Allah kâinatı yaratmaya neden lüzum gördü? Sorular ve Cevaplar

Yazar Hizmetten

S-Allah kâinatı yaratmaya neden lüzum gördü ve neden daha önce yaratmadı da sonradan yarattı?

C-Bu sorunun iki yönü var Biri niçin yaratılmış olduğu, ikincisi ise neden daha önceden yaratılmadığıdır. Evvela hemen arz edelim ki, biz insanlar herşeyi kendi ölçülerimiz zaviyesinden ele alıyor ve ona göre fikirler imal ediyoruz. Mesela biz, birşey yaparken lüzum hisseder öyle ya parız ve çok defa kati zaruretlerle ancak harekete geçeriz. Şimdi böyle bir soruyu tevcih ederken düşünmeyiz ki. Zat-ı Ulûhiyet birer eksiklik ve noksanlık olan bu türlü arazlardan münezzehtir.

Allah, kâinatı niye yarattı sorusunu bir de diyalektik olarak ele almak mümkündür. Kimdir kâinatın yaratılmasından tedirgin olan? Bir insan gösterilebilir mi ki, azami tasarruf prensibi içinde şu tohum atma, döl verme, mahsul alma yerinde, imkânlarını en iyi şekilde kullanarak mesut olma yollarını araştırmasın? Evet, bir kısım sıkıcı hadiseler karşısında muvakkat karar sayılan dünyaya gelişe bir pişmanlık izhar edenler, hatta hayatlarına kıyanlar vardır. Fakat bu nedret ifade eder. Yoksa herkes “var,” olduğuna, hayatta mazhariyetine, insan olarak bulunuşuna, pişmanlık şöyle dursun, şükranla dolup taşmaktadır. Çocuk olup kucaklarda bulunmaktan, delikanlılıkta iliklerine kadar varlığının neşvesini duymaktan, olgunlukta aile ve çoluk – çocukla hem – hal olmaktan şikâyet etmek mümkün müdür?

Hele ötelere inanan insan, bir de bütün bir saadetin teminatı olan ebedi bahtiyarlığın tohumlarını nemalandırırsa, şikâyet ediyor gibi olduğu bu âlemde mutlak saadete açılan menfezlerin sırlı anahtarlarını keşfetmiş olacaktır. Bu itibarla biz bunları vicdanımızda duyuyor ve kâinatı yaratan ve bizi buraya getiren Zat’a kalb dolusu şükranlarımızı arz ediyoruz.

Meselenin kendi realitesi içinde izahına gelince Bu kâinat büyük – küçük, canlı – cansız, rengârenk sanat eserleriyle süslenmiş, bitip tükenme bilmeyen bir manzaralar resm-i geçidi ve bir meşher mahiyetinde. Herkesi seyir ve tenezzühe sevk edecek bir cazibedarlık içinde hazırlanmış görünüyor.

Bu güzel manzaralar, bu fevkalade süs ve ihtişamlar, bir sel gibi akıp giden hadiseler üzerinde bir fiili ve o fiile hâkim, kudretli ve sevimli bir eli gösteriyor. Bizler bu fiiller adesesiyle dalgalanan isimlere şahit oluyor ve maşukuna visal aşkıyla koşan aşıklar gibi, bu çakıp çakıp göz kırpmaların, parlayıp parlayıp işaret etmelerin arkasına düşüyor ve kendimizi bir müphemiyet arz eden sıfatlar dairesinin önünde buluyoruz… Şaşkın, yorgun ve alabildiğine arzulu… Kalbe açılan menfezlerle zati şenileri takibe çalışıyoruz. Bir yükseliş ve uruc içinde cereyan eden bu yolculuk, eşya ve hadiselerden, insan ve kâinatla münasebetten başlar. Hilkatin sırrını kavrama noktasına yükselince, herşeyin ne kadar güzel ve yerli yerinde olduğu insana inkişaf eder.

