Sıfât-ı Sübhaniye

Yazar Egeli

Lügat itibarıyla, hâl, unvan, vasıf, keyfiyet ve nitelik mânâlarına gelen sıfat, “usûlüddin”ce Cenâb-ı Hakk’ı vasfeden, nitelendiren ve bir anlamda “Zât-ı Baht”ın hicabı sayılan bir kısım müteâl ve mübeccel –ulviyeti Mevsuf-u Mukaddes’e ait– kavramlar demektir. Sıfât çerçevesinde zikredilen bu mübarek kelimelerin bazıları isim, bazıları masdar, bazıları zarf, bazıları da Arapça’daki sıfatlar şeklinde kullanılmıştır.

Sırf zihnî bir mülâhaza olarak sıfât-ı sübhaniyenin bir berisi bir de ötesi vardır: Maddî-mânevî bütün âlemlerdeki fiiller ilâhî isimlerin tecellîsi, isimler sıfatlara dayalı ve onların berisinde, sıfatlar da şe’n-i ilâhîye müstenid bildiğimiz –belki de sadece ehl-i keşif ve şuhûdun bildiği– âlemlerin ötesinde.. ve tabiî her şey –bu tabir Zât-ı Ulûhiyet için de kullanılagelmiş– gidip o Zât-ı Baht’a dayanmakta ve O’ndan istimdat etmektedir. Hakikat-i hâl bizim için hep meçhul olsa da, söz ve kelime açısından isim ve sıfat arasında şöyle ince bir fark da söz konusudur: Cenâb-ı Kibriyâ’nın vasfıyla alâkalı, Hayy, Kayyûm, Semî’, Basîr, Alîm… gibi sıfat kalıbındaki kelimeler isim; bunun dışında Zât-ı İlâhiye’ye nisbet edilen elfâz ise “sıfâtullah” veya “sıfât-ı ilâhiye” unvanıyla yâd edegeldiğimiz sıfatlardır.

Cenâb-ı Hakk’a ait evsâf-ı âliye içinde acz, naks ve kusur ihtiva eden hiçbir sıfat yoktur. Bundan dolayı da sıfât-ı sübhaniyenin hepsine “sıfât-ı kemaliye” denegelmiştir. Bu itibarla, Allah’a (celle celâluhu) inanma demek, şanına lâyık kemal sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan da münezzeh bir Zât-ı Kibriyâ’ya inanma demektir.

Zât’ı gibi Cenâb-ı Hakk’ın sıfât-ı sübhaniyesi de ezelî ve ebedîdir. Onlar için ne bir başlangıç ne de bir son söz konusudur. İns, cin ve diğer varlıkların evsâfı, sıfât-ı sübhaniyenin bir aksi, bir gölgesi mahiyetinde olsa da bunların hem evveli vardır hem de âhiri ve devamları da, her biri hayy ve nuranî olan o evsâf-ı rabbaniyeye bağlıdır. İns, cin, melek ve ruhanîlerin ne hayatları O’nun hayatına ne ilimleri O’nun ilmine ne de iradeleri O’nun iradesine benzer. O’nun Zât’ında da sıfatlarında da eşi, benzeri, misli, zıddı ve niddi yoktur. O, her şeyi kuşatan muhît ilmiyle, olmuş-olmamış bütün varlık ve hâdiseleri ihata ettiği gibi, kudret ve iradesiyle de, görünen-görünmeyen umum eşya ve şuûnun biricik sahibidir.

Bizim “Zât-ı Ulûhiyet” hakkında dediğimiz, diyeceğimiz her şey, ef’âli, esmâsı ve bir mânâda sıfatları itibarıyladır. “Zât-ı Bârî”ye gelince, O bizim için nâkabil-i idraktir; dolayısıyla da O’nun hakkında fikir yürütmemiz memnû ve mahzurlu sayılmıştır. Kur’ân-ı Kerim, bizim düşünce ufkumuzu aşan böyle bir konuda bize idrak serhaddimizi gösterir ve “Gözler O’nu ihata edemez, O ise basar ve basîret her şeyi kuşatır/kuşatandır.”[1] fermanıyla, muhîtin, muhît olduğu aynı anda muhât olamayacağını hatırlatır.

Zât-ı Bârî, bizim idrak ufkumuz itibarıyla, isimleriyle malum ve sıfatlarıyla da her şeyi muhîttir.. ve bu ufuk beşerî düşüncenin son serhaddidir. Bunun ötesinde ve ötelerin de ötesinde olan diğer bilgilere gelince onlar, bir seviyenin insanları için sezmelere, duymalara bağlı bilgilerden, zevkî, hâlî mârifetlerden ve bir mânâda şuhûdî ihsaslardan ibarettir. Bu bilgi ve mârifetleri Hakk’ın (celle celâluhu) sadâkate, azm ü cezm ü kasde bir iltifat ve bir teveccühü sayabilirsiniz.. dahası, kaza ve kader meselelerinin hakikati de –Miraçta Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a (aleyhi ekmelüttehâyâ) inkişaf ettiği gibi– bu seviyedeki göz ve kulak erbabına inkişaf eder ki, o da farklı bir görme demektir.

Aslında bu fizik âlemdeki görmeler, duymalar, hissetmeler, esbap perdedarlığı iledir ve bu fonksiyonların en aşağı mertebesidir ki, bu mertebede de âlât ü edevâtı veren O olduğu gibi, bu uzuv veya hâsselerin fonksiyonları sayılan hususları yaratan da O’dur; O’dur gözü ve kulağı yarattığı gibi görmeyi ve işitmeyi de yaratan. Bu itibarla da, insan bünyesindeki bütün uzuvlar ve duyu organları, kudret ve irade-i rabbâniye’ye sadece birer perdedirler; ne var ki, sebep konumundaki durumları açısından fâiliyet de onlara nispet edilmektedir. Onlar müessir değil, sebeptirler; her şeyde müessir-i hakikî Allah’tır. Konuşma kabiliyeti olmayan bir câmid veya hayvanın, emr-i ilâhî ile konuşması onun sıfatı olamayacağı gibi, insanların ef’âli ve bu ef’âle lütfedilen semereler de onlara ait değil, “Hâlik-ı küll-i şey”e ait bir “icraat-ı rabbâniye”dir. Biraz daha açabiliriz, meselâ; Cenâb-ı Hak önce, ins ü cinde ilim sıfatını yaratmış; sonra onun malumât-ı hariciye diyeceğimiz farklı nesnelerle münasebetine zemin hazırlamış, sonra onu kendi ihata alanına yönlendirmiş; daha sonra da malumun onda inkişafını hâsıl etmiştir. İşitme ve görmeyi de buna kıyas ederek diyebiliriz ki, Zât-ı Vahid ü Ehad, önce görme ve işitme uzuvlarını yaratmanın yanında, onların beyin ve diğer sistemlerle münasebetlerini tesis etmiş; sonra da görme, işitme ve kavrama gibi hususları, bu konularla alâkalı mekanizmalara emanet edivermiştir. Bundan dolayı da biz, “Hakikî alîm ve kadîr O, hakikî semî ve basîr de O’dur.” diyor ve her şeyi bilen, her şeye güç yetiren, her varlığı gören, her sesi işitenin de O olduğunu ikrar ediyoruz; “Yok Zât-ı Hak’tan başka varlığı kendinden bir mevcut.! Yok dünya ve ukbâda O’ndan gayrı bir sahip, bir mâlik ve hakikî bir mâbud!” diyoruz.

Aslında Zât-ı Baht’ın dışında her şey bir mânâda gayr ve sivâdır. Hatta zevk, hâl ve şuhud erbabına göre buna sıfât-ı sübhaniye ve esmâ-i hüsnâ da dahildir. Mütekellimînin, “Sıfatlar ne aynıdır ne gayrıdır.” mütalâaları farklı bir mülâhazaya binaendir; yerinde kısa da olsa üzerinde durma vaadiyle geçiyorum.

“Hayat”, evsâf-ı sübhaniye içinde sıfatların en câmiidir. “Vücud”, hayat için zarurî bir ilktir. “İlim”, bu sıfatların akabinde gelir.. ve buudlarıyla da ihata alanı en geniş olanıdır. Bu sıfat, Efendimiz’in (aleyhi ekmelüssalavâtu vetteslîmât) taayyün mebdei olması itibarıyla ayrı bir önemi haizdir. Diğer sıfât-ı ilâhiye ise, öteki “Mustafeyne’l-Ahyâr”ın[2] külliyet planında taayyün mebde’leridirler.

Her sıfatın, taalluk açısından bir hayli de cüz’iyâtı vardır. Bu cüz’iyât dahi değişik hayat mertebelerindeki varlıkların taayyün mertebeleri sayılırlar. Külliyet bir mânâda asliyet, cüz’iyet de zılliyet demektir. Taayyün mebdei küllî olanlar, bulundukları yörüngede asıl, cüz’î olanlar da onların izdüşümü mesabesindedir ve öncekilerin kademi altında sayılırlar. Zıllî bir mânâda asla ait hususiyetleri aksettirebilir ama o, kat’iyen asıl değildir. Müşâhededeki ihatasızlık, tâbilerdeki aşırı hüsnüzan ve im’ân-ı nazar bazen cüz’înin küllîye karıştırılmasına sebebiyet verebilir ve hâdiselere şer’î mizanlarla bakmayanlar aldanabilirler; aldanır da Mesih yörüngesindeki bir zılli asıl zannedebilirler. Kasdî, iradî ve planlı iddiaların yanında bu türlü bir ihatasızlık ve iltibasla kendini bir şey sananların sayısı da –hafizanallahü ve iyyâküm– az değildir.

Bazıları, zıll ve asıl mülâhazalarını, falan, Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (sallallâhu aleyhi ve vesellem) kademi altında, falan Hz. Musa’nın (alâ nebiyyina ve aleyhisselâm) kademi altında, filan da Hz. İsa’nın (alâ seyyidina ve aleyhitteslîmât) kademi altında şeklinde seslendirmişlerdir ki, bu, yukarıdaki ifadenin farklı bir versiyonu sayılır. Zıll olanlar, değişik terakki yol ve yöntemleri, kalbî ve ruhî hayatta seyahatleri sayesinde aslın yörüngesine olan hususî teveccühlerden de istifade edebilirler. Derken zevkî, hâlî, şuhûdî cüz’iyât bir mânâda külliyât hâlini alabilir. Bazen bu türlü durumlarda, tebaiyetle bazı mazhariyetlere eren sâlikler, aslın tavassutu esas olmakla beraber, kendi ziya-i vücudlarının tesirinde aslın yer ve konumunu ihata edemediklerinden ona fâikiyet iddiasında bulunabilirler. Bu tür ahvalde kendi zevk ve ihsaslarımız değil Sahib-i Şeriat’ın vaz’ettiği düsturlar esas alınmalıdır; yoksa iltibaslar kaçınılmaz olur.

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları hem her şeyin mebdei hem de Zât-ı İlâhî’nin lâzımı olması itibarıyla, eşi, benzeri ve misli olmamada Hazreti Zât’a ait hususiyetleri haizdirler. Ne var ki, o Zât-ı Ecell ü A’lâ bütün isimlerin, sıfatların, şe’nlerin ve itibarların da ötesindedir. Evet, O, zuhur, bürûz, tecellî veya müşâhede, mükâşefe, taakkul, tasavvur ve her türlü tahayyülâtın da ötesindedir.

İbn Arabî ekolüne mensup olanlar, Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını Zât’ının aynı görmüş ve bunu tevhidin gereği saymışlardır. Dahası, sıfatları da kendi içlerinde birbirinin aynı kabul etmiş; meselâ, “Kudret” ve “İlim” sıfatlarını Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ının aynı gördükleri gibi, bunların birbirinden de farklı olmadıklarını söylemişlerdir. Onlara göre isimler, sıfatlar ve şe’nlerde icmalî birer zuhur, birer belirlenme söz konusudur ki, buna “taayyün-ü evvel” ve “ehadiyet” mertebesi; her şeyin tafsilen husul ve zuhuruna da “taayyün-ü sânî” ve “vahidiyet” mertebesi demişlerdir. Böyle bir telakkinin neticesi olarak, mümkinâtın hakikatini de “âyân-ı sâbite” şeklinde görmüşlerdir ki, bu da bütün şu fizik âleminin vücud-u haricîsi bulunmayıp, müşâhede ettiğimiz her nesnenin aynalara akseden resimlerden farklı olmadığı, hatta Câmî’nin ifadesiyle, müşâhede ettiğimiz her şeyin hayalden ibaret bulunduğu mânâsına gelir. Onlara göre, “kesret” dediğimiz âlem de işte bu hayalî levhaların mecmuudur ki, böyle bir âlemin ilk basamağını “taayyün-ü ruhî”, ikinci kademesini “taayyün-ü misalî” ve üçüncü mertebesini de “taayyün-ü cesedî” teşkil etmektedir.

Zât, sıfât ve varlık konusunu “usûlüddin” esaslarına göre ele alan ve yorumlayan Sünnî mutasavvıfîn Zât-ı Baht’ın yanında, zihnî bir ayrılıktan ibaret bulunsa da, bir kısım sıfât-ı sübhaniye üzerinde ısrarla durur ve sıfât-ı sübhaniyeyi Zât-ı Hakk’ın nuranî hicapları gibi görürler. Bunların nazarında bütün varlık ve eşya ilâhî isimlerin aynaları, tecelligâhı ve sıfât-ı kudsiyenin de zuhur alanıdır. Topyekün mevcudat o Mukaddes Zât’ın vücuduna; hemen her mertebedeki hayat O Hayy u Muhyî’nin hayatına; bütün bilmeler ve mârifetler O Alîm ü Allâm’ın ilmine; bütün güçler, kuvvetler O Kadîr u Muktedir’in kudretine; her türlü sözler, beyanlar O Mütekellim-i Ezelî’nin kelâmına ve her çeşit tecellî dalga boyundaki görmeler, işitmeler O Semî’ u Basîr’in sem’ine, basarına pırıl pırıl birer ayna, birer mahall-i zuhurdurlar. Zihnî de olsa, Zât-sıfât ayrılığı mülâhazasıyla diyorlar ki, bütün kâinat ve içindekiler O Zât-ı Mukaddes’in değil, esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhaniyenin merâyâsı, mecâlîsi ve mezâhiridirler. Mevcudat, hayy olan “vücud” sıfatının zılli, aksi ve bir şuaı; insanların ilimleri, mârifetleri, “ilim” sıfatının bir yansıması ve değişik merâyâda tele’lüü; canlı-cansız umum varlıkta müşâhede edilen bütün güçler, kuvvetler de “kudret” sıfatının bir in’ikâsıdır.. diğer ilâhî sıfatlar da taalluk alanları itibarıyla aynı şekilde yorumlanabilir.

Ancak, Hazreti Zât’ta bu sıfatların aslî ve zatî olduğu, mevcudat-ı mümkinede ise sadece bunların zıllinin bulunduğu da hiçbir zaman hatırdan çıkarılmamalıdır. Daha önce de işaret edildiği gibi, asıl başka, zıll başka ve gayr daha başkadır. Bu itibarladır ki, mütekellimîn, mümkinâttaki bu sıfatlara “arazî” demeyi daha uygun bulmuşlardır. Zira bunların vücud ve kıyamı o ilâhî sıfatların kıyamıyladır. Gerçi araz ve cevher konuları, umumiyet itibarıyla, hep fizik âlemi içinde mütalâa edilegelmişlerdir ama mutasavvıfîn böyle bir yaklaşımda da mahzur görmemişlerdir. Dahası bunlardan bazıları bir adım daha ileri giderek “Bütün cevahir ve a’râz, topyekün evsaf ve hususiyetler O Zât’ın kayyûmiyetiyle kâimdir.” demişlerdir. Ancak böyle bir mülâhazadan hareketle konuyu “Her şey O’dur.” demeye getirenler varsa, o husustaki Sünnî yaklaşım bellidir ve bizim de birincilerin görüşüne “evet” dememiz mümkün değildir.

Usûlüddin ulemâsınca, sıfatlar Zât üzerine zaid kabul edilmişlerdir. Sünnî mutasavvifînin nokta-i nazarları da bu merkezdedir. Varlık ve eşya kat’iyen O değildir. Cevher-araz, sıfat-hususiyet her şey O’ndandır ve O’nun kayyûmiyetiyle kâim ve daimdir. Ne var ki, ne her şeyin O’ndan olmasında ne de O’nunla daim ve kâim bulunmasında bir “hâlliyet” ve “mahalliyet” söz konusu değildir. Mutasavvifîn, âlemi, bütün eşya, şuûn ve ahvâliyle ilâhî tecellîlerin gölgeleri, bütün ef’âli sıfât-ı sübhaniyenin zılâli, sıfatları da şuûnat-ı Zâtiyenin tezahürleri görmüşlerdir.. ve işte bundan dolayıdır ki, kâinatta/kâinatlardaki her şey O’na kendilerinden daha yakındır.. ve bu yakınlık onların kendinden değil, O’nun sıfât-ı sübhaniyesinin zılâli olmalarındandır.

Canlı-cansız her varlık hayat, ilim, sem’ u basar… ilâ âhir gibi sıfât-ı sübhaniyenin belli merâyâda tezahüründen ibarettir. İlâhî sıfatlar ve esmâ-i hüsnâ Hazreti Zât’ın nuranî ve hayattar hicaplarıdırlar ve O’nun Zât’ının kemaline de birer işarettirler. O, bu sıfatlara muhtaç değildir; sıfât-ı sübhaniye O’nun Zât’ının lâzımıdır; O “vücud”la değil Mukaddes Zâtıyla mevcut olduğu gibi, hayat sıfatıyla değil Zâtıyla diridir. Diğer ilâhî sıfatlar da aynı mülâhaza ile ele alınabilir; O ilim sıfatıyla değil Zâtıyla Alîm, kelâm sıfatıyla değil Zâtıyla Mütekellim, irade sıfatıyla değil Zâtıyla Mürîd’dir.. ve hakeza… Zâtî ve sübutî sıfatlar için söz konusu olan bütün bu hususlar, sübûtî sıfatlardan sayılan “tekvîn”e râci diğer fiilî sıfatlar için de geçerlidir. Bunları daha sonra icmalî de olsa –inşâallah– ele alacağız.

Sıfât-ı ilâhiyeye, O’nun kemalâtının perdeleri, envâr-ı meknûnesinin hicapları ve zılliyet planında tenezzül dalga boylu eşya ve hâdiselerle münasebet noktaları nazarıyla bakmak da mümkündür. İzzet ve azamet tekvînî emirlerde zâhirî esbabı perdedar olarak kullandığı gibi, “bi gayr-i keyfin” sıfât-ı sübhaniyeyi de Zât’ına perde kılmıştır. Hazreti Zât’ın her şeye o ihata edilmez/edilemez, perdesiz, hâilsiz mübaşereti bunun böyle olmasını iktiza ettiği gibi, “sübühât-ı vech” şuaâtına karşı da bu tür bir hicap O’nun hikmetinin muktezasıdır. Ne var ki, sıfât-ı ilâhiye, Zât-ı Baht’a hicap ve nikap makamında bulunsalar da, Zâtî kemalin zuhuru da yine bu sıfatlar vasıtasıyla ortaya çıkmaktadır. Bu itibarla da bu hicaba, ehadiyet tecellîsi çerçevesinde O’nu göstermeye matuf bir hicap nazarıyla bakılabilir.

Hâsılı, sıfât-ı sübhaniye ne aynıdır ne de gayrı; onlar Zât-ı İlâhî’ye hem bir hicap hem bir ayna, Zât-ı Akdes de onlara göre nâkabil-i idrak bir Asıllar Aslı.. ne O’nun Zât’ı başka zatlarla mukayese edilebilir ne de sıfatları başka sıfatlarla. O, Kendi Zâtıyla kâim, başkaları ise O’nun kayyûmiyetiyle kâimdir. O’nun sıfatları kadîm, ezelî, hayy ve asla ait mukaddesiyetle serfirazdırlar. Mahlukatın evsafı ise, zatları itibarıyla câmid, hükümleri açısından da itibarîdirler; bunların ne hakikî mevcudiyetleri ne hayatları ne de ilimleri söz konusudur. Ne var ki, bütün bu farklılıkları tefrik ve temyiz de huzurî bir ilme vâbeste olduğundan işin hakikatini idrak herkesin kârı değildir.

Usûlüddin Açısından Sıfât-ı Sübhaniye

Şimdi isterseniz konuya bir de mütekellimîn-i kirâm açısından göz atalım:

Mütekellimîn-i kirâm açısından sıfât-ı sübhaniyenin, ifade ve üslûp farklılığı mahfuz, yukarıdaki esaslar çerçevesinde olduğunu söyleyebiliriz. Aslında sofiye “akâid-i hakka-i islâmiye” konusunda “usûlüddin” ulemâsının görüşlerini esas almış ve elden geldiğince kendi müşâhedelerini onların mütalâaları istikametinde yorumlamaya çalışmışlardır.

Mütekellimîne göre sıfât-ı sübhaniye, zâtî, tenzihî, sübûtî, fiilî ve haberî bölümleri içinde ele alınıp incelenmişlerdir. İlmihallerde bizim görüp bildiğimiz sıfatlar: Sıfât-ı zâtiye, sıfât-ı sübûtiye, sıfât-ı fiiliye olmak üzere üç bölümde ele alınıyordu. İşin esası yine o tasnife râci olmakla beraber, bizim bildiğimiz bir icmaldi, bu ise kısmen bir tafsil…

1. Tenzihî Sıfatlar

Bunlara “selbî sıfatlar” da denir; Zât-ı İlâhî’nin acz, fakr, zaaf, ihtiyaç, yeme-içme, doğma-doğurma… gibi Cenâb-ı Zât hakkında eksiklik ve kusur sayılan evsaftan münezzeh ve müberra olmasını gösteren ifadelerdir ki, bir kısmını İbrahim Hakkı Hazretleri şöyle sıralar:

Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli âlemde,
Ve suretten münezzehtir, mukaddestir Teâlallah.
Şerîki yok, berîdir doğmadan doğurmadan ancak,
Ehaddir, küfvü yok, ‘İhlâs’ içinde zikreder Allah.
Ne cism u ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir
Yemez, içmez, zaman geçmez berîdir cümleden Allah.
Tebeddülden, tagayyürden, dahi elvân u eşkâlden,
Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.
Ne göklerde ne yerlerde, ne sağ u sol ne ön ardda,
Cihetlerden münezzehtir ki hiç olmaz mekânullah
Hudâ vardır velî, varlığına yok evvel ü âhir;
Yine ol varlığıdır kendinden, gayrı değil vallah.
Bu âlem yoğ iken ol var idi, ferd ü tek ü tenhâ;
Değildir kimseye muhtaç O, hep muhtaç gayrullah.
Âna hâdis hulûl etmez ve bir şey vacib olmaz kim;
Her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah.

Ulemâ, Zât-ı İlâhî’ye yaraşmayan daha bir hayli selbî sıfattan bahseder ama aslında mevzu onların söz konusu ettiği şeylerle de sınırlı değildir; zira âyât-ı muhkemât ve Sünnet-i Sahîha çerçevesinde tanıyıp bildiğimiz ulûhiyet ve rubûbiyet hakikatlerine karşı öteden beri pek çok yakışıksız şeyler söylendiği gibi şimdi de söylenmektedir ve gelecekte de söylenecektir; buna karşılık da mü’minler tarafından Zât-ı Ulûhiyet tenzih ve takdis edilecektir ve edilmektedir.

2. Zâtî Sıfatlar

Vücud, vahdaniyet, kıdem, bekâ, muhalefetün lilhavâdis ve kıyam binefsihî gibi altı sıfattan ibarettir. Bunlar, Allah’a mahsus sıfatlardır ve başka birisi hakkında kullanılmaları da caiz değildir. Aynı zamanda bu sıfatların zıtları Zât-ı Hak için düşünülmediğinden bir mânâda bunlar da tenzihî sıfatlardan addedilmişlerdir.

1. Vücud

Bulunma ve var olma mânâlarına gelen vücud, Cenâb-ı Hakk’a nisbeti itibarıyla Allah’ın zâtî ve nefsî bir sıfatı olup Zât-ı Hakk’ın varlığının kendinden olduğunu ifade eder. Bir kısım mütekellimîn ve mutasavvıfînin, “Vücud, Zât’ın aynıdır.” deyip buna tevhidî bazı mânâlar yüklemeleri bir tarafa muhakkikîn onu, ezelden ebede bir vücud-u daimînin unvanı olarak görmüş, fizikî ve metafizikî dünyaların temel mercii kabul etmişlerdir: Evet, bütün mevcudat, bir mânâda o zâtî vücudun ziyasının gölgesi olduğu gibi; imkân, hudûs, ihtirâ’, fıtrat, gaye, nizam, inayet, hikmet ve rahmet televvünleriyle de o Vücud-u Ezelî’nin delil ve şahididir. O, öyle bir “Vacibü’l-Vücud”dur ki, âfâkî ve enfüsî bütün deliller, şahitler, emareler ve işaretler vücudları ve hususî mahiyetleriyle O’nun varlık ve birliğini gösterdikleri gibi, ruhumuzun derinliklerinde her zaman nümâyân olan duyuşlarımız, sezişlerimiz ve vicdanlarımızdaki nokta-i istinat ve nokta-i istimdatlar birer birer ve hepsi birden o Vücud-u Bâkî’yi göstermektedirler. Evet, kalbî ve ruhî hayata açık bütün vicdanlar her zaman varlıklarının özünden fışkıran bir batınî duyuş ve sezişle zâhirî ihsas ve idraklerin çok çok üstünde ve akıl, fikir alanlarını aşkın bir derinlikle hep O’nu haykırmaktadırlar.

2. Vahdaniyet

Birlik ve teklik mânâlarına gelen bu kelime Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ında, sıfatlarında, tek, yektâ, eşi-benzeri ve zıddı-niddi olmama anlamında zâtî bir sıfattır. Bu sıfat eşi-benzeri, misli ve menendi olmama mânâları itibarıyla da tenzihî ve selbî sıfatlardan addedilmiştir.

Hazreti Zât-ı Vahid ü Ehad’e ait böyle bir birlik ve teklik riyazî anlamda değil de, Zât’ında, sıfatlarında, ef’âlinde eşi benzeri olmama mânâsında bir tekliktir. O, Zât’ında tek ve yektâ bulunduğu gibi ulûhiyetinde de misli ve şerîki yoktur; Mâbud-u Mutlak, Maksud-u Mutlak, Mahbûb-u Mutlak ve Matlub-u Mutlak yalnız O’dur. Kur’ân-ı Mübin, “De ki: O Allah’tır; hakikî ilâh (ve Mâbud-u Mutlak) O’dur. Allah (herkesin ve her şeyin Kendisine muhtaç olduğu, ihtiyaçtan müstağni bir) Samed’dir. O, doğurmadı ve doğurulmadı. O’na bir küfüv ve denk de olmadı.”[3] diyerek O’nun mutlak tekliğini ve Müstağni-i Ale’l-Itlak olduğunu ifade etmektedir.

Kur’ân ve Sünnet’te O’nun varlığının hatırlatıldığı her yerde vahdaniyetine de işarette bulunulur; vahdaniyetinin ifade edildiği yerlerde de “Vacibü’l-Vücud” olduğu vurgulanır. İsterseniz konuyu, ifadelerde az bir tasarrufla, hayatını O’nun vücudunu ve vahdaniyetini anlatmaya vakfetmiş Üstad Bediüzzaman’dan dinleyelim:

“Arkadaş, her bir mevcut üstünde O Sâni-i Ehad ü Samed’in bir sikkesi ve hâtemi bulunmakta ve o şeyin Zât-ı Ehad ü Samed’in mülkü ve sanatı olduğunu ilan etmektedir. Sen, gayr-i mütenâhî olan o ehadiyet sikkelerinden ve samediyet hâtemlerinden bahar mevsiminde sahife-i arza darbedilen sikkeye bakabilsen, şu zikredilecek fıkraların cümlelerinin güneş gibi O’na delâlet ve şehadetlerini göreceksin. Şöyle ki, şu sahife-i arzda her zaman pek garip ve hakîmâne bir icat müşâhede ediliyor. Şimdi gir şu fıkraların içine ve gör o hakîmâne icadı.

1. Yeryüzündeki o icat fiili pek büyük ve geniş bir sehâvet-i mutlakadan geliyor..

2. Bir sühûlet-i mutlaka ile bir kuvvet-i mutlakadan geldiği görülüyor..

3. Her şey mutlak bir intizam içinde olabildiğine bir süratle var ediliyor..

4. Bütün varlık, gayet mevzun ve mizanlı olmanın yanında fevkalâde bir süratle yaratılıyor..

5. Olabildiğine güzel ve mükemmel var edilmeleriyle beraber, fevkalâde bir bolluk ve ucuzluk içinde ve herkese yetişecek şekilde ihsan ediliyor..

6. Karışıklığa sebebiyet verecek onca esbaba rağmen, her şey fevkalâde bir temyiz ve tefrik içinde varlığa eriyor..

7. Her nesnenin taalluk noktaları sonsuz denecek kadar çok olduğu hâlde, her varlık fevkalâde bir nizam, bir intizam ve bir âhenk içinde meydana geliyor.”

İşte bütün bunlar, o Zât-ı Vacibü’l-Vücud’un hem varlığına hem de birliğine öyle şahitlerdir ki, binler delil kuvvetindeki bu şahitleri görmemek körlükten öte bir körlük ve inattan öte bir temerrüttür.”[4]

3. Kıdem

Eski ve zamanca uzun geçmişi olan anlamındaki kıdem, Allah’ın zâtî sıfatlarından biridir ve başlangıcı olmama ve sâbık bir illete dayanmama mânâlarına gelmektedir. Bu yönüyle o, “Evvel” ism-i şerifiyle bir iltisak içinde, ezeliyetin bir unvan-ı mübecceli, “Mukaddim” ism-i celîlinin de esası sayılmaktadır.

Zât-ı Ulûhiyet’in kıdemi mevzuunda Sünnî, Şiî ve Mutezile ulemâsı arasında herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir. Bütün âlimler, kıdemi, Zât-ı İlâhî’nin vasıflarından biri saymış ve onu, Cenâb-ı Kibriyâ’nın ilel-i sâbıka ve esbaptan müstağni bulunması mânâsına yorumlayarak Hazreti Mevsuf-u Mukaddes’i nazara alıp وَأَوَّلٌ قَدِيمٌ بِلَا ابْتِدَاءٍ[5] demişlerdir.

Aslında kıdem sıfatı ve Kadîm ism-i mübecceli Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyetini ifade etmektedir. Allah’ın varlığının başlangıcı olmadığını, vücud-u Bârî üzerinden –bu tabir de kelime yetersizliğinden– asla yokluk geçmediğini ve O’nsuzluk yaşanmadığını belirtmektedir. İşte bu, Zât-ı Hakk’ın kıdemi demektir ki, bunun karşılığı hudûstur (sonradan olma) ve Allah (celle celâluhu) hudûstan münezzeh ve müberradır.

4. Bekâ

Devam ve sebat içinde bulunma, kesintiye uğramama, fenâya maruz kalmama mânâlarına gelen bekâ, zâtî sıfatlardandır ve kıdemle ism-i Evvel’in münasebetine benzer şekilde, bu sıfat-ı sübhaniyenin de “Âhir” ism-i celîliyle alâkası söz konusudur. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahîha’da, sarahaten ve işareten bekâ sıfatına temas edildiği gibi, onun bir başka ifadesi olan Âhir ism-i celîliyle, bazen tek başına bazen de Evvel ismiyle zikredilmesi de az değildir. Evet, Kur’ân her şeyin fenâ bulup O’nun bâkî kaldığını ifade etmenin yanında, sık sık “Evvel O, Âhir O” diyerek kıdem ve bekâya göndermelerde bulunmaktadır. Bu arada Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bir dualarında, “Allahım, Sen öncesi olmayan bir Evvel’sin ve sonu bulunmayan bir Âhir’sin.”[6] buyurarak kıdem ve bekâ sıfat-ı sübhaniyelerini hatırlatmaktadır. Bekâ ile kıdem mânâ olarak da birbiriyle yakından irtibatlıdırlar. Eskiden beri ulemânın, cerhedilmez mantıkî bir ifade olarak “Kıdemi sâbit olanın ademi mümtenidir.” sözleri böyle bir irtibat ve münasebete dayanmaktadır. Ayrıca, muhakkikîn-i ulemânın, ezeliyet-i ilâhiyenin yanında hemen ebediyetten bahsetmeleri de bu iki zâtî sıfatın iç içe olmalarını göstermesi açısından fevkalâde önemlidir.

Ulemâ, bekâ sıfat-ı sübhaniyesini bazen “lâyezâl”, bazen “lâyemût”, bazen de “lâyefnâ” sözcükleriyle de ifade edegelmişlerdir ki esas itibarıyla hemen hepsi de aynı mânâya gelmektedir.

Burada bekâ sıfat-ı celîlesini, Cenâb-ı Hakk’ın, hayat, ilim, kudret… gibi “sıfât-ı meânî”sinden addedip “Allah Kendi Zât’ına münasip bir bekâ ile sermedîdir.” diyenler olduğu gibi, onu “vücud” gibi Zât’tan ayrı düşünülemeyecek bir sıfat-ı nefsiye şeklinde mütalâa edenler de olmuştur. Bazı kimseler ise, onu bütün bütün selbî sıfatlar içinde saymış ve “bekâ” sıfatından “Allah fenâ bulmaktan münezzehtir.” mânâsını çıkarmışlardır.

Bekâ ile alâkalı diğer bir husus da ebedî âlemde yaratıkların da bekâya mazhar olması konusudur.. evet, Allah bâkîdir, öbür âlemde bir kısım varlıklar da bekâya mazhar olacaklardır. Ancak, Cenâb-ı Hakk’a ait bekâ kendinden, Zât’ının lâzımı, vücud-u sermedîsinin ifadesi; başkaları için söz konusu olan bekâ ise, O’nun ibkâ etmesiyle bir bekâ ve izafî bir sermediyettir. İnsan, cin, ruhanî ve melek… gibi varlıkların bekâsı için bahis mevzuu olan bu husus Cennet ve Cehennem için de aynıyla söz konusudur.

Muhalefeten lilhavâdis

Hâdis olan şeylere muhalif, zıt ve aykırı olma mânâlarına gelen muhalefetün lilhavâdis, Allah-u Ecell ü A’lâ’nın yarattıklarına muhalif olması, Zât’ıyla, sıfatlarıyla onlara benzememesi demektir ki, Cenâb-ı Hakk’ın zâtî sıfatlarının zıtlarının Zât-ı Ulûhiyet hakkında muhal olması açısından bu da tenzihî sıfatlar arasında mütalâa edilegelmiştir. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet’te aynıyla olmasa da, misli, dengi ve şerîkinin bulunmadığını gösteren nasslar muhalefetün lilhavâdis hakikatine de işaret etmektedir.

Bir kısım dalâlet fırkalarının Allah’ı yaratıklara benzetme sapkınlığına düşmelerine karşılık, Mutezile ve Cehmiye gibi bazıları da tenzihte aşırılığa giderek birbirine zıt ve düşman grupların oluşmasına sebebiyet vermişlerdir. Ehl-i Sünnet ulemâsı ise, orta yolun sesi soluğu diyebileceğimiz muhalefetün lilhavâdis kavl-i faslıyla ifrata, tefrite “Dur” demiş; Yaratan’la yaratılan arasındaki önemli bir farkı hatırlatmış ve ne Allah’ın Zât’ının başka zatlara ne de sıfatlarının başka sıfatlara benzemediğini/benzemeyeceğini ortaya koymuş, كُلُّ مَا خَطَرَ بِبَالِكَ فَاللهُ تَعَالَى غَيْرُ ذٰلِكَ “Aklına ne gelirse Cenâb-ı Hak ondan başkadır.”[7] demişlerdir.

6. Kıyam binefsihî

Kendi kendine ayakta durmak, istiklâl sahibi olmak, varlığında, varlığının devamında kimseye muhtaç bulunmamak demek olan kıyam binefsihî, Allah’ın bizatihi kâim bulunduğunu, varlığı ve varlığının devamı adına kimseye muhtaç olmadığını, O’ndan başka her şeyin ve herkesin (mâsivâ) vücud ve bekâsını O’nunla devam ettirdiğini ifade eden zâtî bir sıfat ve bu mülâhazaların zıddının O’nun hakkında düşünülmesinin muhal olması açısından da tenzihî sıfatlardandır. Bu sıfat-ı sübhaniye de Kur’ân-ı Kerim’de aynıyla mevcut değildir ama, kayyûmiyet-i ilâhiye ile alâkalı bütün âyetler aynı zamanda kıyam binefsihî hakikatini de hatırlatırlar.

Mütekellimîn, Cenâb-ı Hakk’ın, cevher-araz, zaman-mekân, madde-mânâ açısından hiçbir şeye muhtaç olmadığını tasrih etmiş ve icraat-ı sübhaniyesinde görülüp müşâhede edilen esbap ve ilele de izzet ve azametinin hicap ve perdeleri nazarıyla bakmışlardır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “İzzet ve azamet ister ki, esbap perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında”[8], ta ki kudretin bir kısım umur-u hasiseyle mübaşereti görülmesin.

3. Sübûtî Sıfatlar

Varlığı zarurî ve kemal ifade eden sıfât-ı sübhaniyeye “sübûtî sıfatlar” denegelmiştir. Allah hayat sahibidir.. O her şeyi bilmektedir.. ve gücü her şeye yeten bir sahib-i kudret-i kâhire.. istediğini istediği şekilde belirleyen bir sahib-i iradedir… gibi müsbet ifadelerle Zât-ı Hakk’ı tanıma açısından nurefşan birer muarrif ve müşir diyeceğimiz bu çerçevedeki sıfatlara sübûtî sıfatlar denmiştir. Zâtî sıfatlar gibi, bunların da zıtlarını Zât-ı Bârî hakkında düşünmek caiz değildir ve bunların hepsi ezelî ve ebedîdir; ne varlıklarının evveli ne de âhiri söz konusudur. Zira onlar, kemal-i mutlak sahibi Zât-ı Ecell ü A’lâ’nın lâzımı evsâf-ı kudsiyedendir.

Akaid kitaplarında tespit edildiği şekliyle bu sıfatların “hayat”, “ilim”, “kudret”, “irade” gibi masdar kalıplarıyla bilinenlerinin yanında, aynı evsâfı müfid sıfat sigalarıyla zikredilenleri de vardır. Bu sıfât-ı sübhaniye, min vechin ins, cin, ruhanî ve melek için de söz konusudur ama bunlar Zât-ı Ulûhiyet’e nisbet edildiğinde O’nun Kendinden, mutlak, ezelî ve ebedî.. yaratıklara isnad edildiğinde ise, Hak sıfatlarının yansıması, mukayyet, mahdut ve sınırlıdırlar.

Bu sıfatların hemen hepsi de –tekvîn hususundaki farklı mülâhazalar mahfuz– kadîm, bâkî, bütün varlığı muhît, Zât-ı Ulûhiyet’in perde-i izzeti ve hicab-ı azameti, Zât-ı Akdes’le kâim ve zihnî mânâda ayniyeti söz konusu olmayan evsâf-ı celâliye ve cemaliyedir. Bunlar hayat, ilim, sem’, basar, irade, kudret, kelâm, tekvîn gibi sekiz sıfat-ı izzetten ibarettir.

1. Hayat

Diri ve hayy demek olan sübûtî sıfatlardan “hayat”, ezelî, ebedî bir sıfat-ı sübhaniye ve umum canlılar âleminin de biricik hayat ufku ve –esası Mevsûf-u Mukaddes– hayat kaynağıdır: Yerde-gökte, karada-denizde, fizik âleminde-metafizik dünyalarda her şeyi var eden ve yaşatan yalnız O’dur. Burada her varlık O’nunla hayata mazhar olmuştur ve öbür âlemde de yine O’nunla ikinci bir hayata erecektir.

Bu hayat-ı sermediye sayesinde her canlı, uzak-yakın çevresini hissetmekte, onlarla münasebete geçmekte ve bir cüz’î iken âdeta bir küllî hâlini almaktadır. O her şeye böyle bir enginlik ifâza etmekte, her varlık da, bu intisap vasıtasıyla farklı bir vüs’ate ulaşmaktadır. Hayat sıfat-ı sübhaniyesi –Mevsûf-u Münezzeh’e hicap– bütün canlılar âleminde tecellî ve in’ikaslarla kendini gösterirken, Mevsûf-u Mukaddes’ten ayrılma, parçalanma, bölünme… gibi avârıza da maruz kalmaz; O bunların hepsinden münezzeh ve müberradır.

Hayat sıfatının diğer sübûtî sıfatlara bir rüçhaniyet veya sebkati söz konusudur; zira kudret, irade ve ilim… gibi sıfatlar kat’iyen hayatsız tasavvur edilemezler; evet hayatı düşünmeden bunları mülâhazaya almak mümkün değildir. Kitab-ı Mübîn pek çok yerde bu hayat-ı sermediyeye dikkati çeker ve bize وَهُوَ حَيٌّ لَا يَمُوتُ hakikatini hatırlatır. Ruh, bu hayatın umumî bir tecellîsi, canlılık da onun aksidir. Allah, kelâmında Hayy ve Muhyî ism-i şeriflerini hayatın arka planı olarak nazara verir ve Hz. Âdem’de bir türlü, Hz. Mesih’te başka bir türlü, diğer bütün canlılarda daha başka bir türlü hep bu hayat-ı sermediyeye dikkatleri çeker ve hayat adesesiyle Hakk’ın temâşâ edilmesini ister. İmanla bakan herkes, hayatın çehresinde “Öldüren O, dirilten O ve ötelerde her şeyi farklı bir kalıpla yeniden hayata mazhar edecek de O’dur.! O’dur çürümüş, toza toprağa karışmış kemikleri ecza-i asliyesiyle farklı bir surette yeniden hayata döndürecek olan!” hakikatini okur.

2. İlim

Bilgi, bilim ve bilmek mânâlarına gelen ilim de Cenâb-ı Hakk’ın sübûtî sıfatlarındandır. Vacibe, mümkine ve mümtenie taalluk etmesi itibarıyla sübûtî sıfatlardan ihata alanı en geniş olan “ilim” hakikati mümkinâtın da mebdeidir. Kur’ân-ı Mübin, ilmin ihata alanını hatırlatma sadedinde, “Hiç kimsenin bilmediği/bilemeyeceği gayb âleminin anahtarları O’nun nezd-i ulûhiyetindedir. O karada-denizde meydana gelen her şeyi bilir.. O’nun bilgisinin dışında bir yaprak bile kıpırdamaz.. yerin bağrında ve koyu karanlıklar içinde bir daneciğin düşmesinden bile O haberdardır. Hâsılı, yaş-kuru ne varsa hepsi O’nun nezdindeki bir Kitab-ı Mübîn’de mahfuzdur.”[9] şeklinde ferman eder ve “Göklerde-yerde ne varsa hepsini Allah’ın bildiğini görmüyor musun? (Bilin ki) kendi aralarında fısıldaşan üç kişinin dördüncüsü O, beş kişinin altıncısı da yine O’dur. Bu sayı ister az, ister çok olsun, onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar O hep onlarla beraberdir.. ve kıyamet gününde yaptıklarını bir bir onlara bildirecektir. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir.”[10] gibi beyanlarıyla bu şümul ve ihatayı gözler önüne serer; takdir ve tebcil hislerimizi harekete geçirmenin yanında aynı zamanda bizleri temkin ve teyakkuza çağırır.

Diğer sıfât-ı sübhaniye gibi Allah’ın ilim sıfatı da, melek, ins, cin ve ruhanîlerin ilmine benzemez. O’nun ilmi her şeyi muhîttir ve hiçbir şey bu daire-i muhîta haricinde değildir.. ve aynı zamanda bu sıfat-ı kudsiye için azalma-çoğalma, gelişme-kemale erme ve öğrenerek elde edilme söz konusu değildir. Cenâb-ı Hak bu ilm-i zâtîsiyle Kendini bildiği gibi, olmuş ve olacak, hatta olması mümteni bulunan şeyleri de bilir. Elbette ki, “mümkinü’l-vücud” dediğimiz olacak şeyler O öyle bildiğinden dolayı değil, “İlim maluma tâbidir.” fehvâsınca, olacakları meydana gelecekleri şekilde bilir. Diğer bir ifade ile; ilmin vücudu, hariçte malumun vücudunu gerektirmez. Hariçte bir şeyin vücudu, kudret ve iradeye bakmakta ve bu sübûtî sıfatlara istinat etmektedir.

İlm-i ilâhînin taalluk alanının genişliğine delâlet eden bir diğer husus da dört bir yanda müşâhede ettiğimiz güzellik, nizam, intizam, âhenk, hikmet ve umumî maslahatlar gibi şeylerdir. Bu hususlar ilmî takdir ve planların ürünleri ve o Alîm ü Hakîm’in de hak söyleyen şahitleridirler; O’ndan gelmişlerdir ve âvâz âvâz O’nu ilân etmektedirler.

Allah’ın ilmi hem ezele hem de lâyezâle bakar. Ne var ki, O’nun her şeyi ezelde biliyor olması, bilinenlerin de ezeliyetini gerektirmez. İlim başkadır taayyün başka, berzahî ve misalî vücud ondan da başka; fizikî vücud ise bütün bütün başkadır. Allah, bu safhaların bütünü itibarıyla büyük-küçük, cüz’î-küllî, maddî-mânevî her şeyi bilmektedir ve her şeye hükmetmektedir.

3. Sem’

İşitme ve duyma mânâsına gelen “sem’” de Cenâb-ı Hakk’ın sübûtî sıfatlarındandır. O bu müteâl sem’iyledir ki, gizli-açık, nefsî ve lafzî, fısıltı ve gürül gürül sesleri aynı şekilde dinler, duyar ve cevap vermek murad ettiklerini de cevapsız bırakmaz. O’na göre içten inilti ve sızlanışlarla, etrafta yankılanan âh u efgân arasında fark yoktur. Keza O’nun milyonlarca sesi birden dinleyip değerlendirmesi, diğer binlercesini işitip cevap vermesine mâni değildir. Milyar ve milyarlarca varlık hangi ağızla konuşursa konuşsun, karıştırmadan hepsini işitir ve hikmeti iktiza ederse hepsini de cevaplandırır.

Kur’ân-ı Kerim ve sahih Sünnet değişik münasebetlerle Allah’ın Semî’ ve Basîr olduğunu vurgular ama, bu duymanın ve görmenin keyfiyetiyle alâkalı herhangi bir tasrihte bulunmaz ve diğer sıfât-ı sübhaniyede olduğu gibi konuyu Allah’a havale eder. Evet, künh-ü Bârî nâkabil-i idrak olduğu gibi O’nun ilmi, sem’ u basarı da, bilme, duyma ve işitme açısından bizim için hep nâkabil-i idrak kalacaktır. Biz, gözlerimizle görür, kulaklarımızla işitir ve ağzımızla konuşuruz. Allah’ın görmesi, işitmesi ve konuşması için bu tür uzuvlara ihtiyaç yoktur.. ve O bu kabîl tecsim ve teşbih edalı her şeyden münezzeh ve müberradır.

4. Basar

Görme, müşâhede etme ve sezme demek olan “basar” da Zât-ı İlâhî’nin sübûtî sıfatlarındandır. Allah bu sıfat-ı sübhaniyesiyle büyük-küçük, aziz-hasis, cismanî-ruhanî, arzî-semavî her şeyi görür, gözeteceklerini gözetir ve hiçbir şey O’ndan gizli kalamaz. O, aydınlık-karanlık semanın derinliklerini, arz katmanlarının en kapalı noktalarını, mikrobu-mikrop altı varlıkları, latîf canlıları ve onların en latîf yanlarını aynı şekilde görür ve gizli-açık her şeye muttali olur.

Bu sıfat-ı kudsiye Kur’ân’da aynıyla geçmese de, “Basîr” şeklinde bazen tek başına bazen de “Semî’” ism-i şerifi gibi bir isimle beraber pek çok yerde zikredilmektedir. Ayrıca, diğer ilâhî sıfatlarda olduğu gibi “basar” sıfatının ifade edildiği yerlerde de bu sıfatın isbat edilmesinin yanında, tenzih esasına da imada bulunulmuş; bulunulmuş ve teşbihe girmeme kadar ta’tile düşmemenin de önemi hatırlatılmıştır.

İnsanda görme ve işitme hâdiselerinin oluşması pek çok esbap ve şeraite bağlanmıştır. Zât-ı İlâhî’de ise ne fizyolojik ve psikolojik esbap ne de başka bir şey söz konusudur. O, belli sıfatların perdedarlığıyla zâtî olarak görür, zâtî olarak duyar ve zâtî olarak bilir. Zâtî olarak görse, duysa ve bilse de ilim ayrı, sem’ ayrı, basar da ayrıdır; bunların hepsini ilim sıfat-ı sübhaniyesine irca ederek diğer mukaddes sıfatları görmezlikten gelmek apaçık bir dalâlettir. Bazı mutasavvıfînin bu mülâhazayı destekliyor gibi görünen beyanları o meslekte hâlî ve zevkî bir keyfiyetin ifadesi olarak “vahdet-i vücud” anlayışından kaynaklanmaktadır. Aslında bu konuda hakem “Kitab-ı Mübîn”dir ve her şey onun dediğinden ibarettir; Allah, ilmiyle Alîm, sem’ u basarıyla da Semî’ ve Basîrdir.. hepsi bu kadar.!

5. İrade

Dilemek, murad etmek, mümkin bir hususa karşı eğilim göstermek demek olan irade; Cenâb-ı Hakk’ın, herhangi bir şeyin yaratılmasında zaman, mekân, keyfiyet ve daha değişik özellikleri –esası Mevsuf-u Mukaddes– belirleyen sübûtî sıfatlarındandır. Bu sıfat açısından denebilir ki, Allah, herhangi bir nesneyi veya fiili ne zaman, nerede, hangi keyfiyette dilerse o nesne ve o fiil o şekilde meydana gelir. Yarattığı her şeyde bir veya pek çok hikmeti vardır; ama, ne hikmetler ne de maslahatlar cebren O’na bir şey işletemezler. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin de dediği gibi:

O’na bir kimse cebr ile bir iş işletemez asla
Ne kim Kendi murad ede, vücuda ol gelir billâh.

İrade sıfatının yerinde bazen, aynı mânâya gelen “meşîet” kelimesinin kullanıldığı da olmuştur; Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) sabah-akşam dualarında: مَا شَاءَ اللهُ كَانَ وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ “Allah neyi dilerse o olur, olmasını dilemediği de olmaz.”[11] diyerek meşîet kelimesinin mazi ve muzari kiplerini kullanmıştır. Kelime değişikliğinin ifade ettiği farklılığı teferruat sayarak geçiyorum.

Mümkin olan herhangi bir şeyin olup olmaması, olacaksa onun zaman, mekân ve keyfiyetinin belirlenmesi zâhiren irade sıfatıyla gerçekleşmektedir. Kur’ân-ı Mübin, “Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’a aittir; O neyi dilerse onu yaratır; dilediğine kız evlât ve dilediğine de erkek evlât verir.”[12], “Allah, bir kavmi cezalandırmak isteyince artık onu geriye çevirecek hiçbir kuvvet yoktur.”[13], “De ki: Allah size bir felaket murad ederse artık buna karşı sizi korumak kimin haddine! Ve aksine eğer, O size rahmet dilerse, gayri bunu kim engelleyebilir ki?”[14], “Allah, bir şeyi dilediğinde o hususta emri sadece ‘Ol!’ deyivermektir; ‘Ol!’ dediği şey hemen oluverir.”[15], “De ki: Eğer Allah sizin hakkınızda bir zarar veya fayda murad ederse, bu konuda kim neye malik olabilir ki?”[16], “De ki: Ey mülkün gerçek sahibi Allahım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çeker alırsın; dilediğini aziz, dilediğini de zelil kılarsın, bütün hayır Senin elindedir ve Sen her şeye kadîrsin.”[17]… gibi pek çok âyât-ı beyyinâtıyla irade sıfatına vurguda bulunur ve onun o genişlerden geniş alanını hatırlatır.

Allah’ın bir tekvînî emirlerle alâkalı kevnî meşîeti bir de teşriî hususlarla alâkalı teşriî iradesi vardır. Bu hususu, irade-i sübhaniyenin her iki alana farklı taalluku şeklinde anlamak daha uygundur. Tekvînî irade veya meşîet, bütün varlık ve eşyanın belli zaman, belli mekân ve belli keyfiyette yaratılmalarında belirleyici bir sıfat-ı sübhaniyedir. Daha önce de geçtiği gibi, Cenâb-ı Hak, istediği zaman, dilediği yerde ve murad buyurduğu şekilde bir şeye “Ol!” deyiverince o da hemen oluverir; olmasını istemediği de, isteyeceği ana kadar ademde kalır. Kur’ân-ı Kerim’de çokça tekerrür eden كُنْ فَيَكُونُ[18] âdeta bir hakikatin şifresi gibidir.

Şer’î emirlerde ise, sınır ve çerçevesi mahdut olsa da her zaman insan iradesi söz konusudur. Allah, imanı, islâmı, ihsanı emreder ve insana hakikî insan olma ufkunu gösterir, kul da o istikamette eğilim ve isteklerini ortaya koyarsa gerisi O’na kalmıştır; dilerse o şeyleri yaratır ve kulunu o ufkun insanı hâline getirir ve dilerse hikmetini başka şekilde izhar buyurur.

Tekvînî irade, insan idrakini aşkın değişik mânâ ve maslahatlarla, bazen hayrın yanında şer gibi görünen şeyleri, tâatin yanında –mesuliyeti, sebebiyet verene ait– şerleri, faydalı olanla beraber zararlı bulunanı da dilemesine karşılık, teşriî iradede hep hayır, tâat, güzellik ve hüsn-ü âkıbet söz konusudur. İnsandaki irade de, meyelân veya meyelândaki tasarruf unvanıyla, Zât-ı İlâhî’ye ait irade sıfatının bir gölgesi, bir aksi ve Allah tarafından insana bahşedilmiş potansiyel bir tercih yeteneğidir. Mâturîdî telakkisine göre “küllî irade” işte bu yetenektir; “cüz’î irade” ise, herhangi bir hâdiseyi gerçekleştirme istikametinde ortaya konan meyil ve azimdir. Eş’arîlere gelince, onlar, Allah’ın iradesine “küllî”, kulun meyelânına da “cüz’î” demeyi tercih etmişlerdir. Şimdilik fürûat sayılan bu konuyu da geçiyorum.

6. Kudret

Güç, tâkat, iktidar demek olan kudret, Allah’ın her şeye gücünün yetmesi mânâsına sübûtî bir sıfattır. Zât-ı Ulûhiyet hakkında kudretin zıddı sayılan âcizlik ve yetersizlik gibi hususların düşünülmesi dalâlettir. O’nun kudretinin yetmediği/yetmeyeceği hiçbir şey yoktur. Serâdan Süreyyâ’ya her şey o kudret-i kâhire ile meydana gelmiştir/gelmektedir. Arz-sema o kudretle meydana gelmiş, büyük-küçük her nesne onunla varlığa ermiş ve onunla hâlden hâle geçmekte, başkalaşmakta, mükemmelleşmekte ve bitip tükenme bilmeyen bir serüven yaşamaktadır. “Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’a aittir.. ve Allah her şeye kadîrdir.”[19], “Kıyametin meydana gelmesi bir göz açıp kapama süresinde veya daha kısa bir anda gerçekleşiverecektir; şüphesiz Allah her şeye kadîrdir.”[20], “Allah hakkın ta kendisidir; ölüleri diriltecek de işte O’dur ve O her şeye kadîr olandır.”[21], “Allah öldükten sonra dirilmeyi gerçekleştirecektir; zira O her şeye kadîrdir.”[22], “Mülk elinde olan Allah mukaddes ve müteâldir ve O her şeye kadîrdir.”[23], “Ne göklerde ne de yerde Allah’ı âciz bırakacak ve icraatını engelleyecek hiçbir kudret yoktur. O Alîmdir ve her şeye gücü yeten bir kadîrdir.”[24]… gibi yüzlerce âyet O’nun nâmütenâhî kudretini hatırlatmakta ve bizi O Kaviyy ü Metîn, O Kâdir u Muktedir’e teveccühe çağırmaktadır.

Sünnî mezhepler arasında kudretin taalluk keyfiyetiyle alâkalı bir kısım küçük, farklı mülâhazalar söz konusu olsa da, bütün Ehl-i Sünnet ulemâsı onun ezelî, kadîm, sübûtî sıfatlardan biri olduğunda ittifak içindedirler.

7. Kelâm

Konuşma, söyleme, bir şey anlatma anlamındaki “kelâm” da Allah’ın kemal ifade eden sübûtî sıfatlarındandır. Bütün teşriî emirler, vahiy ve peygamber ilhamı türünden değişik tecellî dalga boyundaki bilumum emir ve istekler keyfiyetler üstü keyfiyetiyle hep o kelâm sıfatından gelmiştir. Kur’ân-ı Kerim, “İşte şu peygamberler.. Biz onların kimini kiminden üstün kıldık. Allah onlardan bazılarıyla konuştu; bazısını da derece derece yükseltti.”[25], “Allah bir insanla sadece vahiy yoluyla konuşur veya ona perde arkasından hitap eder ya da ona izni çerçevesinde dilediklerini vahiyde bulunacak bir melek gönderir.”[26], “Sana anlatmadığımız daha nice elçiler gönderdik.. ve Allah Hz. Musa’ya hitap edip onunla konuştu.”[27]… gibi pek çok âyetiyle kelâm sıfatını sarâhaten, işareten ve zımnen nazara vermenin yanında; “Kuluna istediği şeyi vahyetti ha vahyetti.”[28], “Hz. Nuh’a ve ondan sonraki nebilere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik.. keza İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, onun ahfadına, İsa’ya, Eyyûb’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahiyde bulunduk.. Davud’a da Zebur’u verdik.”[29], “Sana Arapça bir Kur’ân vahyettik ki ümmü’l-kurâ olan Mekke ve etrafını inzar edip uyarasın.”[30]… gibi beyanlarıyla da vahiy şeklinde tecellî eden kelâm-ı ilâhînin bütün enbiyâ-i izâm için aynı olduğu hakikatini hatırlatmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim, o kelâm-ı ilâhînin, çağ, nebi ve ümmet çizgisinde bir tecellî ve tezahürüdür. Her ümmete o kelâm-ı rabbânînin bir tezahürü olmuştur; bu tecellînin arkasındaki sıfat ezelî olduğu gibi mesaj da ezelîdir ve mahluk değildir. Ehl-i Sünnet ulemâsınca bu ezeliyet “kelâm-ı nefsî” itibarıyladır; bizim kıraatlerimizdeki harf ve kelimeleriyle, kitaplardaki yazılarıyla değil. Böylesi kelâma, “kelâm-ı lafzî” denmiş ve mahluk sayılmıştır.

Kelâm sıfatından gelmiş ve bugüne kadar geldiği gibi kalmış bir kitap varsa o da Kur’ân-ı Kerim’dir. O, indiği günden itibaren Allah’ın sıyanet ve hıfzı, vefalı müntesiplerinin de samimî gayretleri sayesinde tek harfi değişmeden hep olduğu gibi kalmıştır. Muhteva zenginliği, her çağda yeni nâzil olmuş gibi kendini yepyeni hissettirmesi, kalbî, ruhî, hissî, fikrî ve iktisadî, idarî, siyasî bütün problemleri çözmedeki gücü ve gınası onun vazgeçilmezliğinin ayrı bir teminatı olmuştur. Bundan dolayı da “Kelâmullah” dendiğinde bir mânâda sadece o hatırlanmıştır.

Tekvîn

Var etmek, varlığa erdirmek, yok olanı yeniden inşa ve ihya etmek demek olan tekvîn, Cenâb-ı Hakk’ın sübûtî-meânî sıfatlarından olarak, Mâturîdîlerce bu sekiz sıfattan biri kabul edilmiştir. İzafî değil, hakikîdir.

Allah her şeyin yaratıcısıdır; tekvîn sıfat-ı sübhaniyesi de bu yaratmanın arkasındaki sıfat-ı kudsiyedir. خَالِقُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ unvanıyla Kendini tanıtan yüce Yaratıcı, yarattığı/yaratacağı her şeyi, her nesneyi o muhît ilmi, bu şeylerin nerede, ne zaman ve nasıl olacaklarını belirlemeye bakan küllî ve şâmil iradesi ve murad buyurduğu her şeye yeten kâhir kudretiyle hazırlar ve tekvîn perdedarlığına bağlar.. ve tekvîn görünür her şeyin bu son perdesinde. Gerçi topyekün kâinat ve içindekiler, canlı-cansız değişik buudlardaki farklı mahiyet, farklı desen ve farklı stildeki her nesne O’nun yaratması, O’nun icadı ve O’nun ihdâsıyladır. Ancak bu icraat-ı ilâhiyeye sıfât-ı sübhaniye bir hicap ve tekvîn de kudret ve iradeye ayrı bir nikaptır. Mümkinâtta her şey, geniş bir ilmî plan ve programla ortaya konur, irade tercihe bakar, kudret o makdûrun olabilirliğini işaretler, tekvîn de kendi mânevî tezgâhında o makdûru inşa eder, işler, münasip şekilde örgüler ve Şahid-i Ezelî’nin nazar-ı şuhûduna sunar.

Tekvîn, Mâturîdîler nazarında müstakil, ezelî, hakikî sübûtî sıfatlardandır. Eş’arîler bu konuda biraz farklı düşünürler; onlara göre bu sıfat hakikî değil izafî ve itibarîdir. Zira, bir makdûr, kudret ve irade ile var ediliyorsa, artık tekvîne ne gerek var? Onların bu farklı mütalâaları, tekvîne bağlı diğer fiilî sıfatlar için de geçerlidir. Eş’arîler onlara da sonradan olmuş (hâdis) nazarıyla bakar ve her şeyi kudret ve irade ile açıklarlar.. işin doğrusunu Allah bilir.

4. Fiilî Sıfatlar

Fiilî sıfatlara gelince, bunlar icmalen altı tanedir ve ilk ilmihal bilgilerimize göre de şöyle sıralanırlar: Halk, ibdâ, inşâ, ihyâ, imâte, terzîk.

1. Halk

Yaratma, yaratılma, var etme, var edilme, bir şeyden daha başka bir şey meydana getirme mânâlarına gelen halk, Allah’ın her şeyi asıl unsurları ve sonraki inşâsıyla yoktan var etmesi demektir ki, bu tarif çerçevesinde onun Allah’tan başkasına nisbeti caiz değildir.

Kur’ân-ı Kerim’de değişik kalıplarla ifade edilen halk hâdisesi; uydurma, iftira ve çamura şekil verme gibi mânâlara gelen yerlerin dışında hep Cenâb-ı Hakk’a isnad edilmiştir. Aslında “halk” kökünden gelen “Hâlık” ve “Hallâk” sıfatları da Allah’tan başkası için hiçbir zaman kullanılmamıştır.

Halk sıfat-ı kudsiyesini, ibdâ, inşâ ve bu sıfatların mercii kabul edilen tekvîn sıfat-ı celîlesinden ayıran şöyle bir husus söz konusudur: Halk, herhangi bir şeyi temel unsurları ve yapı taşlarıyla var edip ortaya koyma; ibdâ, daha önce örneği sebkat etmemiş ve eşi, menendi, benzeri bulunmayacak bir tarzda yaratma; inşâ, parçaları daha evvel var edilmiş şeyleri düzüp koşma; tekvîn de, genel bir münasebet çerçevesinde, bütün fiilî sıfatlara kendi boyasını çalma şeklinde bir var etmedir.

İslâm akaidine göre cüz-küll, büyük-küçük, arz-sema, canlı-cansız, ruhanî-cismanî her şey ve bunların değişik ahvâl ve ef’âlini yaratan sadece Allah’tır. Kur’ân-ı Kerim:

“O’dur ki, yeryüzünde her şeyi sizin için yarattı.”[31]

“Hamdolsun gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a.”[32]

“Rabbiniz O Allah’tır ki, gökleri ve yeri altı zamanda yarattı.”[33]

“Onlar görüp düşünmüyorlar mı ki, gökleri ve yeri yaratan Allah, onların benzerini de yaratmaya muktedirdir.”[34]

“İnsanı bir parça sudan yaratıp soy ve evlilik irtibatından oluşan bir sülâle hâline getiren de O’dur.”[35]

“Münezzeh ve mukaddestir O Allah ki yerin bitirdiği her şeyi, insanların kendilerini ve bilmedikleri daha nice şeyleri O çift çift yaratmıştır.”[36]

“Şu gerçeği o kâfirler görmediler mi ki, gökleri ve yeri yaratan, yaratırken de yorulmayan Allah, yeniden ölüleri diriltmeye de muktedirdir.”[37]

“Allah öyle yüce bir Rabb’dir ki, sizi yarattı, rızıklandırdı; sonra O sizi öldürecek ve bir süre sonra da yeniden diriltecektir.”[38]

“Sizi de yaptığınız şeyleri de yaratan Allah’tır.!”[39]… gibi pek çok beyanat-ı neyyiresiyle halkın da, inşâın da, ibdâın da O’na ait olduğunu ihtar eder ve bizi hakikî tevhide çağırır.

2. İbdâ

Eşi, benzeri olmayacak şekilde yaratma demek olan ibdâ, Cenâb-ı Hâlık’ın yaratıklarını zaman ve mekân üstü fevkalâde bir mükemmeliyet içinde ve benzeri gösterilemeyecek şekilde yaratması demektir. Bu kelimenin yerinde bazen –aralarındaki nüans mahfuz– ihdâs, ihtira, îcad ve sun’ kelimeleri de kullanılagelmiştir ki, hepsi de tekvîn yörüngesinde icraat-ı ilâhiyenin farklı unvanları kabul edilmektedir. Kitab-ı Mübin, “O, gökleri ve yeri yoktan ve benzersiz şekilde yaratandır. O bir şeyi yaratmak isteyince ona sadece ‘Ol!’ deyiverir ve o şey de hemen oluverir.”[40], “Gökleri ve arzı emsali sebkat etmemiş şekilde yaratan O’dur.”[41]… bu tür âyetleriyle O’nun yaratmadaki ibdâını anlatır ve bizi sanatının güzelliklerini temâşâya davet eder.

3. İnşâ

Cüz’iyat ve temel unsurları bir araya getirerek ondan yeni şeyler icat etme mânâsındaki inşâ, madde-i asliyesi daha önce var edilmiş bulunan nesneleri bir araya getirerek farklı farklı şeyler ortaya koyma mânâsında bir fiilî sıfattır. Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, “Asmalı-asmasız bağ ve bahçeleri, onlardaki çeşit çeşit hurma ve ekinleri, renk ve şekil bakımından birbirine benzeyen ve benzemeyen zeytin ve narı icat edip size sunan O’dur.”[42], “O Allah’tır ki, sizde işitme ve görme sistemini, düşünüp hissedesiniz diye de kalblerinizi var etti.”[43], “Sizi bir tek nefisten yaratıp sonra da hem daim kalacağınız bir ‘müstakarr’ hem de emaneten duracağınız bir ‘müstevda’’ lütfeden O’dur.”[44], “De ki: Onları ilk defa yaratan da işte yeniden ihyâ edecek de O’dur.”[45]… gibi onlarca âyât-ı beyyinâtıyla hep bu hakikat-i uzmâyı hatırlatmaktadır.

4-5. İhyâ ve İmâte

Hayat bahşetme, hayata mazhar kılma ve diriltme de diyeceğimiz ihyâ; canlının canını alma, hayatını söndürme, öldürme ve yok etme diyebileceğimiz imâte de Cenâb-ı Muhyî ve Mümît’in fiilî sıfatlarındandır. Bu iki sıfat, Kur’ân-ı Kerim’de değişik fiil kipleriyle hem ayrı ayrı hem de beraber zikredilirler. Kur’ân-ı Mübin, “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişiminde, insanlar hesabına denizlerde gemilerin sağa sola seyahatlerinde ve Allah’ın gökten indirip onunla ölü zemini ihyâ ettiği yağmurda, akledenler için O’nun varlığına ve birliğine nice deliller vardır!”[46]; “Allah’tır ki, gökten yağmuru indirip onunla ölmüş zemine hayat verir, işte bunda da hakikate kulak verenler için bir delil vardır.”[47]; “Onlara bir âyet de işte bu ölmüş arz, ona hayatı Biz verip diriltiyoruz.”[48]… türünden âyetlerle ihyâ fiilini ifadenin yanında, “O’dur öldüren ve O’dur dirilten.”[49]; “Ey münkirler! Ne cüretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz ki, sizler ölü iken size hayatı veren O olmuştur. (Miâdınız dolunca) sizi öldürecek ve vakt-i merhûnu gelince de yeniden sizi ihyâ edecektir.”[50]; “O gün onlar: Rabbimiz derler, Sen bizi iki defa öldürdün ve iki defa da hayat verip dirilttin; biz günahlarımızı
itiraf ediyoruz.”[51]; “İbrahim (ona) dedi ki: Benim Rabbim hayatı verip ihyâ eden, sonra da öldürendir.”[52]; “Şüphesiz hayatı veren de Biziz, onu geri alıp öldüren de.”[53]; “Hayatı verip ihyâ eden de, alıp öldüren de Allah’tır. O bütün yaptıklarınızı görüp bilmektedir.”[54]… gibi onlarca ilâhî beyanla da ihyâ ve imâte hakikatini aynı âyet içinde nazara vermektedir.

6. Terzîk

Rızık vermek, beslemek, yedirip içirmek anlamındaki terzîk de fiilî sıfatlardandır. Yiyip içecek nesnelerden, bütün maddî-mânevî muhtaç olduğumuz şeylere kadar hemen hepsi rızık kategorisine dahil, Rezzâk ism-i şerifine bakmakta ve terzîk sıfat-ı mübeccelesine râci’dir. Kur’ân-ı Muciz, “Ey iman edenler! Size ihsan ettiğimiz rızkın temiz ve helâl olanından yiyiniz.”[55]; “Müttakiler gaybî âlemlere inanır, namazlarını tam tekmil eda eder ve kendilerine ihsan ettiğimiz rızıktan da infakta bulunurlar.”[56]; “Biz senden rızık istemiyoruz; aksine sana rızık veren Biziz Biz.”[57]; “De ki: Kimdir o gökten ve yerden size rızık lütfeden?”[58]; “Rızkınızı Allah nezdinde arayınız; yalnız O’na ibadet ediniz ve O’na şükürde bulununuz.”[59]; “Allah kullarından dilediğine bol bol rızık verir ve istediğinin de nasibini keser.”[60]… gibi onlarca âyetiyle O’nun Rezzâk-ı âlem olduğunu hatırlatır ve terzîk sıfat-ı celîlesine vurguda bulunur.

Bu tür fiilî sıfât-ı sübhaniyenin yanında, tanzim etmek, güzelleştirmek, sevindirmek, nimetlendirmek, muzaffer kılmak, mağlup etmek… gibi pek çok tekvîn yörüngeli fiilî sıfattan bahsetmek de mümkündür. Ne var ki, konumuz sıfât-ı sübhaniye hakkında icmalî bir bilgi verme esasına göre ele alındığı için “Niyetin serhaddini aşmayalım.” diyor ve bu bahsi de noktalıyoruz. Her şeyin doğrusunu Allah bilir…

اَللّٰهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ وَتَوَجُّهَكَ وَنَفَحَاتِكَ وَأُنْسَكَ وَقُرْبَكَ وَمَحَبَّتَكَ.
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى أَشْرَفِ مَخْلُوقَاتِكَ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَاٰلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ.

[1] En’âm sûresi, 6/103.
[2] Bkz.: Sâd sûresi, 38/47.
[3] İhlâs sûresi, 112/1-4.
[4] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nûriye s.74 (Katre’nin Zeyli).
[5] “Varlığının başlangıcı olmayan bir Evvel ü Kadîmdir.” (İbn Ebi’l-İzz, Şerhu Akîdeti’t-Tahâviyye 1/113)
[6] Müslim, zikir 61; Tirmizî, daavât 19; Ebû Dâvûd, edeb 98.
[7] Bkz.: Aliyyülkârî, er-Raddü ale’l-kâilîn bi vahdeti’l-vücûd 1/16, 90; Mirkâtü’l-mefâtîh 4/82.
[8] Bediüzzaman, Sözler s.552 (Yirmi Dokuzuncu Söz, Birinci Maksat), s.574 (Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat), s.759 (Lemeât).
[9] En’âm sûresi, 6/59.
[10] Mücâdele sûresi, 58/7.
[11] Ebû Dâvûd, sünnet 6, edeb 101; Ahmed İbn Hanbel, el-Vera’ 1/198.
[12] Şûrâ sûresi, 42/49.
[13] Ra’d sûresi, 13/11.
[14] Ahzâb sûresi, 33/17.
[15] Yâsîn sûresi, 36/82.
[16] Fetih sûresi, 48/11.
[17] Âl-i İmrân sûresi, 3/26.
[18] Bkz.: Bakara sûresi, 2/117; Âl-i İmrân sûresi, 3/47, 59; En’âm sûresi, 6/73; …
[19] Âl-i İmrân sûresi, 3/189.
[20] Nahl sûresi, 16/77.
[21] Hac sûresi, 22/6.
[22] Ankebût sûresi, 29/20.
[23] Mülk sûresi, 67/1.
[24] Fâtır sûresi, 35/44.
[25] Bakara sûresi, 2/253.
[26] Şûrâ sûresi, 42/51.
[27] Nisâ sûresi, 4/164.
[28] Necm sûresi, 53/10.
[29] Nisâ sûresi, 4/163.
[30] Şûrâ sûresi, 42/7.
[31] Bakara sûresi, 2/29.
[32] En’âm sûresi, 6/1.
[33] A’râf sûresi, 7/54; Yûnus sûresi, 10/3.
[34] İsrâ sûresi, 17/99.
[35] Furkan sûresi, 25/54.
[36] Yâsîn sûresi, 36/36.
[37] Ahkaf sûresi, 46/33.
[38] Rûm sûresi, 30/40.
[39] Sâffât sûresi, 37/96.
[40] Bakara sûresi, 2/117.
[41] En’âm sûresi, 6/101.
[42] En’âm sûresi, 6/141.
[43] Mü’minûn sûresi, 23/78.
[44] En’âm sûresi, 6/98.
[45] Yâsîn sûresi, 36/79.
[46] Bakara sûresi, 2/164.
[47] Nahl sûresi, 16/65.
[48] Yâsîn sûresi, 36/33.
[49] Necm sûresi, 53/44.
[50] Bakara sûresi, 2/28.
[51] Mü’min sûresi, 40/11.
[52] Bakara sûresi, 2/258.
[53] Hicr sûresi, 15/23.
[54] Âl-i İmrân sûresi, 3/156.
[55] Bakara sûresi, 2/172.
[56] Bakara sûresi, 2/3.
[57] Tâhâ sûresi, 20/132.
[58] Yûnus sûresi, 10/31.
[59] Ankebût sûresi, 29/17.
[60] Ankebût sûresi, 29/62.

Kaynak: Kalbin Zümrüt Tepeleri / M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy