Misafir Kalemler Sürgün yıllarının muavenet kahramanları | Reşit Haylamaz Hizmetten04/01/20200371 Görüntüleme ”Sayıları az da olsa görüp duymaya ve yapılagelen zulmü fark etmeye başlamışlardı ama yine de aralarında Ebû Cehil gibi insan suretli nefret küpü firavunlar vardı ve bela üstüne bela yağmaya devam ediyordu!’ Dr. REŞİT HAYLAMAZ | TR724 Sürgün yıllarının muavenet kahramanları Sıkıntı, mihnet, çile ve ıstıraplı günler, aynı zamanda kahraman üreten günlerdi. Daha farklı bir ifadeyle bu günler, tevazu ve mahviyetinden dolayı düne kadar fark edilemeyen nice yiğidin devleştiği aydınlık günlerdi. İmanın sürgün günlerinde de aynı tablo söz konusuydu. Evet, ortada tarifi imkansız bir çile ve katlanılması zor bir ıstırap vardı ama sıkıntıyı en başta çeken, şüphesiz Allah’ın Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) idi; kendi yaşadıklarından ziyade ashâbına revâ görülen bu haksızlık O’nu dilgîr ediyor, o hassaslardan daha hassas Rûh, onların ıstırabıyla da iki büklüm oluyordu! Şüphesiz Resûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) üzen her şey, çeyrek asır aynı kaderi paylaşan Hazreti Hadîce’yi de (radıyallahu anhâ) üzüyordu! O kadar ki kendi yaşadığı mahrumiyet ve sıkıntılarını unutmuş, başta Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) olmak üzere Şi’b-i Ebî Tâlib’in mağdur ve mazlum mü’minlerine nefes aldıracak yeni çareler aramaya başlamıştı. Bu yönüyle o (radıyallahu anhâ), yediden yetmişe herkesi bu mihnetten kurtarabilmek için çırpınıp duran, gözü pek ve gönlü de engin, yürekli bir “Ana” mesabesindeydi! Şi’b-i Ebî Tâlib sürgününde eli-kolu bağlı olanların yapabileceği bir şey yoktu; konumları ne olursa olsun attıkları her adım izleniyor, görüşmek istedikleri herkes mimleniyordu. Mekke idaresinin merkez üssü Dâru’n-Nedve’de Benî Muttalib’i temsil ettiği halde bu mihneti yaşamak zorunda kalan Hazreti Abbâs (radıyallahu anh), üç-beş kişi de olsa mağdurların sıkıntısını giderebilmek için Şi’b-i Ebî Tâlib’den çıkmış, Mekke’ye geliyordu. Ne yaparsın ki o gün, nereye baksa, hangi cihete adım atsa, karşısında bir Ebû Cehil duruyordu! Onun dünyasında, Fârân dağlarına çarpıp gelen ne çoluk çocuğun çığlıklarının ne de hasta ve yaşlıların yürek yakan iniltilerinin bir karşılığı vardı! O gün de öyle oldu; karşısına dikildi ve Hazreti Abbâs’a da geçit vermedi. Hazreti Abbâs’ın takıldığı yerde devreye, yine Hadîce Validemiz girdi. Zaten konumu, kredisi ve imkanları adına ne varsa, işin başından beri hepsini ortaya döken, eli uzanıp da nazı geçen herkesi harekete geçiren birisiydi. Uzaktan seyretmekle yetinmedi ve Ebû Cehil’in bu anlamsız çığırtkanlığına çare olması için amcası Muttalib’in torunu Zem’a İbn-i Esved’e haber gönderdi; “Şu Ebû Cehil, bizim istediğimiz yiyeceği almamıza bile engel oluyor!” diyor ve harekete geçmesini istiyordu. Onun haberini alan Zem’a İbn-i Esved, Ebû Cehil ile birlikte hareket ediyor olsa da Hadîce Validemiz’in hatırını kırmadı ve Hazreti Abbâs’ın imdadına yetişti; yanına yaklaştığı Ebû Cehil’e ağzına geleni söylüyordu! Başlangıçta horozlansa bile