Şimdi yaratıcının maksadı mevzuunda birşeyler söylerken, bu idrak ve inkişaf da bir avam anlayışı içinde takip edelim:

Mesela bir sanatkâr düşünelim ki, bu sanatkârın mahir olduğu yönlerden bir tanesi güzel yazı yazma (hüsn-ü hat) olsun. Bu maharetiyle objektif i aşıyor. Sübjektife başkaldırıyor ve inşa gücüyle kendini gösteriyor. Düşünelim ki, bu sanatkâr aynı zamanda fevkalade bir heykeltıraştır, birkaç çekiç darbesiyle en sert mermerlere adeta canlılık getiriyor. Dudağına tebessüm, yanağına gamze hak ettiği suretlerle ayrı bir maharet izhar ediyor.

Hüsn- hat yönüyle alkışlanan sanatkârımız, heykeltıraşlığı ile hakkında yazılan methiye ve mersiyeleri dinleye dursun, biz üçüncü bir kabiliyetini daha kurcalayalım:

Mesela, sanat – dehamız aynı zamanda mahir bir dülger olsun. Cevize ruhunu aksettiren, gürgene ölümsüzlük kazandıran, abanozu sanat ruhuyla dirilten üstün bir dülger. Sanat ve sanatkârdan anlayan eller alkışlaya dursun maharetlerini, biz bir başka yöne daha bakalım:

Mesela aynı zatın mükemmel bir ressam olduğunu düşünelim. Fırçasının geçtiği yerlerde en güzel motifler, en şahane kombinezonlar sıralansın dursun… Daha bir sürü sanat sıralayabiliriz ki, her ilave edilen yeni sanat, sanat-dehamızın ayrı bir yönüne vuzuh kazandırmakta ve onu o. yönüyle tanımamıza yardımcı olmaktadır.

Şimdi böyle bir sanatkâr, kabiliyetleriyle kendini gösterdikten sonra onu bilmemiz mümkün olamayacağı gibi, bazı sanatlarını izhar etmemesiyle de tam ve eksiksiz tanımaya erilemeyecektir. Bu itibarla her istidat, kendinde mekni kabiliyetleri izhar etmek ister. İlim planındaki varlıklara harici vücut giydirip teşhir etmek ister. Tohumdaki ukde-i hayatiyetin zuhuru, spermin var olma kavgasındaki aşk u heyecanı, rutubet habbeciklerinin yağmur olmak için binbir güçlüklere katlanmaları, hep bu görünme ve gösterme şevkiyle katlanılan şeylerden değil mi?

Bunlar, bizlerde ve bütün varlıklarda bir zaafın, bir arzunun, önüne geçilmez bir iştiyakın ifadesidir ki, aslından aksetmiş gölgeleri bu türlü ızdırapların dışında da zaten düşünemeyiz. Ama asıl Sanatkâr’a gelince. O, kendi sanatlarında eksiklik ifade eden bu türlü arazlardan münezzehtir. Muhakkak ki, aslın ne cilvesi ne cilveyi tertip edicisi, gölgedeki gibi olmayacaktır.

Evet, bütün kevn-ü mekânları dolduran rengârenk ve çeşit çeşit mevcelenmeler, bize binbir isimden haber vermekte ve her isim bir sanat abidesi üzerinde aydınlatıcı bir nur gibi hünerli bir Zat’ın sıfatlarını tanıtmaya rehberlik yapmakta ve o gizli Zat’ın mesajlarıyla kalbimizi uyarmaktadır.

Büyük Sanatkâr, güzelliğin envai ile güzelliğini, nizam ve ahengin şiirimsi keyfiyetiyle irade ve kuvvetini, kalbin en gizli arzularına kadar herşeyi vermesi ile rahmet vs şefkatini ve daha bunlar gibi binlerce işiyle binlerce unvanını gösterip kendini bizlere tam tanıttırmak, hem eksiksiz ve tam tanıttırmak istiyor.

Tabir-i diğerle, geniş ilmindeki ilmi mahiyetleri, harici vücutlarla sahneye sürüp, kudret ve iradesinin cilvesini gösteriyor. Bir diğer ifadeyle ise, en harika sanat eserlerini şuurlu varlıkların idrak menşurundan geçirerek, zeminden sema- ya kadar bir hayret ve sermestlik, bir idrak ve takdir velvelesi uyarmak istiyor.

Demek mahir, hem binlerce fende mahir bir Sanatkâr, sanatlarıyla harika istidat ve kabiliyetlerini gösterdiği gibi-en yüce manasıyla-bu kâinatın Sahibi de, kendi sanat şenini göstermek için bu muhteşem kâinat sarayını yaratmıştır.

Şimdi de daha önce niye yaratmadı meselesine gelelim. Evvela «daha önce» ne demek? Şu kadar zamanda, şu kadar niye değil, yani bir milyar veya trilyon sene de, neden daha fazla değil, demek istiyorsak: zaman kaydına giren namütenahi “evvel”lere dahi aynı sual varit olacaktır. Niye bir trilyon sene evvel yarattı da, yüz trilyon sene evvel yaratmadı? İtirazı veya suali kesecek makul bir sebep göstermek mümkün değildir.

Şayet “Niye daha evvel yaratmadın” sözüyle. ezeliyeti yani zaman kaydı altına girmemeyi kastediyorsak… O. varlığı kendinden Zat-ı Ecell-i Ala’nın vasf-ı mümeyyizi ve Zat’ının lazımıdır. Yani O, O’ndan başkasına olamaz, başkasında da ezeliyet bulunmaz.

Ancak Mahlûkatın ilm-i ilahi içinde bir ilmi vücutları vardır ki, isterse ona tasavvufi bir neşve içinde sabit-ayn’lar, zilal-i envar diyelim. İstersek O’nu sadece plan ve proje gibi sınırlı ve sevimsiz şeyler olarak ele alalım. Haddimizi aşmış ve Daire-i Ulûhiyet’e karşı sü-i edepte bulunmuş olacağız.

Bizler daracık kıstaslarımızla harici vücut giymiş şu cesetler ve ruhlar hakkında birşeyler söylesek bile, bizim için gayb sayılan hususlar hakkında söz söylemek en hafif manasıyla kendini bilmemezliktir.

Bütün kevn-ü mekânlar, Kürsi’sine nispeten çöle atılmış bir halka mesabesinde kalan ve Arş’ına nispeten de, Kürsi’si o hale gelen Arş-ı azim’in Sahibi’ni insan nasıl bilecek ki, O’nun Daire-i Ulûhiyetinin sırlarına tercüman olsun.

Evet, Cenab-ı Hakk’ın şuunat ve Zat’ına ayna olacak pek çok şey vardır. Evvela mahlûkat yok iken de O, kendini bilir, eşyaya muhtaç olmadan şuunatına müheymin bulunur; Esmasında Zatı şenlerini görür, bilir ve yine istiğna-i Zatisini gösterir. Esmada, esirde partiküller âleminde ve nihayet atom ve büyük mürekkeplerde, isimlerinin cilveleriyle kendini bilir, bildirir şuurlu mahlûklarına da gösterir.

İlminde ayrı bir bilme, isimler âleminde —bize göre— ayrı bir bilme; eterde ayrı bir bilme devam edip gider de, O’nda bir değişme olmaz. Zira O, İbrahim Hakkı’nın dediği gibi:

“Yemez içmez, zaman geçmez; beridir cümleden Allah.

Tebeddülden, tagayyürden dahi elvan u eşkâlden;

Muhakkak ol müberradır, budur Selb-i Sıfatullah.”

Biz, bugün O’nun neleri tertip içinde sahneye sürdüğünü görüyoruz, ama dün ne olduğumuzu ve yarın ne hale geleceğimizi bilemiyor ve kestiremiyoruz. İlmi varlık ne idi? Ayn-ı sabite ne idi, ruhlar âlemi neyin ifadesi ve nebülözlerin helezonik keyfiyeti. Varlığın hangi muzlim noktasını şiirleştiriyor, ahenge kavuşturuyor ve vüzuh getiriyordu. Bütün bunları bilemediğimiz gibi yarınki «ukba» hayatıyla yine önüne ve sonuna bakacak, bu büyük bilmece karşısında “Seni de, şuunatını da hakkıyla bilemedik ey Maruf” diyeceğiz.

Bu muğlâk meselede, bu kadar sözü belki de sadece ihtiyatlı olma dersini vermek için ifade ettim. Doğrusunu O bilir.

M.Fethullah Gülen Hocaefendi

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy