Sitem ve Beklenti

Yazar Egeli

İnsanımız, ümit ve inkisar içinde, gözleri dolu dolu kendini düzlüğe çıkaracak Heraklit’ler bekliyor. Seneler var ki, bu milletin öz evlatları olan bizler, onun aşk u nefretiyle dopdolu gönüllerimizde, birer çığlığa dönüşen heyecanlarımızı hep haykırmak istiyor; ama bir türlü haykıramıyor ve yutkunuyoruz. Her gün birkaç defa kendimizi var olma hülyâlarına salıyor, sürekli yokluğa çarpıyor ve her çarpışta da iki büklüm oluyor ve inliyoruz. Biz hepimiz, genç-ihtiyar, tahsilli-tahsilsiz, talebe-hoca, esnaf-memur dünya kadar beklentileri olan aynı kitlenin sağa-sola saçılmış parçaları, yıllardan beri fırtınalar içinde yalpa yapıp duran aynı geminin ızdıraplı yolcuları ve bir türlü ardı-arkası kesilmeyen hâricî-dâhilî baskıların ve amansız, imansız saldırıların ezip ezip geçtiği zamanzedeleriz. Kendimi bildim bileli ömrümüz hep çekiç-örs arasında, duygu ve düşünce hayatımız da balyozlar altında geçti.. yeni bir “ba’sü ba’de’l-mevt”le doğrulup kendimize geleceğimiz ve kendimizi yenileyeceğimiz âna kadar da, milletçe bu cendere içinde kıvranıp duracağa benzeriz.

Kendimize gelmemiz, kendimizi yenilememiz gelecekteki varlığımızın ön şartları olsa da, yeni bir tekevvün ve yeni bir âlem için yeni mülâhazalara ihtiyaç olduğu da bir gerçek. Yoksa, düşünce ve tasarılar, plân ve projeler havada kalır. Öyle olduğundan dolayı değil mi ki, pek çoğumuz itibariyle, senelerden beri hep havanda su dövüyoruz. Rica ederim, onca atıp-tutmalara, onca tumturaklı beyanlara rağmen, üslup ve idare tarzında herhangi bir yenilikten söz etmemiz mümkün mü? “Her problemi çözdük ve çözüyoruz” iddialarımızın üzerinden bunca yıl geçtiği halde, hâlâ bir kısım millî, içtimâî, idârî ve iktisâdî sıkıntılarla kıvrım kıvrımız. Plânsızlığımız, yetersizliğimiz, kararsızlığımız itibariyle zannediyorum, hâlâ meşrûtiyet yıllarının sisli vadilerinde dolaşıyoruz. Grup ve parti çekişmelerinde hep o bildiğimiz eski inat.. fert ve zümre çıkarlarında yıkılış dönemimizden birkaç kadem daha önde bulunuyoruz. Üst üste bunca falso, bunca fiyaskodan sonra, ciddi bir tevbe ve nedametle, muvakkaten olsun kendi kendimizi kontrol etmemiz gerekmez miydi? Heyhât, ne gezer.! Günlük boğuşma ve basit siyaset oyunlarından başımızı kaldırıp çevremize bakmaya fırsat bulamıyoruz.. dünya, başını almış bir yerlere gidiyor; farkında olan gelsin beri.! İkazları işitmiyor, yanlışlıkları sezemiyor.. idaredeki tereddüt ve kararsızlıklarımızı, yeni bir şeyler yapıyor gibi göstererek hem kendimizi hem de kitleleri aldatıyoruz.

İç problemlerimiz açısından fevkalâde tutarsız ve yetersiz, dış hadiseler karşısında da olabildiğince bir duyarsızlık, hatta vurdumduymazlık içindeyiz. Çevremizde zuhur eden fırsatları değerlendiremiyor, büyüklüğe sıçrama adına elde ettiğimiz avantajlardan yararlanamıyor ve hep o istibdat dönemi kafasıyla, biz usanmış olmasak da dost-düşman herkesi usandıracak şekilde “gericilik”, “yobazlık”, “fundamentalizm” gibi kelimelerle Müslümanlığı ve Ehl-i İslâm’ı baskı altına almaya ve karalamaya çalışıyor ve kendi kendimize teselli oluyoruz.

Bunlarla bazı çevreler iğfal edilerek harekete geçirilse de ülkemizi iki adım öteye götürmek mümkün olmayacaktır; şimdiye kadar olmadığı gibi.

Oysaki, herkesin, hususiyle de zirveleri tutanların himmeti, devleti güçlendirmeye ve milleti yükseltmeye ma’tuf olmalıydı.. bize ve herkese düşen de bu idi… Ne var ki, şimdiye kadar olmadı.. ve bir kısım iç ve dış mihraklarca olmasına da fırsat verilmedi. Henüz iş işten geçmiş sayılmaz. Şu anda bile derlenip-toparlanmamız ve kaçırılan fırsatları yeniden yakalamamız mümkündür. Ancak, yapacağımız şeyleri bilmemiz, hamiyet ve samimiyetle çalışmamız şarttır.

Bunun için de, evvela milletçe, nereden nereye geldiğimizi, şu anda nerede bulunduğumuzu, hedeflerimizin nelerden ibaret olduğunu gözden geçirmemiz, varlık ve bekâmızın temel dinamikleri üzerinde bir kere daha durmamız, ferdî ve içtimâî rahatsızlıklarımızı tespit edip alternatif çareler üretmemiz lazım.

Evet, yıllardan beri derlenip-toparlanma adına onca gayret etmemize rağmen dün denecek kadar yakın bir tarihte, yerle bir edilip enkaz yığını haline gelen bir Japonya, bir Almanya, bir Güney Kore ölçüsünde olsun kalkınamadığımızın sebepleri üzerinde mutlaka durulmalı.. son bir-iki asırdan beri künde künde üstüne devrilişimizin esbabı mutlaka araştırılmalıdır. Şimdiye kadar “Vur abalıya!” kabilinden bu sebepleri hep dinde, diyânette aradık veya hasımlarımızın bitmeyen husumetine vererek teselli olduk. İç ve dış düşmanlarımızın içimize fitne sokarak bizi birbirimize düşürdükleri, vuruşturdukları muhakkak.. ama din ve diyânet, başını alıp göklerde dolaşanlarda da var. Hem de, temel disiplinleri açısından aklın bedâhetiyle çelişen, pozitif düşünceyle çatışan bir din ve diyânet… Hasımlarımıza gelince, onların olmadığı devir ve fitne sokuşturmadıkları millet mi var.? Bence, bunlarda teselli arayacağımıza, bir de dünden bugüne devleti idare edenler üzerinde durmamız daha isabetli olacaktır.

Evet, bir kısım serkârlarımız itibariyle dünyada olup-bitenleri görüp değerlendireceğimize, geçmişimizi ve bazı hayâtî müesseselerimizi karalamakla bir yere varacağımızı zannettik. Yüz bin defa yazıklar olsun ki, bunca zamandır bu koskoca yanlışı anlayamadık, anlayanlarımız itibariyle de bir eski siyâsînin itiraf ettiği kadar olsun “Târihî bir yanılgı içindeymişiz” diyerek, erkekçe ve gerçek bir aydın olmanın gereğini yerine getiremedik.