böylesine üst perdeden gelen bir tepki karşısında tırsan Ebû Cehil’e, kenara çekilmek düşmüştü; olup bitene anlam veremiyor ve kendi safındaki bir adamın, nasıl olup da böyle davrandığını anlamaya çalışıyordu. İşin aslı, Hadîce Validemiz’in vesilesiyle Allah (celle celâlühû), onları bir belâdan daha kurtarmıştı. Şüphesiz o gün Mekke’de, vicdan taşıyan başkaları da vardı. Mesela, Hişâm İbn-i Amr gibi Mekke’deki sakin hayatı yaşayan insaflı insanlar bile harekete geçmiş, kulaklarına kadar gelen masum çığlıklar karşısında duyarsız kalamamışlardı. Zaman zaman devesine yiyecek yükler ve Şi’b-i Ebî Tâlib’in yakınlarına kadar getirdikten sonra onu salar ve göndereni belli olmayan bir nimet olarak ihtiyaç sahiplerine ulaştırırdı. İhtiyaç o kadar fazla idi ki bir gece aynı işi üç defa yapmıştı ve bu da, Ebû Cehil’in ağına takıldı. Beklendiği gibi hemen kapısına üşüşmüş ve sorgulamaya başlamışlardı; “Ben size muhalefet edecek bir şey yapıyor değilim!” dese de kin tüccarlarını ikna edemiyordu. O kadar öfkelilerdi ki neredeyse Hişâm’ı öldüreceklerdi! Neyse ki imdadına, Ebû Süfyân yetişti; “Bırakın onu!” diyerek ağırlığını koydu ve ilave etti: “Ne var bunda? Şüphesiz o, akrabalık bağlarını nazara alarak yakınları için yapması gerekeni yapan bir adam! Allah hakkı için yemin ederim ki şayet bizler de onun yaptığını yapsak, hakkımızda daha iyi olacak!” Sayıları az da olsa görüp duymaya ve yapılagelen zulmü fark etmeye başlamışlardı ama yine de aralarında Ebû Cehil gibi insan suretli nefret küpü firavunlar vardı ve bela üstüne bela yağmaya devam ediyordu! Ne var ki yolların tutulmuş olması ve Ebû Cehillerin “paranoya” çizgisindeki teyakkuzları, ehl-i vicdanı yolundan etmeye yetmiyordu; cehalete inat onlar, her defasında yeni bir yol daha tutturur, yürüdükleri güzergahın bütün patikaları tutulmuş olsa bile hava-su gibi akıp sızacak başka mecralar bulur, ama mutlaka hedeflerine yürürlerdi! O günlerin baş kahramanlarından birisi de Hakîm İbn-i Hizâm idi; Hadîce Validemiz’in bir başka yakını oluyordu. Boykotun başladığı yıllarda Müslüman olmuş ama aynı âkıbeti yaşamak suretiyle elini-kolunu bağlatmamak için âşikâr kılıp bunu kimseye belli etmemişti. Zaten, işin başından beri, halasının ticari işlerini deruhte eden kilit isimlerden birisiydi. Ortamın yumuşadığı demleri kollar, gecenin karanlıklarında yol alır ve “sürgün günleri”ne yüklü develer gönderip Şi’b-i Ebî Tâlib’de ıstırap dindirirdi. Garîb ü gurebâyı sevindiren, mihnet ü cevri söndüren adımlardı bunlar ama bir gün, Hakîm İbn-i Hizâm’ın da yolu kesildi; karanlığın en koyu olduğu gecelerden birisiydi ve kimseye güvenmediği için nöbeti bile kendisi tutan Ebû Cehil, yoluna çıkıverdi! Belki de duymuş ve kendince “suç üstü” yapmıştı; hiddet ve hışımla üzerine yürüyor ve “Benî Hâşim’e yiyecek götürmek ha!” diyordu. “Vallahi ne sen elimden kurtulabilirsin ne de onlara yiyecek götürmene müsâade ederim! Göreceksin, seni Mekke’ye rezil edeceğim!” Bakış açısı bu kadar farklı olunca, sonuç ne kadar değişiyordu; elin oğlu, dünyanın en masum ve vicdanı olan herkesin alkış tutacağı işini, insanı rezil edecek bir fiil olarak görüyor, kin ve nefretiyle katladığı zulmünden bile haklılık devşirmeye çalışıyordu! Belli ki sözünün dinlenmemesine çok bozulmuş, üfürdükçe üfürüyor, ortalığı ayağa kaldırıyordu! Kin ve nefretin tavan yaptığı bir gece yaşanıyordu ve onun çıkardığı gürültüyü duyan, olay mahalline gelmeye başlamıştı. Gelenlerden birisi de Ebu’l-Bahterî idi; iman etmemişti ama insaflı bir insandı. Önce, “Aranızda ne oluyor böyle?” diyerek, bu kavga-gürültünün sebebini öğrenmek istedi. Onun da kendisini destekleyeceğine şüphesi olmayan Ebû Cehil, “Boyuna-posuna bakmadan, Benî Hâşim’e yiyecek götürmeye yeltenmiş!” diye karşılık veriyordu. Sabrın da bir sınırı vardı ve zulüm haddi aşınca ehl-i insaf saf değiştirirdi; o gece de öyle oldu. İnsanları açlıkla terbiye etmeye çalışan Ebû Cehil’in insanlık dışı bu tavrı, Ebu’l-Bahterî’yi de çileden çıkarmıştı; ona döndü ve “Yanında, halasına götürmek istediği bir yiyecek var ve sen onu götürmesine engel oluyorsun, öyle mi?” çıkıştı. Bununla da yetinmedi ve Mekke’nin kudretli liderine, “Çekil bu adamın yolundan!” diyerek açıktan posta koydu. Bu cephenin adamı değildi Ebu’l-Bahterî; ancak, inanmasa bile ayyuka çıkan zulmü görmüş ve insanlığa sığmayan mezalim karşısında saf değiştirmişti! Gerginliğin zirve yaptığı bir geceye şahit oluyordu Mekke; Şi’b-i Ebî Tâlib’in yolu, adeta buz kesmişti! Ne Ebû Cehil geri adım atıyor ne de Ebu’l-Bahterî duruşundan vazgeçiyordu! Derken aralarında ciddi bir kavga başladı. O kadar ki Hakîm İbn-i Hizâm da halası Hazreti Hadîce’ye götüreceği erzak da unutulmuştu! Derken iş, itiş-kakışa kadar gidince Ebu’l-Bahterî, eline geçirdiği çene kemiğini Ebû Cehil’in kafasına indirivermişti! Mekke’nin kudretli Amr İbn-i Hişâm’ının hiç beklemediği bir darbeydi bu; üstelik kendisini en güçlü hissettiği böyle bir günde ve ummadığı birisinden geliyordu! Sessiz de olsa damla damla teraküm eden insaf, vicdan kabını doldurmuş ve Mekke’de bir dönemin sonuna yaklaşılmıştı. Artık fiili bir durum vardı ve Ebû Cehil’in kafasına inen çene kemiği, o günün Mekke’sinde bir dönüm noktası oldu. Cesaret, cesaret doğurmaya başlamıştı ve bu hamle, ehl-i insaf başkalarını da harekete geçirmiş ve üç yıldır devam eden bu insanlık dışı muameleyi bitirebilmek için vicdanı olan üç-beş insan, kafa kafaya vermeye başlamıştı. Şüphesiz, sürgün yıllarının muavenet kahramanları, sadece Hazreti Abbâs, Hakîm İbn-i Hizâm ve Hadîce Validemiz’den ibaret değildi; onlar, Ebû Cehil’in paranoyasına takıldıkları için bilinir oldular! Diğer tarafta Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Osmân gibi kim bilir ne cömert, civanmert ve hasbi muavenet kahramanı vardı ki şartların uygunluğunu kollayıp esbaba tevessülde ortaya koydukları titizlikleri sayesinde hedeflerine ulaştıkları için fark edilmedi ve dolayısıyla da kayda geçmediler! Zaten, böylesi hassas günlerde önemli olan, görünebilir olmak ve insanlar nezdinde “kayda geçmek” değil, Rahmân’ın rahmet yüklü sofrasına, sadece O’nun (celle celâlüh) kaydıyla gitmek değil midir? Dr. Reşit Haylamaz | TR724