Günah işleyen kişi kendi iradesine uyarak mı günah işler | Sorular ve Cevaplar

Yazar Hizmetten

S- İrade-i Külliyenin yalnız ve yalnız Allah a ait olduğu Kuran’ı Kerim de beyan olunmuştur. Bunun yanı sıra, cüzi miktarda bir iradenin insana verildiği malumdur. Hal böyle olunca günah işleyen bir kişi kendi iradesine uyarak mı günah işler, yoksa Cenabı Hakkın İrade-i Külliyesi mi günah işletir?

C- Meselenin kısaca ifadesi şudur. İnsanın elinde irade vardır. Biz buna ister cüzi irade, ister meşiet-i beşeriye, isterse insanın kesb (kazanma) gücü diyelim. Cenab-ı Hakkın yaratma kuvvetine, külli irade, halk etme kuvveti veya kudret, irade ve tekvin diyelim. Bunlar Allah’ın sıfatları… Cenab-ı Hak’a ait yönü ile mesele ele alındığında, adeta Cenab-ı Hak zorluyor da olacak şeyler öyle oluyor şeklinde anlaşılır ve binaenaleyh, işin içine cebir girer.

İnsana ait yönüyle mesele ele alındığı zaman ise; insan kendi işlerini kendi yapıyor şeklinde anlaşılır ve o zaman da işin içine, herkes kendi fiilinin halikı düşüncesinden ibaret olan mutezile fikri girer.

Kâinatta olup biten herşeyi Allah yara tır, bu soruda, külli irade diye geçen şey— de odur. Hatta, (Vallahü halakaküm vema ta’melun) sizi de, işinizi de, Allah yarattı.. Yani sizden sadır olan efalin Halikı da Allah’tır. Yani bir taksi yapsanız, bir ev inşa etseniz, bu işleri yaratan Allah’tır. Siz ve efaliniz Allah’a aitsiniz. Ama ortaya gelen bütün bu işlerde size ait bir husus var, o da kesb; beşeri bir mübaşeret. Bu ise adi bir şart ve işe teşebbüs gibi bir şeydir. Düğmeye dokunma gibi… Bu durumda “Sizin hiçbir şeyiniz, hiçbir müdahaleniz yok” denemeyeceği gibi, “İş tamamen size ait’‘de denemez. Bilakis iş tamamıyla Allah’a aittir. Fakat Allah size ait bu işleri yaratırken, sizin cüzi müdahalenizi de adi şart olarak kabul etmiş ve onun üzeri ne, yapacağı şeyi inşa buyurmuştur. Mesela: Şu camiin içindeki elektrik mekanizmasını Allah kurmuş; işler ve çalışır hale getirmiştir. Yeniden bunu tenvir etme işi, ameliyesi, Allah’a aittir. Elektron akınlarından bir ışık meydana getirme, camiyi tenvir etme birer fiildir. Ve bunlar da (Nur’en Nur, Münev-vir’en-Nur, Musayvir’en-Nur) olan Hz. Allah’a (c.c) aittir. Ama bu caminin aydınlanması mevzuunda sizin de bir mübaşeretiniz vardır, o da Allah’ın kurduğu bu mekanizmada; Allah’ın ayarladığı düğmeye sadece dokunmanızdır, sizin irade ve takatinizin çok fevkinde o mekanizmanın tenvir vazifesini yapması ise tamamen Allah’a aittir.

Veyahut hazırlanıp, işler, çalışır, yürür hale getirilmiş şöyle bir makine var; sadece çalıştırmak için onun düğmesine dokunma vazifesi size verilmiş o makineyi harekete getirme ise, onu kuran ve inşa eden Zat ‘a mahsustur. Binaenaleyh, beşere ait bu küçük mübaşerete biz kesb diyoruz. Avam halk da buna cüz’i irade diyor. Allah’a ait işe, biz halk etme, yaratma diyoruz. Avam da buna külli irade diyor. Ve böylece bir irade inkısamı karşımıza çıkıyor: A)Külli irade, B)Cüz’i irade. İrade dediğimiz; murad etme, dileme meselesi Allah’a aittir. (Vema teşaüne illa en yeşa Allah) Allah’ın dilediğinden başkasını dile yemezsiniz.

Bu husus yanlış anlaşılmasın, biz böyle düşünürken, kulun bir parmak dokundurma denecek kadar iradesi vardır diyerek, tamamen cebri bir determinizm’den uzaklaşmış bulunuyoruz. İşi meydana getiren Allah’tır, derken de, mutezile mezhebi ve rasyonalistler gibi düşünmediğimizi gösteriyoruz. Ne Ulûhiyetinde ne de Rububiyeti’nde Allah’a eş ve ortak koşmuyoruz, Allah (c.c) nasıl ki, Zatında birdir, icraatında da birdir, işini başkasına yaptırtmaz. Allah (c.c) kendisi yaratır, fakat teklif, imtihan gibi bir takım sırlar ve hikmetler için beşerin mübaşeretini şart-ı adi yapmıştır.

Meseleyi daha fazla tenvir için bir büyük zatın misalini arz edeyim; Diyor ki: “Sen bir çocuğun isteğiyle, onu kucağına alsan; sonra sana ki: Beni falan yere götür, sen de onu oraya götürsen, o da orada üşüyüp hastalansa; sana “Beni niye buraya getirdin” diye itirazda bulunamaz. Çünkü kendisi istedi, üstelik ona: “Sen istedin” diyerek iki de tokat vurursun. Bu işte çocuğun mübaşereti inkâr edilemez. O talep etmiş ve istemiştir. Ama onu oraya getiren sensin. Hastalanmayı da çocuk kendisi yapmamıştır. Belki ondan sadece bir talep vardır. Binaenaleyh, burada hastalığı verenle oraya götüren ve bu işi talep eden birbirinden ayrılmış olur. Biz kadere ve insanın iradesine bu mana ve anlayışla bakarız.

S- Kur’an-ı Kerim’de hem “Kime dalalet murad edersem, dalaletten ayrılmaz, kime hidayet murad edersem hidayetten ayrılmaz” deniliyor, hem de “insanoğluna akıl, fikir verdim, iradesini kendi eline bıraktım, ayrıca doğru yolu da eğri yolu da gösterdim, hangisinden giderse gitsin” deniliyor. Nasıl olur?

C- Bu soruda iki şık var. Yani irade-i Külliye ile Cenab-ı Hak nasıl kılarsa öyle mi oluyor, yoksa insan kendi iradesini mi kullanıyor? Sorudaki ayet şöyledir: Menyeh di – İlahü fela mudılle leh. Ve men yudlil fela hadiye leh. Allah (c.c.) bir kimseyi hidayete erdirirse, kimse onu saptıramaz, dalalete sevk edemez, Allah bir kimseyi de dalalete iterse, kimse onu hidayete getiremez. Mana olarak hidayet, doğru yol, rüşd, Nebilerin gittiği istikametli yoldur. Dalalet ise, sapıkların yolu, doğru yolu kaybetme, şehrahtan ayrılmak demektir.

Dikkat edilirse, bunların her ikisi de birer iş, birer fiildir. Ve beşere ait yönü ile birer ufule, birer fonksiyondur. Bu itibarla bunların her ikisini de Allah’a vermek iktiza eder. Arz ettiğimiz gibi, her fiil Allah’a râcidir. Ona râci olmayan hiçbir fiil de gösterilemez. Binaenaleyh, dalaleti Mudill isminin iktizasıyla yaratan, hidayeti Hadi isminin muktezasıyla yaratan ancak Allah (c.c)dir. Demek ki, ikisine de veren Allah ‘tır.

Ama bu demek değildir ki, kulun hiçbir mübaşereti olmadan Allah tarafından cebren dalalete itiliyor veya hidayete sevk ediliyor da ya dall-sapık-veya raşid-dürüst bir insan oluyor. Bu meseleyi kısaca şöyle anlamak lazımdır: Hidayete ermede veya dalalete düşmede, (bu ameliye ne kadarsa mesela şayet bu on ton ağırlığında bir iş ise) bunun ancak aşr-ı mi’şarı, insana ait ise geriye kalanı tamamen Allah’a aittir.

Müşahhas misalini arz edeyim: Allah hidayet eder ve hidayetinin vesileleri vardır. Camiye gelme, nasihat dinleme, fikren tenevvür etme hidayetin birer yoludur. Kur’an-ı Kerim’i alma, manasını tetkik etme onun derinliklerine nüfuz etme, kezk hidayet yollarındandır. Resül-ü Ekrem’in (S.A.V) Huzur-u Risalet-Penahilerine gitme, rahle-i tedrisi önünde oturma, onu can kulağı ile dinleme, keza bir mürşidin rahle-i tedrisi önünde oturma, onu can kulağı ile dinleme, keza bir mürşidin rahle-i tedrisi dibinde oturma, onun gönülden ifa de edilen sözlerine kulak verme ve ondan gelen tecellilere gönlünü makes yapma, hidayet yollarından birer yoldur. İnsan bu yollarla hidayete mübaşeret eder. Mesela: Camiye geliş küçük bir mübaşerettir. Bu camiye gelişi Allah (c.c) vesile kılar, hidayet eder. Onu hidayet eden Allah’tır. Fakat bu hidayete ermede Allah’ın kapısını, kesb ve bu şart ile döven kuldur.

İnsan dem haneye, meyhaneye, put haneye gider; böylece Mudıll isminin kapısının tokmağına dokunmuş “Beni saptır” demiş olur. Allah da murad buyurursa, onu saptırır. Ama dilerse engel çıkarır, saptırma. Dikkat buyrulursa, insanın elinde o kadar cüzi birşey vardır ki bu ne o hidayeti ne de dalaleti asla meydana getiremez.

Misal mi istiyorsunuz? Bakınız siz Kur’an-ı Kerimi ve vazu nasihati dinlediğiniz zaman, keza, ilmi bir eser okuduğunuz zaman, içiniz nura gark olur. Hâlbuki bir başkası minarenin gölgesinde, ezanı Muhammediyi duyarken, vazu nasihati işitirken, hatta en içten münacatlara kulak verirken rahatsız ve tedirgin olur da; “Bu çatlak sesler de ne” diye ezanlar hakkında şikâyette bulunur.

Demek oluyor ki; Hidayet eden de, dalaleti veren de Allah’tır (c.c), Ama bir kim se dalaletin yoluna girdiyse Allah (cc) da, binde 999,9 kendisine ait işi yaratır, tıpkı düğıneye dokunma gibi..

S- Çok insanlara, araba, apartman, mal, mülk, itibar, arkadaş, şan, şöhret vermiş. Bazı insanlara da fakirlik, dert, musibet, elem, keder, namaz vermiş Sondaki insanlar çok mu kötü, yoksa Allah öbürlerini mi çok seviyor? Uçmak için yaşayanla, sürünmek için yaşayan arasındaki fark nedir?

C- Böyle bir soru ancak öğrenmek maksadı ile sorulabilir. Esasen içinde böyle bir derdi olan insanın da bunu sorması lazımdır.

Allah (c.c) dilediğine at, araba, han, hamam, taksi, apartman verir, dilediğine de fakr ü zaruret verir. Fakat bütün bunlarda aile vesaireden gelen bazı sebepler de inkâr edilemez. Mesela: İnsanın mal kazanma dirayet ve kiyasetini inkar etmek mümkün müdür., keza, bir insanın kendi devrinin şartları içinde kazanma yollarını bilmesi de kazancına sebep olma bakımından inkar edilemez. Bununla beraber Allah (c.c), bazı kimseler liyakat izhar ettiği halde, yine onlara mal-menal vermez, mafih, zayil bir Hadis-i Şerifte; Allah’ın malı istediğine ilmi ise isteyene verdiği ifade edilmektedir.

Birde mal, mülk mutlaka hayır sayılmamalıdır. Evet, bazen Allah (c.c) mal-menal; dünyevi huzur ve saadet isteyenlere istediklerini verir; bazen de vermez, Ama Allah’ın (c.c) hem vermesi, hem de vermemesi hayırlıdır. Zira sen iyi bir insan isen, istikamette isen ve verileni yerinde de kullanacak isen, senin için hayırlıdır. İyi bir insan değilsen istikametten de ayrılmışsan Allah’ın verdiği de vermediği de senin için şerdir.

Evet, istikametin yoksa fakirlik senin için küfre bir vesiledir. Çünkü seni Allah’a karşı isyana sevk eder ve her gün Allah’a karşı bir isyan bayrağı açarsın. Gene, şayet sen istikamette değilsen, kalbi ve ruhi hayatın yoksa senin zenginliğin de senin için, betadır, musibettir.

“El-malü ve’l-benüne zinet’ül-hayat’id dünya”

Dünya ve evlat, dünya hayatının ziynetidir ve bir ibtiladır. Şimdiye kadar çok kimseler bu imtihanı kaybetmiştir. Nice servet sahibi kimseler vardır ki, servet için de yüzdükleri halde, nankörlüklerinden ötürü, kalplerinde tecelliden en ufak bir şey yoktur. Tecellinin reşhası kalplerine misafir olmamaktadır.

Binaenaleyh, bunlara Cenab-ı Hakkın mal ve menal vermesi, bir istidraçtır. Sapmalarına bir vesiledir. Ama bunlar, baştan ruhi ve kalbi hayatlarını öldürdükleri ve Allah’ın verdiği fıtri kabiliyetleri çürüttükleri için buna liyakat kazanmışlardır.

Bu arada, Efendimiz (SAV) Buhari ve Müslim’deki hadisiyle: “İçinizde öyleleri vardır ki, ellerini kaldırıp Allah’a kasem ettikleri zaman Allah (c.c) onların yeminlerini yerine getirir. Ve yeminlerinde hânis kılmaz. Bera İbn-i Malik onlardan bir tanesidir.” buyurdu. Hâlbuki Enes’in kardeşi Bera’nın yiyeceği yoktu. Kut-u la yemutla yaşıyordu. İşte, Bera gibi saçı başı karışık nice pejmürde görünüşlü ve perişan sayılacak kimse vardır ki, onlara büyük insanlar nazarıyla bakılmış ve kalplerinin büyüklüğü ve içlerinin derinliğiyle değerlendirilmişlerdir. Resulü Ekrem (S.A.V) diliyle, yemin etseler, Allah yeminlerinde yalan çıkarmayacağı kişiler olarak vasıflandırılmışlardır.

Onun için ne müstakillen servet bir felaket, ne de fakirlik bir felakettir. Belki yerine göre, fakirlik Allah’ın en büyük nimetlerindendir. Allah Resulü, (SAV) ifadesiyle fakirliği ihtiyar buyurmuş. (E mü terdü en tekune lehüm’üd-dünyü ve lenü-l-hiretü) “istemez misin dünya onların olsun. ahiret bizim” demiştir. Hz. Ömer, dünya servetlerinin devlet hazinesine aktığı halde, bir fakir insan gibi kut-u lü yemutla geçinmiş ve fazlasını istememiştir. Ama öyle fakirlikte vardır ki, -Allah muhafaza buyursun- mesela: Yukarıdaki sözler tahkik niyetiyle bir müminin ağzından çıkmasaydı da bir nankörün ağzından çıksaydı, Allah’ın nimetlerine karşı şikâyet eden o kişi kâfir olurdu.

Demek ki, yerine göre fakirlik nimet, yerine göre devlet. Asıl mesele, kalpte musaddakın bulunmasıdır. Yani “Ya Rabbi, senden ne gelirse gelsin hoştur, bana senden gelen, ya hıl’at ü kefen; ya taze gül yahut diken, lütfun da hoş, kahrın da hoş”. Şarki Anadolu’da; “Senden o hem hoş, hem bu hoş” derler.

İnsan hilat da giyse, servet içinde de yüzse ve Allah’la beraber ise. Abdülkadir Geylani gibi yine ayağı velilerin omzunda ve mübarek başı ise Resul-ü Ekrem in (S.A.V) damenine dokunacaktır. Ama ALLAH ile münasebeti yoksa o fakirin dünyası da hüsran, ahireti de hüsran olacak. Allah ile beraber olmayan zengin de zahiren dünyada mesud gibi görünse de neticede daha ağır bir hüsrana uğrayacaktır.

_____________________

TAVZİH
Keşan’dan Cemil kardeşimiz, 4. sayıdaki sorular ve cevaplar bölümündeki kutuplarda namaz meselesi ile ilgili bir ifadenin tavzihini istemektedir. Esas cevap Fıkıh Kitaplarına göre verilen izahattır. Yoksa “Eğer bir gün insanlık kutuplarda kütleleşmiş haliyle bütün içtimai ve iktisadi meselelerini halleder ve…” ifadesi, başta peşinen söylendiği gibi sadece diyalektik yapanlara karşı bir diyalektiktir.

 

M.Fethullah Gülen Hocaefendi

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy