Sünnetin Fonksiyonu

Yazar Egeli

Sünnetin Kur’ân-ı Kerim’den ayrı bir teşrî kaynağı olmasının ve Kur’ân gibi bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri de haram kılarak, farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, âdâp, mekruh, müfsid adına ölçüler koymasının yanı sıra, Kur’ân-ı Kerim’in mücmelini tafsîl, mübhemini tefsîr, umûmunu tahsîs ve mutlakını takyîd fonksiyonu da vardır. Şimdi, bazı misallerle bu hususu da kısaca açıklamaya çalışalım:

1. Sünnetin Kur’ân’ı Tefsîri

اَلَّذِينَ آمَنُوا وَلَمْ يَلْبِسُوا إِيمَانَهُمْ بِظُلْمٍ أُولَـئِكَ لَهُمُ اْلأَمْنُ وَهُمْ مُهْتَدُونَ

“İman ettiler ve imanlarına zulüm karıştırmadılar: İşte, emniyet onlar içindir ve onlar, hidayete ermişlerdir.” (En’âm sûresi, 6/82) âyeti nazil olunca, ashab, had bilmemezlik ve insanın, hak ve hakikatin dışına taşması demek olan zulmün mânâsını çok iyi bildiklerinden endişeye düştüler ve Resûlullah’a gelerek: “Hangimiz var ki, zulmetmemiş olsun?” dediler. Bunun üzerine de Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), şu açıklamada bulundular: “O sizin zannettiğiniz gibi değil; O, Hz. Lokman’ın oğluna dediği gibidir.”: لاَ تُشْرِكْ بِاللّٰهِ إِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ : (Oğulcuğum) Allah’a şirk koşma; muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür.”[1]

Allah Resûlü’nün bu yorumundan anlıyoruz ki, buradaki zulüm, mücerret bir haddini bilmemezlik, bir tecavüz değil, o şirk buudlu bir haksızlık. Eğer Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), âyete böyle bir yorum getirmemiş olsalardı, biz buradaki bu mübhemin altından ebediyen kalkamayacaktık.

Âişe Validemiz ve İbn Mesud Hazretleri: حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ والصَّلاَةِ الْوُسْطَى “Namazlara devam edin (namazları hassasiyetle takip edin ve kusursuz kılın); salât-ı vustâyı da.” (Bakara sûresi, 2/238) âyetindeki “salât-ı vustâ” (orta namaz)’dan maksadın ‘ikindi namazı’ olduğuna kâildirler. O kadar ki, Âişe Validemiz, âyeti âdeta: حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ والصَّلاَةِ الْوُسْطَى وصَلاَةِ العَصْرِ وَقُومُوا ِللّٰهِ قَانِتِينَ şeklinde kabul etmektedir. Hizmetçisine, kendisi için bir mushaf yazmasını emretmiş ve “Bu âyete geldiğinde beni haberdar et!” diye de tembihde bulunmuştu. Sıra o âyete gelince: حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ والصَّلاَةِ الْوُسْطَى وَصَلاَةِ الْعَصْرِ şeklinde yazdırmış ve: “Resûlullah’tan böyle işittim.”[2] buyurmuştu. “Salât-ı vustâ” konusunda değişik tefsirler varsa da, Hz. Âişe ve İbn Mesud, bunun kesinlikle ikindi namazı olduğu kanaatindedirler.

2. Sünnetin Mücmeli Tafsîl Etmesi

Sünnet-i seniyye, pek çok mübhemi tefsîr etmesinin yanı sıra, pek çok mücmel meseleleri de tafsîl etmiştir.

1. Meselâ Kur’ân-ı Kerim’de: اَقِيمُوا الصَّلاَةَ “Namazı ikâme edin!” diye emredilir; fakat, namazın nasıl kılınacağı açıklanmadığı gibi, ne zaman kılınacağı da açıklanmaz. Vâkıa, bazı müfessirîn-i kiram, (Allah’ın rıdvânı üzerlerine olsun):

وَأَقِمِ الصَّلاَةَ طَرَفَيِ النَّهَارِ وَزُلَفاً مِنَ اللَّيْلِ إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّـيِّئَاتِ

“Gündüzün iki tarafında ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl. Çünkü güzel işler, kötülükleri giderir.” (Hûd sûresi, 11/ 114) âyetinden beş vakti istinbat etmekteyseler de: إِنَّ الصَّلاَةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَاباً مَوْقُوتاً “Namaz, mü’minler üzerine muayyen vakitlerde yazılı bir farzdır.” (Nisâ sûresi, 4/103) âyetinde ifade olunduğu üzere, mü’minler üzerine belli vakitlerde farz kılınan namazın hususî vakitlerini sünnet-i seniyye tayin etmiştir. Bununla alâkalı bir hadis-i şerifte, vakitlerin belirtilmesinin semavî ve Cibril (aleyhisselâm) vasıtasıyla olduğunu öğreniyoruz:

“Cibril (aleyhisselâm) bana Kâbe’nin yanında iki defa imam oldu. Birincide, zeval vaktinde gölge, na’linin tasması kadar olduğu zaman öğleyi, her şeyin gölgesi kendi boyu kadar olunca ikindiyi, oruçlu orucunu bozduğu vakitte akşamı, şafak kaybolduğunda yatsıyı ve oruçluya yemek içmek haram olduğu vakitte ise sabah namazını kıldı. İkincide ise, öğle namazını her şeyin gölgesi kendisinin bir misli olduğunda, ikindi namazını iki misli olduğunda; akşamı evvelki vaktinde (yani daha önce kıldığı vakitte), yatsıyı gecenin sülüsüne (üçte biri) doğru ve ortalık iyice aydınlandığı vakit de sabah namazını kıldı. Sonra da bana dönüp, ‘Yâ Muhammed, senden önceki enbiyânın vakti budur ve namaz vakti, işte bu iki vakit arasıdır.’ dedi.”[3]

Allah Resûlü, namaz vakitlerini bu şekilde ümmetine talim buyurduğu gibi, namazın farzları, vacibleri, müstehabları, mekruhları, müfsidleri, rükûu, sücûdu, kıraati, tahiyyâtı ve selâmla namazdan çıkılmasında biricik kaynaktır. Evet, mücmel olarak gelen, “Namazı ikâme edin!” emrinin mufassılı ve müfessiri O’dur. O bu büyük ve bu arîz tafsilâtı yaptıktan sonra, Buhârî’nin rivayet ettiği hadiste şöyle buyurur: صَلُّوا كَمَا رَأَيْتُمُونِي أُصَلِّي “Beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız, işte öyle kılın.”[4] Eğer Kur’ân-ı Kerim, sünnetteki şekliyle namazın tafsîline girişseydi, sadece namaza ait meseleler şimdikinin birkaç katı şişerdi. Kur’ân, bunları ilâhî maksatları gerektiği gibi anlayacak o büyük fetanete bırakmış ve O da, vahy-i gayr-i metlüvle bize gereken tafsîlde bulunmuştur; aklın aklı aşmışlığı, akla kapalı olan yerleri ilhamla aydınlatmışlığı demek olan fetanetiyle yapmıştır bunları.

Namaz gibi, hac menâsikini tafsîl eden de yine sünnettir. Vâkıa Kur’ân-ı Kerim, bir iki yerde meseleyi ele almış ve bir hayli izah etmiştir ama, bu yerlerde anlatılan menâsik-i haccın sadece bir kısmıdır. Hac menâsiki büyük çoğunluğu itibarıyla, sünnetle tafsîl edilmiştir ve bu menâsikin hadis yörüngeli olanı, Kur’ân’la anlatılanın kat katıdır. O, hayatında bir defa hac yaptı. “Veda veya Vida Haccı” denilen ve ashabıyla müvâdeayı (vedalaşmayı) ifade eden bu haccında O, bizzat bindiği merkûbun üzerinde ve herkesin görebileceği şekilde menâsiki îfâ buyurdu. Rehber-i Küll ve Mukteda-yı Ekmel olarak, her şeyi hem söyledi hem de fiilen gösterdi. O kadar ki, oruçlu olup olmadığını iş’âra varıncaya kadar, haccın bütün menâsikini gözler önüne serdi. Sonra da: خُذُوا مَنَاسِكَكُمْ “Menâsikinizi alın.”[5] diyerek söz ve davranışlarının teşrîdeki yerine dikkati çekti. Şüphesiz, Kur’ân-ı Kerim, eksik gelmemişti ama, Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile, yani tebliğcisi ve müfessiri ile kendisini insanlara takdim edecek, anlatacak, haşiyelere açık bir derinlikle gelmişti.

3. Sünnetin Bazı Hükümleri Tahsîsi

Kur’ân-ı Kerim’de mirastan umûmi olarak bahsedilir ve:

يُوصِيكُمُ اللّٰهُ فِي أَوْلاَدِكُمْ لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلأُنْثَيَيْنِ “Allah size çocuklarınız hususunda vasiyette bulunuyor.” (Hakikî mânâsı itibarıyla, farz kılıyor): Erkeğe, iki kadının payı kadar vardır (yani, erkeğe iki, kadına bir hisse verilir).” (Nisâ sûresi, 4/11) buyrulur.

Umûmî mânâda, nebi olsun veli olsun, safiy olsun mukarreb olsun, herkes bu âyetin şümûlüne dahildir. Ancak, Efendimiz’in rihletlerinde, kızı Hz. Fatıma, Hz. Ebû Bekir’den babasının mirasını almaya geldiğinde, Resûlullah’ın Halifesi (radıyallâhu anh) kendisine, Resûlullah’tan duyduğu şu hadis-i şerifi okudu: إِنَّا مَعْشَرَ اْلأَنْبِيَاءِ لاَ نُوَرِّثُ، مَا تَرَكْنَاهُ صَدَقَةٌ “Biz peygamberler topluluğu geriye miras bırakmayız. Bizim bıraktığımız, ancak sadakadır.”[6] Bu hadis-i şerifiyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur’ân’ın umûmî bir hükmünü tahsîs etmiş olmaktadırlar.

Aynı şekilde: اَلْقَاتِلُ لاَ يَرِثُ “Kâtil mirasçı olamaz.”[7] hadisi de, kâtilin mirasçı olamayacağını, meselâ, babasını öldürenin babasından, amcasını öldürenin amcasından, dayısını öldürenin dayısından, kardeşini öldürenin de kardeşinden miras alamayacağını hükme bağlayarak, Kur’ân-ı Kerim’in mirasla alâkalı umumî hükmünü bu noktadan tahsîs etmiştir.

4. Sünnetin Bazı Ahkâmı Takyîdi

Sünnet, Kur’ân-ı Kerim’in mutlakını takyîd eder. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim’de: وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُوا أَيْدِيَهُمَا جَزَاءً بِمَا كَسَبَا نَكَالاً مِنَ اللّٰهِ “Erkek ve kadın hırsızın, yaptıklarının karşılığında bir ceza ve Allah’tan ibret verici bir ukûbet olmak üzere ellerini kesin!” (Mâide sûresi, 5/38) buyrulur.

Bu mutlak bir emirdir. Ancak, hangi şartlarda ve ne miktarda hırsızlığın böyle bir ceza ile tecziye edileceği açık olmadığı gibi, elin neresinden kesileceği de açıkça belirtilmemektedir. Kur’ân-ı Kerim’in abdest âyetinde: “Ellerinizi dirseklerinize kadar yıkayın.”[8] buyrularak, kolun en azından dirseklere kadar olan kısmı “el” kelimesinin şümûlüne dahil edilmektedir.

İşte, hırsızlık suçu karşısında elin neresinden kesileceğini bize anlatan ve bu şekilde Kur’ân-ı Kerim’in mutlak bir hükmünü takyîd eden de yine sünnet-i mütahharadır: Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), tecziye için kendisine bir hırsız getirildiğinde, elini mafsaldan keserek, “el kesme” şeklinde gelen mutlak emri takyîd etmiştir.

Keza: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لاَ تَأْكُلُوا أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ إِلاَّ أَنْ تَكُونَ تِجَارَةً عَنْ تَرَاضٍ مِنْكُمْ “Mallarınızı aranızda (çalıp çırparak, ihtikârla, irtişâyla, riba ile) bâtıl bir surette yemeyin; ancak anlaşma ve karşılıklı rızaya dayalı ticarî mübadeleyle yiyin.” (Nisâ sûresi, 4/29) âyetini de, yine sünnet-i mütahhara bir hususta takyîd etmiş; “Meyveleri, tam belirli hâle gelinceye kadar satmayın.”[9] diyen Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), âyette anlatılan hususa ayrı bir kayıt daha getirmiştir.

Başta da ifade ettiğimiz gibi, sünnet-i seniyye Kur’ân’da bulunmayan hükümler koyma noktasında müstakil teşrî’e esas olduğu gibi ki; ehlî merkeplerin etinin haramlığı, yırtıcı hayvanların etlerinin yenemeyeceği ve bir kadının halası veya teyzesi üzerine nikâh edilemeyeceği gibi şer’î hükümler, bu cümledendir.

Kitabın yanında, başlı başına müstakil bir teşrî kaynağı olarak sünnet, Kur’ân-ı Kerim’in inmeye başladığı andan itibaren fonksiyonunu icraya başlamış ve hep Kur’ân’la içli dışlı olmuştur. Ne var ki, dünden bugüne cumhur-u ümmet ve ulemâ tarafından böyle kabul edilegelmiş olan sünnet, Yunan felsefesinin tesiriyle Nazzam gibi birtakım Mutezile imamları ve daha sonra da garazkâr ve İslâm’ı temelinden dinamitlemeye çalışan bir kısım batılı müsteşrikler, bu dupduru kaynağı kendilerince hep bulandırmaya çalışmışlardır. Ne yazık ki, bir iki asırdır batı ve müsteşrikler karşısında aşağılık duygusuna kapılan birtakım Müslüman ilim adamları da, meseleye böyle bir kompleks içinde yaklaşarak, kısmen müsteşriklerin oyununa gelmiş ve hatta sünneti sorgulamaya kalkışmışlardır. Ancak, din-i mübin-i İslâm adına, Kitab ve Sünnet adına selef-i salihînin çalışmaları ve çalışmalarının semeresi sayılan bıraktıkları eserler, o kadar muhteşem ve parlaktır ki, sünnete bulaştırılmaya çalışılan lekelerin, bu dupduru kaynak üzerinde hiçbir tesiri olmayacaktır.

[1] Lokman sûresi, 31/13; Buhârî, tefsir (31) 1.
[2] Tirmizî, tefsiru’l-Kur’ân 2.
[3] Tirmizî, mevâkît 1; Ebû Dâvûd, salât 2.
[4] Buhârî, ezan 18; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/53.
[5] Nesâî, menâsik 220; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/318, 366.
[6] Buhârî, i’tisâm 5, humus 1; Müslim, cihad 49-52; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/463.
[7] Tirmizî, ferâiz 17; Ebû Dâvûd, diyât 18.
[8] Bkz.: Mâide sûresi, 5/6.
[9] Buhârî, büyû 82; Müslim, büyû 49-56.

Kaynak: Sonsuz Nur / M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy