmeyi de bir haybet ve hüsran sebebi sayar. Zaten hevâ ve hevesiyle barışık yaşayan birisi hakkında mürîd tabirini de mecaza hamletmişlerdir. Zira, murad ve maksuduna yönelmiş birinin, dönüp yeniden Hudâ’nın yerine hevâyı ikame etmesi, onun, yürüdüğü bu yoldan geriye dönmesi mânâsına gelir ki, bu da erbabınca riddet demektir. Mürîd teveccüh ettiği kapıda, yürüdüğü yolda hep sabit-kadem olmalı ve derin bir sadâkat ruhu sergilemelidir. Yoksa, daha işin başında iradesi adına yenik düşmüş birinin ne sadâkat ne emanet ne de istikametinden bahsedilemeyeceği gibi, o kapıda iğreti duran bu tür bir riddet namzedinin, ne ef’âl-i ilâhîyi tam ve doğru okuması ne esmâ-i rabbâniyeden bir şey anlaması ne de sıfât-ı sübhaniyeyi duyup kavraması söz konusu değildir. Onun her düşüncesi zann ü tahmin, her tavır ve davranışı da mürîdliği gibi yamuk-yumuktur.
Başta mürîd olmak üzere, hemen her seviyedeki hak yolcusu için şu hususlar da fevkalâde önemlidir:
Hak yolcusunun, “nefy-i vücud” esasına bağlılık çerçevesinde kendisini sıfırlaması, yürüdüğü yolda Allah’ın ilk mevhibelerini, santimini zayi etmeden veriliş gayeleri istikametinde kullanması, dünya adına hırslara girmeden mevcuda kanaat edip her zaman Allah’a güven içinde bulunması; hizmetlere mükâfat ve beklentilerin söz konusu olduğu yerlerde, nefsini bütün bütün unutup birileri tarafından görülür ve hatırlanırım endişesiyle bulunduğu yerden dahi birkaç adım geriye çekilmesi, çekilip gerilerin gerisinde durması; sa’yine terettüp eden iyiliklere kendi dışında bir kısım sebepler, saikler bulmaya çalışması; bazı olumsuz sonuç ve hezimetlerin ise, şöyle-böyle mutlaka altına girip “Bunlara ben sebebiyet vermiş olabilirim.” diyerek sorumluluğu üzerine alması ve kat’iyen atf-ı cürüm vartasına düşmemesi… evet bütün bunlar çok önemli esaslardır.
Bunlar kadar ehemmiyetli olan diğer bir kısım hususlar da şunlardır:
1. Hak yolcusu için her seviyede takva bir zâd-ı ahirettir. Sülûka niyet eden irade eri, “Uzun ve meşakkatli seferlerde mutlaka azık edinin ve bilin ki azığın en hayırlısı haramlardan korunma, mârufları yerine getirme mânâsına takvadır.” (Bakara sûresi, 2/197) fehvâsınca her zaman ne yapıp yapıp takva serasına sığınmalıdır.
2. Yolcu, amellerini hem Hakk’ın hem Cenâb-ı Risaletpenâhîleri’nin (aleyhi ekmelüttehâyâ) hem de ervâh-ı tayyibenin müşâhedesine arz ediyormuşçasına, yapıp ortaya koyduğu şeylerin kalbin sesi-soluğu olmasına fevkalâde dikkat etmelidir.
3. وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقينَ “Behemehal sadıklarla beraber olun.” (Tevbe sûresi, 9/119) mantukunca dost ve yârânı sadâkat ve emanet erbabından seçmelidir ki, bu herkes için yol emniyeti adına fevkalâde önemli bir esastır. Allah’a yakın duranlara yakın olma; kendini beğenmiş, her hâli kibir, gurur, bencillik ve iddia olan kimselerden –toplum içinde cepheler oluşturmama kaydıyla– uzak durma; uzak durup onların kirli atmosferlerine girmeme de “sedd-i zerâi” açısından ayrı bir önem arz etmektedir.
4. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat ve bütün insanlara gücü yettiğince merhamette bulunmak İslâmiyet’in gereğidir ve bunların hepsi de bu yolun âdâbındandır.
5. Hak yolcusu, Allah karşısında her zaman temiz bulunmaya çalışmalı, kendisine temiz olarak bahşedilen fıtratını kirletmeden korumalı, ezkaza bir kısım sürçmelere maruz kalırsa, yerinde bütün gönlüyle Rabbine teveccüh edip içini O’na dökerek, yerinde nefsini sorgulayıp kusurlarının hacaletiyle iki büklüm yaşayarak ve günde en az birkaç kez istiğfarla gürleyerek ruhundaki fenalık temayüllerinin kökünü kesmeli ve sürekli tetikte, teyakkuzda olmalıdır.
6. Riya, süm’a ve sun’î davranışlar hak yolcusunun her zaman uzak durması gereken öldürücü virüslerden sayılmıştır. Bir kalb, riyaya, süm’aya ve yapmacık davranışlara karşı mesafeli duramıyor, hatta onlardan hoşlanıyorsa, o kalbin balansı bozuk demektir. Böyle bir kalble tecellî avlanamaz ve o sine kat’iyen tecellî otağı olamaz.
7. Kalb, “bir beyt-i Hudâ”dır. Sahibi hatırına her şeyden temiz tutulmalıdır ki, insan, en hayatî yanını karartmasın ve böyle bir ziya kaynağına rağmen kendisine husuf-küsuf yaşatmasın.
İşte bu çerçevede, oldukça farklı, sorumlulukları çok, vâridâtı ebediyetleri peylemeye yetecek mahiyette, apaydın, fakat etrafı şerareli böyle birinin bir üstad, bir mürşid refakatinde seyahat etmesi, hem yol emniyeti bakımından hem de hedeften şaşmama açısından çok önemlidir. Ne var ki, konumu itibarıyla bir ayna, bir rehber vazifesi görecek olan üstad ve mürşid, hiçbir zaman bir merci, bir asıl gibi de görülmemelidir. Onun müteal bir varlık gibi algılanması, Peygamber makamına oturtularak bütün mevhibe ve vâridâtın kaynağı gösterilmesi ciddî bir inhiraf olduğu gibi, her şeyin asıl kaynağından gelen esintilere de set çekmesi kaçınılmazdır. Bununla beraber, üstad ve mürşide de ilâhî teveccühlerin birer perdesi, birer aynası olmaları itibarıyla saygıda kusur edilmemeli ve teveccühleri de hafife alınmamalıdır; zira rahmet ilinden esip gelen meltemler bizimle, onların atmosferinde buluşmakta, ilâhî feyizler ve bereketler o aynalarla bizlerin ruhuna aksettirilmekte ve onlar bizim için izzet ve azamete birer perdedarlık vazifesi görmektedirler. Onlar, çevrelerindeki kimselere, yerinde ziya, yerinde hava, yerinde su ve yerinde de toprak vazifesi görerek teveccüh edenlerin inkişaflarına vesile olmaktadırlar. Bu itibarla onların da doğru görülüp doğru okunması çok önemlidir. İsterseniz konuyu Enverî’nin bir dörtlüğüyle noktalayalım:
Rü’yet-i dîdâr-ı Hak’tan “len terânî” remzini,
Çeşm-i zârım aşkıyla “Tûr” olmayınca bilmedim.
Kisve-i Âl-i Abâ Enver hakikat sırrını,
Vuslat-ı mürşidle mesrur olmayınca bilmedim.
Bazıları mübtedîye mürîd, müntehîye de murad demişler; demiş ve birincisini bir çile ve meşakkat eri görmüş; ikincisini de, ilâhî cezb ü incizap mazharı bir inayet kahramanı şeklinde mütalâa etmişlerdir. Bana göre, mübtedînin mübtedîliği mürîdliğe bakan yanı itibarıyla, müntehîliği de sâlike uzanan ufku ve vuslatı hecelemesi açısındandır.
اَللّٰهُمَّ ﴿اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقيمَ﴾ وَأَفِضْ عَلَيْنَا مِنْ فَضْلِكَ الْعَظيمِ وَانْشُرْ عَلَيْنَا مِنْ رَحْمَتِكَ يَا رَحْمٰنُ يَا رَحيمُ.
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ أَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمينَ وَعَلَى اٰلِه وَأَصْحَابِهِ الطَّيِّبينَ الطَّاهِرينَ.
[1] el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/318. Yakın ifadeler için bkz.: İbnü’l-Cevzî, el-Müdhiş s.490; İbn Hacer, Mukaddimetü Fethu’l-bârî s.14.
[2] Bkz.: M.F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri 1/201.
Kaynak: Kalbin Zümrüt Tepeleri / M.Fethullah Gülen