Bizi, şu-bu değil, gaflet, cehalet, sefâhet, batıperestlik ve geçmişimizin bir bayrak gibi şehbal açmasını sağlayan târihî dinamiklerimizi inkâr batırdı. Hürriyet ve demokrasi nimetlerini -ne ölçüde bir nimetse- birbirimizi didiklemekle değerlendirdik. Hem öyle bir değerlendirdik ki, bu didişmeyi fırsat bilen ve kolumuzu-kanadımızı kıran can alıcı hasımlarımızı bile göremedik.. göremedik ve sürekli hasis ihtiraslar peşinde olduk ve birbirimizi didikledik durduk. Değişik milletleri, belli ölçüde yükselten, mutlu eden, hatta ümitlendiren ve şevklerini artıran insanî hak ve hürriyetleri saygısızlığa ve başkalarına tecavüze vesile saydık. İlk mektepteki mini bir talebeden üniversitedeki öğretim görevlisine, sokaktaki hamaldan kuvveti temsil eden zirvedekilere kadar herkes, kendi vazife ve sorumluluğunu bir yana bırakarak siyaset humması yaşamaya başladı. Mekteplerde saf dimağlara siyaset pompalandı. On yaşındaki çocuklardan, hayızdan-nifaktan kesilmiş acûze-i şemtâlara kadar herkes kendini diplomasiye saldı! Bu yanlış telakki ve çerçevesi belirlenememiş siyaset mülâhazasıyla fertler ve toplum defaatle nifak ve şikakla sarsıldı.. kitleler şaşkına döndü ve devlet zaafa uğratıldı. Altı asırdan beri hamâsî kahramanlıklarıyla destanlara mevzu olan bir kısım güç kaynakları bile bu levsiyâttan nasiplerini aldılar.

Evet, bazı hayâtî müesseseler için AIDS ölçüsünde tehlikeli sayılan siyâsî ihtiraslar, vatan ve ülke bölünmezliğine, din ve devlet düşüncesine kilitli olması gereken toplumun, o can damarı mesabesindeki birimlere dahi sirayet etti; etti ve başlarını döndürdü, bakışlarını bulandırdı ve iç kaymasına uğrattı. Bu arada, başı çekenlerin pek çoğu “devletin parası deniz…” mülâhazasıyla hareket ederek millete, can alıcı hasımlarından çekmediklerini çektirdiler. Öyle ki, hiç beklenmedik kimseler bile çalıp-çırpmaya başladı ve hiç umulmadık zâtlar gırtlaklarına kadar bu levsiyâta girdiler. Hatta bir kısım fırsat ve imkânları elde eden idareciler, bu mâsum, mâsum olduğu kadar da sarsık, bu mübarek, mübarek olduğu kadar da istismara açık milletin yaralarını saracakları yerde, onun kurumuş damarlarındaki kanı emebilme yollarını araştırdılar.

Bütün bu olumsuz durumları başkası değil biz hazırladık. Milletimize, ızdırapların en utandırıcılarını biz çektirdik.. ve çektiriyoruz da. Öyle ise hem bir sorumluluk, hem de asırlık günahlarımıza keffâret olarak onu kurtaracak, yükseltecek ve devletlerarası muvâzenedeki eski konumuna ulaştıracak da yine bizim imanla çarpan sînelerimiz, dünyaya açık dimağlarımız, ruh ve mânâ köklerimizdeki rasânet ve çelik pazularımız olmalıdır.

İslâmiyet, geleceğe yürümemiz adına âdeta hayâtî bir dinamiktir. Ona sığınma sayesinde önemli bir kuvvet kaynağını elde etmemiz her zaman mümkün olacaktır. Dînin o lâhûtî ve sarsılmaz gücü bir kere daha ortaya çıktıktan sonra, böyle bir kaynağa karşı lâkayd kalmak tam bir aldanmışlıktır. Hele topyekün bir dünyanın dine yöneldiği bir dönemde böyle bir lâkaydîlik affedilir gibi değildir. Bu mülâhazamızı, “Dînin Yenilmez Gücü” başlığı altında başka bir yerde ifade etmeye çalıştığımız için bu faslı da burada noktalamak istiyoruz.

Sızıntı, Ekim 1994, Cilt 16, Sayı 189

Kaynak:M.Fethullah Gülen / Yeşeren Düşünceler

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy