Geçmişin hülyalı dünyası

Yazar Egeli

Şanlı geçmişimizin, o dillere destan tadı, şivesi yok artık pek çok insanımızda ve pek çok yörelerimizde.. duygularımız, düşüncelerimiz gibi hayat felsefemiz ve zevklerimiz de bütün bütün değişmiş.. hislerimiz darmadağınık, arzularımız vıcık vıcık, fikir hayatımız olabildiğince perişan, edebiyatımız ruhsuz bir düşüncenin ağında lime lime, sanatımız kendinden kaçanlara ve ruhunu şeytana peyleyenlere emanet.. şehirciliğimiz kumlarla, ağıllarla atbaşı, mimârîmiz kunduzları güldürecek kadar estetikten mahrum ve derme-çatma.. köylerimiz, kasabalarımız, şehirlerimiz o baş döndürücü büyümenin, genişlemenin yanında, tabiatı tahrip yarışına başarılı birer misal teşkil edecek bedâhette.. ovalarımız-obalarımız kupkuru ve korkunç bir çölleşmenin pençesinde; bağlarımız-bahçelerimiz hayatzede olduğumuza ürperten birer emare.. sokaklarımız karın karına girmiş binalar arasında daracık birer tünel; pencerelerimiz delik-deşik olmuş aile mahremiyetine birer rasat menfezi… Doğrusu bu evlere ev demek, bu beton yığınlarını mesken saymak, bu kasabaları bu şehirleri belde kabul etmek kelimelere saygısızlık, mefhumlara da hakarettir.

Millet olarak bizim evimiz, bizim mahallemiz, bizim sokaklarımız pırıl pırıl ve sımsıcaktı.. bizim zevklerimiz, bizim bedîiyyât telakkimiz, bizim sanat anlayışımız ruhumuzun bir buudu ve düşünce dünyamızın da bir derinliğiydi.. evlerimiz, tabiatın üfül üfül ve yumuşacık bağrında birer tenezzüh ve dinlenme mahfili, mahallemiz, düşünce dünyamızın ve hayat felsefemizin sahnelendirildiği, canlandırıldığı bir meşher ve bir sahne, sokaklarımız câmiyle, mekteple, medreseyle, tekyeyle iç içe ve ötelere açık koridorlar gibi düşündüren, duygulandıran; bizi, olandan ve hayattan daha enfes hülyalar içinde dolaştıran, dolaştırıp gönüllerimize en romantik duygular aşılayan bir canlılık, bir televvün ve bir nefaset timsaliydi.. bulduklarımızı böyle bulduk, böyle tanıdık, yıkılıp gitmiş olanları da bulduklarımız veya henüz izleri silinmemiş olanların adesesiyle temâşâ edip öyle değerlendirdik…

Bir zamanlar, tıpkı bir ana yatağı veya ana beşiği gibi, bağrında doğup büyüdüğümüz tabiat anayı hep başımızın üstünde, ayağımızın ucunda, burnumuzun dibinde hisseder; her gün, Güzeller Güzeli’nin değişik dalga boyundaki tecellîleriyle tanışır ve güzelliklere hasret nedir bilmezdik. İstediğimizde, evlerimizin kapılarını-pencerelerini açar, dört bir yanda tüllenen o İlâhî binbir güzelliğin tâ yatak odalarımıza kadar akıp gelmesini sağlar ve kulübelerimizi, evlerimizi, yalılarımızı, köşklerimizi kendi ölçüleri içinde ve seviyeleri nispetinde kâinatın bir şirin köşesi haline getirip bu mini cennetlerde zevklerin en derinini ve hazların en enginini birden yaşardık.. ve yine istediğimizde, oturduğumuz yerden çevremize yönelir, kulaklarımızı varlığın bağrında yankılanan ayrı ayrı nağmelerle doldurur.. ve gönüllerimize musikilerin en enfesiyle ziyafetler çekerdik.

O zamanlar, tâvusların rengârenk tüylerinden daha güzel ve kelebek kanatlarından daha süslü bağ ve bahçelerimizin güzelliklerini yudumluyor, teneffüs ediyor gibi içimize çeker ve cennet yamaçlarını andıran çevremizde temâşâsına doyulmayan zevkler yaşardık.

Evlerimiz gibi sokaklarımız, sokaklarımız gibi de mahallelerimiz, hatta kasaba ve şehirlerimiz, her parçasıyla, her yanıyla âdeta kalplerimizin bir köşesi, hislerimizin bir derinliği ve düşüncelerimizin de bir hendesesiydi.. onlarda gönüllerimizin temâyüllerini, arzularımızın irtibatlarını ve kendimiz olmanın bütün enginliklerini, bütün derinliklerini bulurduk. Evlerimiz, sokaklarımız, eski-yeni, pırıl pırıl tâze veya renkleri uçmuş halleriyle, bize sürekli bir şeyler anlatan geçmişteki engin bir mânânın şiirini fısıldayan canlı varlıklar gibiydiler.

Sanki bu evlerde oturan, bu sokaklarda dolaşan, bu mahallelerde hayatın takvimini yaşayan nazik, kibar, saygılı insanlar gibi, bize has konumlarıyla bütün bu binalar, terbiye görmüş, yumuşatılmış, ince, nazik ve şarklı çizgileriyle biraz da romantik; ama daha çok, cennet köşklerinin koridorlarına ve ukbâ yamaçlarının gölgelerine benzerlerdi.

Bu evlerden bazıları her zaman bir mektep, bir medrese, bir ma’bed gibi gürül gürüldü.. ve bu ucundan bakınca, âdeta öbür ucundaki huriler, gılmanlar görünür gibi olurdu. Onların içinde her ses ve soluk, tedâilerin sırlı vâridatıyla bir tomurcuk gibi yaprak yaprak açıldıkça kendimizi, ışığın, rengin, desenin en görülmedik, en duyulmadıklarıyla karşı karşıya gelmiş hisseder ve büyülenirdik.

Bu evlerden bazıları, şurasında-burasındaki yanıkları, zaman ve hadiselerin sağında-solunda meydana getirdiği yara izleri, yüzündeki takallüsleri ve çok eskilere dayanan mâzi işveli stiliyle tahaccür etmiş bir tarih gibi karşımıza dikilir, bize ne hikayeler ne hikayeler anlatırdı.

Bunlardan bazıları, analarımızın ferâcelerinin, o masumlardan masum ve saygı telkin eden iffet televvünlü konum ve çizgileriyle daha gözlerimize çarpar çarpmaz, içimize vakar ve mehâbetle akar, ruhlarımıza temkin üflerdi.

Bazıları da, gül, çiçek, kavuniçi, karanfil gibi tatlı renkleriyle, âdeta, sakinlerinin, güzellik, derinlik, zerafet, incelik ve olgunluğunun dışa aksetmiş işaret ve remzi gibi görünürdü.

Köyden kasabaya, kasabadan şehire, bir müşterek inanç, bir müşterek kültür ve ukbâ derinlikli bir müşterek medeniyetin mânâ, muhteva, renk ve şivesini aksettiren bizim binalarımızı her gördükçe, hayallerimizde imanımızın ufku, düşlerimizde ümitlerimizin öbür ucu ve kalbî beklentilerimizin en sonuncusu tüllenirdi. Bu ev ve bu binalardaki incelik, güzellik ve sanat o kadar derin ve tabiat kitabıyla o kadar uyum içindeydi ki, bu evlerin hemen pek çoğunda, gök mavilikleriyle, desen desen zeminin güzellikleri baş başa, omuz omuza verip de bir güzellik kuşağı teşkil edince, o evleri, göklerin ve yerin ışık, renk ve desenleri arasında sallanan birer beşik sanırdınız. Öyle ki, onların önünde oturup düşünürken veya çevreyi süzerken, kendinizi hülyalarınız ölçüsünde göklerin mavilikleri içinde hisseder ve akıl almaz vüsatlerin çocuğuymuş gibi kendinizden geçerdiniz.

Bizdeki bu, gökleri ve yeri, bir arada ruhlara duyurma şehircilik, bina ve peyzaj zevkiydi ki, Piyer Loti gibi kimselerde, cennet bahçeleri kadar âsûde çınarlarımızın dibinde bir uzun uykuya yatma arzusu uyarmıştı.

Bizim evlerimizde, bizim sokaklarımızda oturanlar, hemen her zaman, bağlarımız, bahçelerimiz ve ormanlarımızda, rengin her tonunda açan çiçekleri, sesin her telinden yükselen nağmelerini duyar, görür ve varlığın tasavvurları aşan o müthiş tenasübü karşısında hazların en erilmezlerini yaşarlar. Evet, bir taraftan semaya, diğer taraftan da arza açılan menfezleriyle bu ev ve konaklar, mevcut vüsatlerinin yüz katı genişliğinde bir temâşâ zevkine ulaşır ve bize sınırlılıkları içinde sınırsızlığın kapısı olurlardı.

Köylerde, güzellikler ayrı bir dalga boyunda ve şehirlerde ayrı bir tenasüp, ayrı bir armoniyle, bizim, o gönüllerimize inşirah evlerimiz, bu evler arasında kıvrım kıvrım uzayıp giden yollarımız; mevzûniyeti içinde her birisi ayrı hür bir kalbin müstakilliyetini ifade ediyor gibi alnı açık, başı dik o serâzat konaklarımız, saraylarımız.. ve bütün armoninin kalbi görünümündeki mabetlerimiz, ma’bedlerin bir köşesinde dünyanın en büyük hakikatini ilân ediyor olmanın remzi sayılan nidâ edatı endamlı minarelerimiz.. sonra ma’bed ve minarenin ifade ettiği mânâ ve ruhunda sakladığı muhteva etrafında kümelenmiş mini mini kubbeler.. bir kuluçkanın çevresinde dolaşan ve yer yer ona sığınan civcivler gibi nispeten küçük medrese, şifâhâne, imâret kubbeleri.. ve her biri ayrı bir zevkle dizayn edilmiş, kimileri sessiz ve murakabede; kimileri gürül gürül, mutlaka ve bir şeyler anlatma peşinde bahçeleri, koruları, çeşmeleri, şadırvanları, kameriyeleri, dört bir yanda reftâre salınan selvileri ve her zaman kokular sürünüp esen meltemleri ve sabâlarıyla âdeta insanı büyüleyen bir periler ülkesiydi.

O günün insanları, tebdil-i hava için şehirlerden köylere koşar, oralarda neşe-keyif, huzur-emniyet, uzlet ve halvet zevkini arar; köylerden şehirlere göç eder, az gürültülü olsa da, oraların seviye, vakar ve ciddiyetle tüllenen havasını koklar; köylere nispeten daha muntazam ve daha ufuklu sayılan kent hayatıyla tanışır, duygu ve düşüncede daha bir enginleşme elde ettikleri mülâhazasıyla da bunu hep tekrar ederlerdi.

Bütün köyler, bütün şehirler, müşterek duygu, müşterek düşünce ve müşterek kültürü aksettiren genel görünümlerinin yanında, toplum mozayiğinde küçümsenmeyecek farklılıklar da göze çarpıyordu.. her köy, her kasaba, her şehir âdeta, aynı atkılar üzerinde aynı temanın değişik şekilde işlenmesi ve şiirleşen bir mazmunun farklı kalıplarla hazmedilmesi gibiydi.. bunların her biri, ayrı konumu, ayrı tanzimi, ayrı şiiriyeti, ayrı şivesi itibariyle, bir ölçüde birbirinden farklı tarzları aksettiriyorlardı. her biri ayrı bir bayramı, ayrı bir donanma gecesini hatırlatan o cıvıl cıvıl canlılığı, sıcaklığı ve şevk u tarâbıyla bütün bir dünyanın minyatürü gibiydi.. uzun asırların el emeği, göz nuru, fikir cehdi ile oluşmuş, gelişmiş, estetik derinliklere ulaşmış canlı-cansız aksesuarıyla göz kamaştıran bir minyatür…

Hele, büyük medeniyet mimarları ve estetik zevki inkişaf etmiş üstün peyzajcıların bunca gelip geçtikleri büyük kentler, her yanıyla âdeta bir güzellikler armonisiydi. Her zaman bir şiir gibi gelip gelip gönüllerimize akan bağ ve bahçelerimizin güzellikleri, ovalarımızın-obalarımızın neşeyle gerinmesi, dağlarımızın-tepelerimizin mehip duruşu, çaylarımızın-çeşmelerimizin bir başka çağıltıyla gönüllerimize ses vermesi.. her yanımızda gamze çakıp salınan zarif lâleler, öteden beri yakından tanıyıp hemhal olduğumuz al yanaklı, derin kokulu güller, kokusundaki nefâsetin yanında, gülün dikeni gibi biraz da acımtırak haliyle “mağnem ölçüsünde mağrem” diyen karanfiller, ülkemizin öz evladı ve çok bulunmasının gadrini yaşayan sevimli papatyalar, zâtî güzellikleriyle beraber tevazu ve mahviyetleriyle ayrı bir derinlik remzi mini menekşeler, otağını her yere kurmaya tenezzül etmeyen zambaklar, kalbimizin cidarları kadar hassas ve duyarlı ince manolyalar, yakın akrabamız ve kapı komşumuz sümbüller, sonradan akraba olduğumuz kamelyalar, orkideler, yanık nağmeler gibi kokuları ve ebedî güzellikleri tedâi ettiren renkleriyle sonsuzluğa meftun gönüllerimizi coşturur ve sürekli bize namzet olduğumuz âlemi hatırlatırlardı. Bir de buna kuşların cıvıldayışları, böceklerin vızıldayışları, koyun-kuzu sesi, Allah için birbirini sevenlerin nefesi eklenince her yan âdeta cennet rengine bürünürdü.

Hele, yeşilliklerin korunduğu, ormanların ihtimamla muhafaza edildiği bir mübarek dönemde her taraf tıpkı bir “bâğ-ı İrem” ve her yöre açık bir hayvanat bahçesi gibi canlı, sımsıcak ve şendi.

Bu dünyanın hemen her yanında zaman o kadar farklı duyulurdu ki, onun içinde bazen geçirilen birkaç saat, seneler kadar derin, bereketli, velûd olabilir ve hatta hâtıralarımızda âdetâ silinmezliğe ulaşırdı.

Görüp yaşadığımız, duyup-işitip hayallerimize nakşettiğimiz hâtıralara hayat üfleyip, onları yeniden gün yüzüne çıkarıp çıkaramayacağımızı bilemeyeceğim, ama, ben o “yitirilmiş cennet”i bağıyla, bahçesiyle ve içindeki bağbanıyla hep özleyeceğim…

Sızıntı, Kasım 1993, Cilt 15, Sayı 178

Kaynak:M.Fethullah Gülen / Yeşeren Düşünceler

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy