Sünnetin Tesbitine Tesir Eden Âmiller

Yazar Egeli

Sahabe, sünnetin ehemmiyetini çok iyi kavramıştı. Çünkü, Kur’ân-ı Kerim, Allah Resûlü’ne iniyor, O’nun tarafından tebliğ ediliyor, açıklanıyor ve yaşanıyordu ki, anlamanın bütün faktörleri mevcuttu.

1. Kur’ân’ın Sünnete Teşviki

وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا وَاتَّقُوا اللّٰهَ إِنَّ اللّٰهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ “(Farz, vacib, sünnet, müstehab, âdâb adına) Resûl size ne getirmişse onu alın ve sizi neden menediyorsa, ondan da kaçının.”[1] buyuruyordu.

Âyette geçen ve meçhul şey ifade eden مَا ism-i mevsûlüyle ister vahy-i metlüv adına Kur’ân olsun, isterse vahy‑i gayr‑i metlüv adına kudsî hadis ve hadis olsun, Resûl’ün getirip tebliğ ettiği her şeyi, ف edatıyla da, bunlara behemehal ittiba ve itaatin vacib olduğunu ortaya koyuyordu. Aynı şekilde, ister Kur’ân yoluyla, isterse içtihatları, yorumları ve tefsirleriyle Allah Resûlü’nün nehyettiği her şeyden de kaçınılması gerektiği sarâhatini veriyordu ki, âyetin devamında: “Allah’tan korkun!” diyerek, bunun bir takva meselesi olduğunu ve kılı kırk yaran bir hassasiyetle görülüp gözetilmesi gerektiğini hatırlatıyordu.

Sahabe bunu çok iyi anlıyor ve Resûlullah’ın her sözüne, her fiil ve takrîrine uymakla takvanın kazanılabileceğini, yani Allah’ın vikayesine girilebileceğini düşünüyor ve hayatını hep O’nun vesâyetinde sürdürüyordu. Zaten, âyetin sonu ki: “Şüphesiz, Allah’ın ikâbı çok şiddetlidir!” tehdidini de gündeme getirdiğinden, sahabi gibi kurbet kadrosunun böyle bir riske girmeleri asla söz konusu olamazdı.

Keza: لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللّٰهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللّٰهَ وَالْيَوْمَ اْلأَخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَثِيراً “Şüphesiz, Resûlullah’ta sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir misal vardır.”[2] âyet-i nurefşânı, şu eğri büğrü yollarda, şu binbir badire içinde, şu iç içe handikaplar ağında ve gaileli yürüyüşte ancak Resûlullah’ın sünnetine temessükle sahil‑i selâmete çıkılabileceğini ilan ediyordu ki, O’nu bulan ve uğrunda seve seve can veren sahabe-i kiram hazeratı, ancak O’nun gemisine binmekle kurtulunacağını ve ötelerde O’nun gözlerinin içine bakılıp, O’nun işaretlerine göre hüküm verileceğini, kendisine: “Bunlar için sen ne diyorsun yâ Muhammed?” diye sorulduğunda, O’nun, başını yere koyup: “Ümmetî! Ümmetî!” diye onları isteyeceğini ve kendisine Huzur-u İzzet’ten hitap tecellî edip: يَا مُحَمَّدٌ اِرْفَعْ رَأْسَكَ، وَسَلْ تُعْطَهْ، وَاشْفَعْ تُشَفَّعْ “Yâ Muhammed, kaldır başını, iste verilecek, şefaat et kabul olacak!”[3] denileceğini çok iyi biliyorlardı ve âdeta, ellerindeki Cennet’e girme varakalarını O’na vize ettirir gibi, O’nun kapısına yöneliyor.. berzahta, mahşerde, sıratta O’nun tanımadığı kişilerin takılıp yollarda kalacağından derin endişe duyuyorlardı.

Bu itibarla, O’nun attığı her adımı, her hareketi, söylediği her sözü yüz işmizazlarına, tebessümlerine ve el işaretlerine varıncaya kadar takip ediyor, belliyor, yaşıyor ve naklediyorlardı. Zaten, bizzat O’nun fem-i mübarekinden şu müjdeyi de işitmişlerdi ki, başka türlü hareket etmeleri de mümkün değildi:

نَضَّرَ اللّٰهُ امْرَأً سَمِعَ مِنَّا حَدِيثاً فَحَفِظَهُ حَتَّى يُبَلِّغَهُ غَيْرَهُ “Allah, bizden bir söz işitip onu muhafaza edenin ve sonra da bir başkasına tebliğ edenin yüzünü (bazı yüzlerin ağarıp, bazılarının kararacağı günde) ak etsin ve güldürsün!”[4]

Bir başka rivayette ise: نَضَّرَ اللّٰهُ عَبْداً سَمِعَ مَقَالَتِي فَوَعَاهَا ثُمَّ بَلَّغَهَا عَنِّي “Allah, benim sözümü işitip, belledikten, (ruh ve vicdanının kültürü hâline getirip, mahiyetiyle bütünleştirdikten) sonra, onu tebliğ edenin yüzünü ak etsin ve güldürsün!”[5]

2. Resûlullah’ın Teşviki

Yukarıdaki hadisinde de görüldüğü üzere Efendimiz, sünnetinin bellenmesini ve başkalarına tebliğ edilmesini teşvik ediyor ve böyle yapanlara da duacı oluyordu. Çünkü, vazifesinin ve getirdiği dinin temâdisi ancak bununla mümkün olabileceği gibi, insanların kurtuluşu da buna bağlıydı.

Mekke’nin fethinden az önce, Rabîa kabilesinden Abdü’l-Kays heyeti Resûlullah’a gelerek: “Yâ Resûlallah, biz sana çok uzak mesafelerden geliyoruz. Aramızda Mudar kâfirlerinden falan kabile var. Bu yüzden de haram ayların dışında sana gelmemiz mümkün değil. Bize kısaca bir şeyler emret de, arkada bıraktıklarımıza haber verelim, verelim de o sebeple biz de Cennet’e girelim!” dediler.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), onlara bazı şeyler emretti, bazı şeyleri de yasakladı ve sözlerini şöyle bağladı: اِحْفَظُوهُ وَأَخْبِرُوا بِهِ مَنْ وَرَاءَكُمْ “Bunları hıfzedin ve arkanızdakilere de haber verin!”[6]

Yine, Veda Hutbesi’nin sonunda: “(Sözlerimi) Burada bulunan, bulunmayana tebliğ etsin.”[7] buyurdukları gibi, sahih bir hadislerinde de, bildiği bir şeyi gizleyip tebliğ etmeyeni: مَنْ سُئِلَ عَنْ عِلْمٍ ثُمَّ كَتَمَهُ أُلجِِْمَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ بِلِجَامٍ مِنْ نَارٍ “Bir kimseye bildiği bir şeyden sorulur da, o da bunu gizlerse, kıyamet günü kendisine ateşten bir gem vurulur.”[8] şeklinde tehdit etmişlerdi.

Sahabe-i kiram, sünnetin kıymetini takdir ettikleri gibi, onu tebliğ ve nakletmenin ehemmiyet ve lüzumuna da çok iyi inanmışlardı. Onlar Efendimiz’in teşvikleri karşısında coşup, tehditleri karşısında ürpermenin yanında bizzat Kur’ân‑ı Kerim’in, bildiğini ketmedenlere tehditlerini de öyle anlıyor ve bu değişik saiklerle sünnetin neşrine fevkalâde ihtimam gösteriyorlardı.

Evet onlar: إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ الْكِتَابِ وَيَشْتَرُونَ بِهِ ثَمَنًا قَلِيلاً أُولَئِكَ مَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ إِلاَّ النَّارَ “Şüphesiz, Allah’ın kitabdan indirdiğini gizleyen ve onu az bir paha karşılığı satanlar var ya, işte onlar, karınları dolusu ateşten başka birşey yemezler.”[9] gibi âyetlerin şiddetli tehditlerini de iliklerine kadar duyuyor, hissediyor ve kitabı da sünneti de hakkıyla belleyip, hakkıyla eda etmeye ve başkalarına tebliğe çalışıyorlardı.

Ayrıca Efendimiz, Kur’ân’ı talim ettiği gibi, kendi sünnetini de aynı titizlikle talim buyururlardı. İbn Mesud Hazretleri: “Bize, Kur’ân âyetlerini talim eder gibi, Tahiyyât’ı da talim ederdi.”[10] bir başka sahabi de: “Kur’ân âyetlerini talim eder gibi, istihâre duasını talim ederdi.”[11] demektedir.

Allah Resûlü, söylediklerini herkes bellesin diye ağır ağır konuşur ve söylediği şeyleri ekseriya üç defa tekrar ederdi… Bu hususta Hz. Âişe Validemiz (radıyallâhu anhâ): “Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), sözü -sizin birbirinize zincirleme söylediğiniz gibi değil- ayıra ayıra söylerdi; saymak isteyen, O’nun kelimelerini sayabilirdi.”[12] der.

O, bununla da kalmaz, ashabına sunduğu her şeyin, bir araya gelinip karşılıklı gözden geçirilmesini ve müzakere edilmesini teşvik ederlerdi. Bu mevzu ile alâkalı bir hadis‑i şeriflerinde meselenin ehemmiyetine parmak basarak şöyle buyururlar:

وَمَا اجْتَمَعَ قَوْمٌ فِي بَيْتٍ مِنْ بُيُوتِ اللّٰهِ، يَتْلُونَ كِتَابَ اللّٰهِ، وَيَتَدَارَسُونَهُ بَيْنَهُمْ إِلاَّ نَزَلَتْ عَلَيْهِمُ السَّكِينَةُ غَشِيَتْهُمُ الرَّحْمَةُ وَحَفَّّتْهُمُ الْمَلاَئِكَةُ وَذَكَرَهُمُ اللّٰهُ فيِمَنْ عِنْدَهُ

“Herhangi bir cemaat, Allah’ın evlerinden bir evde toplanır, Allah’ın kitabını tilâvet eder ve aralarında onu müzakere mevzuu hâline getirirlerse, şüphesiz üzerlerine huzur ve sekîne iner, rahmet kendilerini kaplar, melekler onları kuşatır ve Allah Teâlâ onları nezdindeki hayırlı topluluk arasında zikreder.”[13]

Resûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu şekilde değişik hadisleriyle ashabını Kur’ân ve Kur’ân’ın tefsiri mahiyetindeki sünnetini belleme ve müşterek mütalâa etme mevzuunda devamlı teşvik buyurmuşlardır.

3. Sahabe-i Kiramın İştiyakı

Allah Resûlü’nün ashabı, gerek kitabı, gerekse sünneti öğrenme, müzakere etme ve nakletme hususunda alabildiğine hâhişkâr idiler. Evet, onlar, kendilerini bir ateş çukurunun kenarında yakalayıp, berd ü selâma çıkaran Allah Resûlü’nün, hayat veren o nurlu sözlerini, fiillerini, takrîrlerini belliyor ve bunları sürekli aralarında müzakere ediyorlardı. Bu hususta Enes b. Mâlik:

كُنَّا نَكُونُ عِنْدَ النَِّبيِّ * فَنَسْمَعُ مِنْهُ الْحَدِيثَ فَإِذَا قُمْنَا تَذَاكَرْنَاهُ فِيمَا بَيْنَنَا

“Biz, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında otururken, O’ndan bir söz işitir, yanından ayrılınca da, onu aramızda anar ve müzakere ederdik.”[14] demektedir. Aynı şekilde, bilhassa Suffe Ashabı, gecelerini namaz kılarak, Kur’ân okuyarak ve ders yaparak geçirirlerdi; o kadar ki, bazen yetmişinin birden, bir muallimin etrafına toplanıp, sabaha kadar ders gördükleri olurdu.

Bir de bu ışık topluluğu Efendimiz’den aldıkları:

مَنْ جَاءَ مَسْجِدِي هَذَا، لَمْ يَأْتِهِ إِلاَّ لِخَيْرٍ يَتَعَلَّمُهُ أَوْ يُعَلِّمُهُ، فَهُوَ بِمَنْـزِلَةِ اْلْمُجَاهِدِ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ

“Benim bu mescidime gelen hayır için, hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelir. Böyle bir kişi, Allah yolunda mücahede eden kişi mevkiindedir.”[15] gibi teşviklerle, O’ndan öğrenip bellediği her şeyi, bir ibadet neşvesi içinde başkalarına taşıyor ve bu kevserden herkesin yararlanmasını istiyorlardı. Hem de sadece erkekler değil, kadınlar bile aynı hâhişkârlığı gösteriyor ve erkeklerden geri kalmamaya çalışıyorlardı.

Kadınlar, namazda erkekler ve çocuklardan sonra saf bağladıklarından, çok defa Efendimiz’in söylediklerini duyamıyorlar, hatta mescidi bütünüyle erkekler doldurunca da dışarıda kalıyorlardı. Bundan ötürü kaç defa gelip: “Yâ Resûlallah, sözlerini dinlemek için, erkeklerden bize yer kalmıyor. Bize ayrı bir gün tahsis buyursanız.”[16] diye ricada bulunuyorlardı. Efendimiz de bunların ricasını kırmıyor ve onların herhangi bir günde, herhangi bir yerde toplanmalarını emir buyurarak, kendilerine gerekli hususları talim ediyorlardı.

Ezvâc-ı tâhirât, kadınlık âleminin muallimeleriydiler. Sabah-akşam Resûlullah’la beraber olan bu nezih kadınlar, Kur’ân’dan, sünnetten öğrendikleri şeyleri, kadınlık âlemine intikal ettiriyorlardı. O’ndan duyduklarını, gelecek nesillere intikal ettirmek için, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), mübarek solukları sürekli onların ruh ciğerlerine doluyordu. Bu soluklar, Hz. Safiyye Validemiz’le ta Hayber’e, Meymûne Validemiz’le Âmir İbn Sa’saaoğulları’na, Ümmü Seleme ile Mahzumoğulları’na, Ümmü Habîbe ile Emeviler’e, Hz. Cüveyriye ile de Mustalikoğulları’na gidip ulaşıyordu.

Bu pâkize kadınlar, Allah Resûlü’nden her gün öğrendikleri yeni yeni şeyleri kendi kabileleri arasında naklediyorlar ve mevkilerinin gerektirdiği mürşidelik, muallimelik vazifelerini bihakkın yerine getiriyorlardı. Bu değişik kabileler de, Efendimiz’in hane-i saadetlerinde bulunan “Ezvâc-ı Tâhirât” nam temsilcileriyle şeref duyuyor ve iftihar ediyorlardı.

4. İz Bırakan Sözler ve Unutulmayan Hâdiseler

Resûl-i Ekrem, çok defa öylesi hâdiseler münasebetiyle ve öyle şartlar altında irad-ı kelâmda bulunuyorlardı ki, o şartlarla koordinatlanan sözlerin bellenmemesi ve bellendikten sonra da unutulması mümkün değildi. Hâdiseler, her zaman hatırlanacak ve kendilerini hissettirecek ağırlıkta idi.. ve her hatıra gelişlerinde de onlar vasıtasıyla irad edilen sözlerin tahatturuna vesile oluyorlardı.

Şimdi, bu hususla alâkalı birkaç misal arzedelim:

1. Allah Resûlü’nün mânevî kardeşi Osman İbn Maz’un vefat etmişti. Allah Resûlü, herhangi bir cenaze için fazla ağlamazdı ama, Hz. Hamza (radıyallâhu anh) gibi, Osman İbn Maz’un için de çok ağlamıştı. Hatta denebilir ki; onu su ile yıkamadan önce, Cennet kevserlerinden daha değerli olan kendi gözyaşlarıyla yıkamış ve aynı zamanda eğilip, mübarek dudaklarını onun alnında gezdirmişti. Bütün bunları gören bir kadın: “Ne mutlu sana Osman, Cennet’te bir kuş oldun!” deyince de, hemen tavrını değiştirmiş ve o kadına dönerek: “Ben peygamberim, kendime ne olacağını bilmiyorum; sen ne biliyorsun?” demişti ki, insan üzerinde şok tesiri yapan böyle bir hâdisenin ve hele bu hâdise münasebetiyle Allah’a karşı birini temize çıkarmanın kimseye düşmeyeceği: “Vallahi, bundan böyle kimseyi tezkiye etmem!”[17] diyen o kadın ve orada bulunan diğer sahabilerin unutmasına imkân var mıdır.

2. Hem meselâ; Uhud Savaşı’nda Kuzman, çok iyi savaşmış ve kendini bomba gibi müşrik topluluklara çarpmış ve çarptığı her topluluğu da darmadağın etmişti. Onun böyle civanmertçe savaştıktan sonra öldüğünü görenler, şehit olduğuna hükmetmişlerdi. Buna karşılık Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise: “Hayır, o Cehennem’dedir!” buyurmuşlardı. Neden sonra yanına gelen biri, yaralarının acısına dayanamayarak intihar ettiğini; veya ondan: “Ben, dinim için değil, sadece soy gayretiyle savaştım.” sözlerini işitecek ve işin perde arkasını anlayacaktı. Şimdi, Uhud Savaşı anıldıkça bu hâdiseyi ve Resûlullah’ın bu münasebetle irad buyurdukları: “Allah, bu dini bir fâcirle de teyit eder.”[18] sözünü hatırlamamak mümkün mü?

3. Emîrü’l-mü’minîn, halife-i rûy-i zemin Hz. Ömer İbnü’l-Hattab naklediyor:

لَمَّا كَانَ يَوْمُ خَيْبَرَ أَقْبَلَ نَفَرٌ مِنْ صَحَابَةِ النَّبِيِّ r فَقَالُوا: فُلاَنٌ شَهِيدٌ، فُلاَنٌ شَهِيدٌ. حَتَّى مَرُّوا عَلَى رَجُلٍ فَقَالُوا: فُلاَنٌ شَهِيدٌ، فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ r: كَلاَّ، إِنِّي رَأَيْتُهُ فِي النَّارِ، فِي بُرْدَةٍ غَلَّهَا أَوْ عَبَاءَةٍ. ثُمَّ قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ r: يَا ابْنَ الْخَطَّابِ! اِذْهَبْ فَنَادِ فِي النَّاسِ أَنَّهُ لاَ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ إِلاَّ الْمُؤْمِنُونَ

“Hayber günü, Resûlullah’ın ashabından birkaç kişi gelerek: ‘Falan şehit, falan şehit.’ dediler. Sonra, (vurulup yere düşmüş) birine rastlayıp, ‘Falan da şehit olmuş.’ diye söylendiler. İşte o zaman Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) müdahele etti ve: ‘Hayır, ben onu ateşte gördüm; çünkü o, daha taksim edilmeden ganimet malından bir bürde almış.’ açıklamasında bulundu ve sonra da bana: ‘Ey Hattaboğlu, halkın arasına gir ve: ‘Cennet’e mü’minlerden başkası; yani inanan, iman ve emniyetin temsilcisi olanlardan başkası giremez.’ diye seslen.’ buyurdu.”[19]

Evet, şehit dendikçe, Hayber’den söz açıldıkça, ganimetlerden bahsedildikçe ve Cennet’e gireceklerin vasıfları söz konusu edildikçe, sahabe, hep bu vak’ayı ve bu vak’a münasebetiyle irad buyurulan hadis-i şerifi nasıl hatırlamamazlık eder ki?

Evet, hadis-i şerifler ve sünnete ait kudsî hakikatler, hâdiselerle öylesine, zihinlere, ruhlara perçinleniyordu ki, aradan yıllar ve yıllar geçse de onların hafızalarından silinmesi mümkün değildi. Evet onlar, duyduklarını unutmadılar. Aksine ruhlarının derinliklerine işlediler, dimağlarına nakşettiler ve hiçbir şey eksiltmeden gelecek nesillere aktardılar.

4. Sahabe-i kiram, Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı fevkalâde edepliydi.. ve bu edepleri de mârifetleriyle mebsûten mütenasipti. Bazen O’na birşey sormaya bile hayâ ederlerdi de O huzurun edebini bilmeyen birisi gelsin, bir şey sorsun diye beklerlerdi.

Derken bir gün, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzurunda otururlarken bir bedevî, (Dımam b. Sa’lebe) içeri girdi ve bir hayli kabaca: “Hanginiz Muhammedsiniz?” dedi. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), ashabı arasında sırtını bir yere dayamış oturuyordu ve sahabe: “İşte, şu sırtını duvara dayamış olan beyaz tenli insan!” diye karşılık verdi. Adamcağız, bu defa: “Ey Abdülmuttalib’in oğlu!” diye hitab etti. Efendimiz: “Seni dinliyorum.” buyurdular. Adam: “Sana bazı şeyler soracağım; ama, soracaklarım pek ağırdır, sakın gönlün benden incinmesin!” dedi. Efendimiz de: “Aklına geleni sor!” buyurunca, Dımam: “Senin ve senden evvelkilerin Rabbi aşkına söyle: Allah mı seni bütün bu halka peygamber olarak gönderdi?” Efendimiz: “Evet!” buyurdu. “Allah aşkına söyle, bir gün bir gece içinde beş vakit namaz kılmayı sana Allah mı emretti?” Efendimiz: “Evet!” cevabını verdi. Adam, orucu, zekâtı da aynı şekilde sorup, hep “Evet!” cevabını aldıktan sonra: “Sen Allah’tan ne mesaj getirdinse, ben ona iman ettim. Kavmimin geride kalanlarına da elçiyim. Ben, Sa’d b. Bekr kabilesinden Dımam b. Sa’lebe’yim.” açıklamasında bulundu.[20]

Şimdi, bu vak’ayı ne Dımam b. Sa’lebe’nin, ne kavminin, ne de o gün mecliste bulunup da, önce onun saygısızlığını, sonra da gözleri yaşartacak imanını gören sahabe-i kiramın unutması mümkün mü? Hayır; asla ve kata. Bunca şok hâdise ile zihinle bütünleşen bir şeyin unutulması mümkün değildir.

5. Bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Übey b. Ka’b’ı çağırdılar ve: “Sana Beyyine sûresini okumamı, Allah bana emretti.” buyurdular. Übey b. Ka’b Hazretleri: “Allah sana benim ismimi de andı mı?” diye sordu. Efendimiz’de: “Evet, andı.” cevabını vermesi üzerine gözleri yaşla doldu ve: “Demek, Rabbülâlemîn katında anıldım!”[21] dedi.

Bu hâdise, Übey ve ailesi için öyle bir şerefti ki, aradan bir asır geçtikten sonra torunu: “Ben, Allah’ın, kendisine Beyyine sûresini okumasını Resûlü’ne emrettiği zatın torunuyum!” diyecekti.. Bunu unutmak, ne Übey için, ne ailesi, ne de çocukları ve torunları için mümkün değildi.

5. Sahabenin Dikkat ve Ciddiyeti

Bunlardan başka sahabe-i kiram, o işe programlanmışcasına, Kur’ân’ın ve sünnetin bir harfinin bile zayi olup gitmesine tahammülleri yoktu. Aslında, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bu mevzuda aynı tehâlükü gösteriyordu. Vahyi yakalamak, bir tek harfini olsun zayi etmemek için dilini dudağını oynatıyor ve değişik tavırlara giriyordu. Bu O’nun, henüz tam teminat almadığı günlere ait, vahiy emanetine karşı gösterdiği beşer üstü gayretti. Bu sebeple, “Onu hemen yakalayayım diye acele edip, dilini oynatmana ve bu şekilde kendine eziyet etmene gerek yok; onu senin sinende toplamak da, okutmak da Bize aittir.”[22] mealindeki âyet inmiş ve O’nun temiz tabiatının derinliklerinde yatan, O’na mahsus itminan üstü itminanı ortaya çıkarmıştı.

Evet, nasıl ki Efendimiz, vahiy mevzuunda bu denli tehâlük gösteriyordu; öyle de sahabe-i kiram hazerâtı da, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ağzından çıkacak tek bir harfin bile zayi olup gitmemesi için ölesiye bir tehâlük gösteriyorlardı. Onlar bütünüyle: “Bu, bir daha ele geçmez bir fırsattır; insan hayatta bazı şeyleri değerlendirme turnikesine bir sefer girer; girer ve onun karşısında bir hedef konur ve bu hedefe bir defa ok atma fırsatı verilir. Aman, okumuzu iyi atalım, isabet ettirelim ve bu büyük fırsatı zayi etmeyelim.” düşüncesindeydiler. Çünkü, Allah Resûlü kendilerine dinlerini açıklıyor ve öğretiyordu. Onlara Kur’ân’ın tefsirini sunuyor ve ebedî hayatı kazandıracak düsturları talim ediyordu. Dolayısıyla onlarda, kapalı hiçbir şey kalmasın istiyorlardı.

Emevi hilâfetinin daha ilk yıllarında, İslâm askerleri İstanbul surları önünde savaşıyorlardı. Bu arada, bir yiğit, yalın kılıç ortaya atılmış, sağa sola koşuyor ve düşman saflarına saldırıyordu. Onu böyle gören askerler bağırıyor ve: “Sübhanallah, kendi eliyle kendini tehlikeye atıyor!” diyorlardı. Bunun üzerine, o güne kadar Allah Resûlü’ne karşı hep vefalı davranmış.. Medine’yi ilk teşriflerinde mübarek evini O’na açmış.. gül devrinde hep O’nunla olmuş.. O’ndan sonra da yolundan milim ayrılmadan hep aynı çizgide yürümüş.. ve en yaşlı döneminde de kendini atın sırtına bağlattırarak, Konstantiniyye’nin fethine, Anadolu misafirliğine ve ötelere yürümüş, peygambere birkaç ay mihmandarlık yapmasına bedel gibi, birkaç asırdan beri, mihmandarlığını yaptığımız Ebû Eyyub el-Ensarî Hazretleri (radıyallâhu anh) hemen öne atıldı ve:

“Ey insanlar, siz, bu ‘Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın!’ âyetini yanlış tevil ediyorsunuz. Bu âyet, biz ensar topluluğu hakkında nazil olmuştur. Allah, İslâm’ı kuvvetlendirip de, onun yardımcıları çoğalınca, biz de kendi aramızda, ‘Allah, İslâm’ı güçlendirdi ve İslâm’ın yardımcıları çoğaldı. Artık, biraz da ziyan olan mallarımızın telafisine çalışsak; kaybettiğimiz dünyalığımızı yeniden kazanmaya baksak iyi olacak.’ dedik. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, işte bu âyeti inzal buyurdu ve bize şunları hatırlattı: ‘Varınızı, yoğunuzu Allah yolunda harcamamak, infak etmemek suretiyle kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. Asıl tehlike, malların üzerine oturmak, gazayı terk etmek ve dünyalığa dalmaktır.’ “[23]

İşte, sahabi, Resûl-i Ekrem’den dinini doğru olarak böyle öğreniyor, tahkik ediyor ve en ufak bir yanlış anlamaya meydan vermiyordu.

6. Kur’ân ve Sünnetin Oluşturduğu Orijinal Ortam

Sonra, ilk halleri itibarıyla o ibtidaî topluluk içinde İslâm adına, Kur’ân adına gelen her şey çok orijinaldi. Kitab ve Sünnete ait her şey onlara çok orijinal geliyordu. O günün insanı her şeyi o kadar yeni, o kadar cazip buluyordu ki, inançlarını, zihniyetlerini, tavır ve davranışlarını değiştiriyor ve akıl almaz bir farklılık gösteriyorlardı. Daha doğrusu çölde çadırda yaşıyan bu bedevi kavim, çok kısa bir zamanda hem de kıyamete kadar gelecek insanlığın mürebbileri olmaya hazırlanıyordu.

Evet, her gün semadan yeni yeni sofralar iniyordu onların önlerine. O saf, o duru, o hiçbir şeyden haberdar olmayan cemaat, her gün yeni bir şeylerle karşılaşıyor yeni yeni şeylere muhatap oluyordu. Onlar, fıtraten son derece zeki ve hafızaları alabildiğine kuvvetliydi ki; bir defa söylenileni bile beller ve bir daha da unutmazlardı. Hafıza fonksiyonunun bilgisayara devredildiği ve nesillerin hafıza mâlulü olduğu şu zamanda bile öyle hafıza dâhileri çıkmaktadır ki, Kur’ân-ı Kerim’i iki ayda, üç ayda hıfzedebilmektedir. Hâlbuki, o bâdiyenin sade ve safdil insanlarının her biri birer hafıza dâhisiydi. Duydukları şeyi hemen ezberliyorlar ve bir daha da unutmuyorlardı.

Hudeybiye Musalahası’ndan sonra, Allah Resûlü, hem Arap kabilelerine, hem de dünya devletlerinin liderlerine nâmeler gönderdi. Dört bir yana dağılan bu elçiler, elçilerle beraber muallimler, gittikleri her yerde Kur’ân ve Sünnetten bilip öğrendikleri şeyleri başkalarına da anlattılar. Müsâlaha sonrası barış ortamını çok iyi değerlendirip kabileler arasına girdiler ve her ocağı, her bucağı bir medrese hâline getirerek herkese Kitab’ı ve Sünneti anlattılar. Öyle ki daha Mekke’nin fethinde Resûlullah’ı dinleyenlerin sayısı on bini aşıyordu.

Bu ilim-irfan seferberliğinde, erkeklerin yanında kadınlar, onların arasında da Efendimiz’in pâk zevcelerinin hizmeti başlı başına bir destandı. Böyle hızlı bir tempo ile sürdürülen irşat ve tebliğ, talim ve terbiye sayesinde bir iki sene sonra Veda Haccı’na gidilirken Efendimiz’in etrafında yüz bini aşkın insan vardı. Bu hac esnasında, değişik yerlerdeki hutbeleri ve fetvaları büyük ölçüde sünnet yörüngeliydi ki, başlı başına bir telife esas teşkil edebilirdi.

Evet O, bu hac esnasında etrafındaki halka halka insanlara mirastan bahsetti.. kan davalarının kaldırıldığını anlattı.. kadın haklarından söz etti.. faizin haram olduğunu duyurdu.. ümmetin gelecek hayatıyla alâkalı nasihatlarda bulundu.. ve bütün bunları orada bulunanların bulunmayanlara tebliğ etmesini istedi. Artık, din kemale ermiş, nimetler tamamlanmış ve Allah, mü’minler için İslâm’dan hoşnut olduğunu beyan buyurmuştu. Bütün bunlar hoş şeylerdi; ama biraz poyraz gibi esiyordu. Zira sahabe bunlardan, biraz da, Efendimiz’in nübüvvet vazifesinin hitama erdiğini ve maddeten aralarından ayrılacağını anlıyordu. Bu itibarla da, bir yandan hıçkırıklara boğulurken, bir yandan da can kulağıyla O’nu dinliyordu.[24] Zaten, belli bir süre sonra, Kur’ân’dan en son inen: وَاتَّقُوا يَوْمًا تُرْجَعُونَ فِيهِ إِلَى اللّٰهِ ثُمَّ تُوَفَّى كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ “Allah’a döneceğiniz bir günden sakının ki, o gün herkes kazandığının karşılığını görür ve kimseye zulmedilmez.”[25] âyeti de dine sahip çıkma meselesinin ehemmiyetini bir kere daha anlatıyor ve sahabe-i kirama vazifelerinin ağırlığını.. Resûlullah’a ve O’nun 23 yıl boyunca tebliğ ettiği dine vefanın ne derece mühim olduğunu âdeta son bir defa daha ihtar ediyordu.. ediyordu ve sahabe, bunun farkındaydı.

Dinlediler, bellediler, tahkik ettiler, yaşadılar ve naklettiler… Böylece sünnet de, Kitab gibi o pâk kanallardan başlayarak, yine pâk kanallardan geçe geçe bugünlere geldi ulaştı.. ve tabiî kıyamete kadar devam edecek “ani’l-merkez” gücüyle…

[1] Haşr sûresi, 59/7.
[2] Ahzâb sûresi, 33/21.
[3] Buhârî, tefsir (2) 1; Müslim, iman 322.
[4] Tirmizî, ilim 7; Ebû Dâvûd, ilim 10.
[5] İbn Mâce, mukaddime 18.
[6] Buhârî, iman 40; Müslim, iman 24.
[7] Buhârî, ilim 9, 10, 37; Müslim, hac 446; kasâme 29.
[8] Tirmizî, ilim 3; Ebû Dâvûd, ilim 9.
[9] Bakara sûresi, 2/174.
[10] Buhârî, isti’zan 28; Müslim, salât 59.
[11] Buhârî, teheccüd 25; Tirmizî, vitr 18; Ebû Dâvûd, vitr 31.
[12] Buhârî, menâkıb 23; Müslim, zühd 71.
[13] Müslim, zikir 38; Tirmizî, kırâât, 10; Ebû Dâvûd, vitr 14.
[14] Hatîb el-Bağdâdî, el-Câmi’ liahlâki’r-râvî ve âdâbi’s-sâmi’, 1/363-364.
[15] İbn Mâce, mukaddime 17; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/418.
[16] Buhârî, ilim 35; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/34.
[17] Buhârî, cenâiz 3; menâkıbu’l-ensâr 46; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/237; İbn Esîr, Üsdü’l-gâbe, 3/600.
[18] Buhârî, cihad 182; Müslim, iman 178.
[19] Müslim, iman 182; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/30, 47.
[20] Buhârî, ilim 6; Nesâî, sıyâm 1.
[21] Buhârî, tefsir (98) 1-3; Müslim, fedâilü’s-sahabe 121-122.
[22] Kıyâmet sûresi, 75/16-17.
[23] Tirmizî, tefsiru’l-Kur’ân (2) 19; Hâkim, el-Müstedrek, 2/302.
[24] Müslim, hac 147.
[25] Bakara sûresi, 2/281.

Kaynak: Sonsuz Nur / M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy