Kürsü Peygamber Gönderilmeyen Bölgelerdeki Yaşayanları Mes’ul Tutmak Nasıl Hak ve Adâlet Olur? Egeli10/12/202101,7K Görüntüleme Bütün Peygamberler Arap Yarımadasından Zuhûr EttiÄine Göre, Peygamber Gönderilmeyen DiÄer Kıt’alarda YaÅayanları Ä°nanç ve Amel Açısından Mes’ul Tutmak Nasıl Hak ve Adâlet Olur? Bu sualin iki yönü var: 1) Peygamberlerin yalnız Arap Yarımadasından zuhûru ve diÄer kıtalarda hiçbir nebînin gelmeyiÅi. 2) Kendilerine peygamber gönderilmeyen milletlerin azaba uÄratılmasının adâlet olmayacaÄı hususu. Åimdi sırasıyla her iki hususu da ele alalım. Ancak, daha önce insanlar arasında nebînin yerine dikkati çekmekte fayda, hatta zarûret olduÄu üzerinde duralım. Peygamberlik, üstün bir pâyedir. O, insanın öz yüceliÄinin Hak’tan halka eÄilmiÅ bir dalı ve tabiat içinde, tabiatın verâsını yaÅayan varlıÄın gönlü ve dilidir. Onda hem bir seçilme ve yükseltilme, hem de gönderilip vazifeli kılınma vardır. Dâhilerde olduÄu gibi, nebî, sadece yüce bir dimaÄ, eÅya ve hâdiselere nüfuz eden bir istîdat deÄildir. O, bütün melekeleriyle faâl, ceyyid, devamlı dalgalanan ve her dalgalanıÅta yeni bir arÅiye çizen gökler ötesine yükselen meselelerine ilâhî esintilerden tahlil bekleyen, eÅyanın ötelerle birleÅme noktası sayılan ufuk insandır. Onda, cisim ruha, akıl kalbe tâbi; nazar, isimler ve sıfâtlar âleminde; kadem, nazarın ulaÅabildiÄi her yerde ve onunla beraberdir… Nebîde, duygular en son tomurcuÄuna kadar inkiÅaf etmiÅ; görme, duyma ve bilme tabiî sınırların çok ötelerine yükselmiÅtir. Onların görmelerini çeÅitli dalga boylarıyla izah etme imkânı olmadıÄı gibi, duyup iÅitmelerini ses dalgalarıyla izah etmek de mümkün deÄildir. Hele bizim tahlil ve terkip ölçülerimiz içinde onların tabiat cidarlarını zorlayan ilimlerine eriÅmek asla kimseye müyesser olmayacaktır. Ä°nsanlık, onlar vasıtasıyla varlıÄa nüfûz edip eÅyayı keÅfedebilir. Onların irÅat ve tâlim dairelerinin dıÅında ne eÅya ve hâdiselere mükemmel bir nüfûz, ne de tabiata isabetli bir müdahale asla mümkün olmamıÅtır ve olamaz da… Tabiatın esrarı ve ondaki ilâhî kanunları beÅere hediye etmek, onların birinci dersidir ve bu ders mübtedîlere has bir derstir. Bunun ötesinde ise varlık âlemini, varlıÄına Åahit gösteren Yüce Yaratıcı’nın, isim ve sıfatlarını bildirme; idrak edilmez Zât’ı hakkında ölçü ve incelerden ince temkin… EÄer bütün bu âlemleri elinde tutan; zerrelerden nebülozlara kadar hükmünü ve sözünü geçiren, onları tesbih dâneleri gibi evirip çeviren, hâlden hâle ve Åekilden Åekle sokan bir MuhteÅem Kudret ve Ä°rade Sahibi’yle, O’na verilecek unvanlar ve isnat edilecek hususlar hakkında, nebîlerin apaydın beyanları olmasaydı, ne O’nun hakkında doÄru bir söz söylemek, ne de doÄru düÅünmek mümkün olmayacaktı. Demek ki nebî, eÅya ve hâdiselerin içine girip bütün bir hayatı bize ders verdiÄi gibi, her Åey ve her hâdisenin en birinci dersi olan MuhteÅem Yaratıcı’yı, MuhteÅem Kudret ve Ä°rade Sahibi’ni, isim ve sıfatlarıyla -Zât-ı Ulûhiyeti arasındaki ince muvazene ve sırlı münasebete riâyet ederek- anlatan da yine odur. Ãyle ise, zeminin hiçbir kıt’asının ve zamanın hiçbir parçasının onların feyiz ve nurundan mahrum kaldıÄına ihtimal verilmemelidir. Nasıl verilir ki; onların irÅat dairelerinin dıÅında, varlık âlemine dair, Åimdiye kadar ne duru bir hüküm verilebilmiÅ, ne de felsefenin Åüphe, tereddüt ve tenakuz dolu sisli atmosferinin üstüne çıkılabilmiÅtir. Esasen; her kıt’a ve her devrin, bir peygamberin vesâyâsı altında bulunmasını, akıl, hikmet ve Kur’ân müÅtereken teyit etmektedirler. Hem de aksine ihtimal verilemeyecek Åekilde… En küçük bir müzede ve en basit bir fuarda dahi, teÅrifatçılara ve tarifçilere ihtiyaç duyulduÄu ve bir yol göstericinin rehberliÄi ile gezilip görüldüÄü ve böyle bir rehber ve yol gösteren olmayınca, gelmenin de, gezmenin de bir mânâsı olmayacaÄı kat’iyen gösterir ki, Åu muhteÅem kâinat sarayını, onu temâÅâya gelen seyircilere anlatacak, ondaki ince noktalara dikkati çekecek ve bu âlemin sırlarını açıklayacak dellâl ve teÅrifatçılara da ihtiyaç vardır. Ayrıca, kurduÄu bu düzen ve nizamı, bu meÅher ve sanatlar resmî geçidini, bir fuar mahiyetinde en mükemmel Åekilde sergileyen ve bütün iÅ ve eseriyle kendini seyircilere tanıtmak isteyen Zât hiç mümkün mü ki, bu meÅherleri açsın, eserlerini göstersin, seyircilerin dikkatini çeksin de, sonra intihap edeceÄi bir kısım müstesna kimselerle, Zât, sıfat ve isimlerini, müÅtâk seyircilere tanıtıp bildirmesin; hikmet dolu iÅlerini hâÅâ abes kılsın! BaÅ döndürücü icraâtını mânâsızlıkla ittiham ettirsin! Her Åeyi, bir dil ve naÄme hâline getirip, onunla bizlere hikmet ve maslahatlarını anlatan Yüce Varlık, her türlü abesten münezzeh ve mukaddestir! Kaldı ki, O Zât’ın kendi beyanı olan Kur’ân, zeminin her tarafından yer yer zuhûr etmiÅ peygamberlerden bahisler açmaktadır. “Celâlim hakkı için biz her millete -Allah’a kullukta bulunun ve putlara ibadetten kaçının- diye bir peygamber gönderdik.” (Nahl, 16/36) Ne var ki, insanlık, bu yüce varlıklardan aldıÄı dersi, bir müddet sonra unutmuÅ veya sapıklıÄa gömülerek, nebî ve ulu kiÅileri ilâhlaÅtırmıŠve eski putperestliÄe dönmüÅtür. Yunan’ın ilâhlar daÄından, Ganj nehrine kadar, beÅer hayalinin totemleÅtirdiÄi bir sürü vesen vardır ki, Åimdiki görünüÅleriyle, çıkıÅları arasında çok büyük farklar olsa gerektir. Ne Ãin’in Konfüçyüs’ünü, ne de Hind’in Brahman ve Buda’sını, kendilerini hazırlayan Åartlar ve getirdikleri Åeylerle görmek mümkün deÄildir. Her Åeyi aÅındıran zaman ve deÄiÅen insan telâkkisinin, bunları da aslından ne kadar uzaklaÅtırdıÄını kestirmek oldukça zordur. EÄer Kur’ân-ı Kerim, Åüpheleri gideren beyanıyla, (1) Hz. Ä°sa’yı bize tanıtmasaydı, deÄiÅik kaynak ve anlayıÅlar içerisinden, saÄlam bir Hz. Mesih bulup çıkarmak mümkün olmayabilirdi. Ä°nsana ulûhiyet isnat edilmesi, Zât-ı Ulûhiyetin insanlaÅtırılması ve birkaç tane gösterilmesi gibi mevzuların en birinci mesele olarak akîdeye yerleÅtirilmesinin, akıl, mantık ve tevhid inancıyla telif edilmesi mümkün deÄildir. BulunduÄumuz çaÄa, bu kadar yakın bir devreye ait bazı din müntesiplerinin, kendi kitap ve peygamberlerini bu hâle getirdiÄi noktasından hareketle diyebiliriz ki; zamanın öÄütücü korkunç diÅleri arasında, kim bilir nice nebîler ne hâle getirildi! Sıhhatli bir haberden öÄrendiÄimize göre, her nebînin vazifesini kendinden sonra havarileri yapacaÄına ondan sonra ise, bir kısım mirasyediler her Åeyi alt-üst edeceÄine dair bir peygamber sözü var ki, çok önemlidir. Evet, buna binaen, bugün bâtıl din olarak gördüÄümüz nice dinler vardır ki, temiz bir asıldan, vahiy kaynaÄından geldiÄi hâlde, müntesiplerinin cehâleti ve düÅmanlarının insafsızlıÄıyla, bugün hemen bütün esaslarıyla hurafe yıÄını durumuna gelmiÅlerdir. Ãyle ise, günümüze kadar mevcudiyetini sürdüren bâtıl görünümlü dinlerin, pek çoÄunun saÄlam bir aslı olması ihtimali, oldukça kuvvetli ve her devrin, bir peygamberin adını alması da gayet mâkuldür. Peygamber olmayana peygamber demek, nebînin peygamberliÄini inkâr gibi küfür sayılır. Ancak, benzer bir kısım sapmaları gördükten sonra, Budizm’in menÅeine kuÅkulu bakmamak, Brahmanizm üzerine ihtiyatla gitmemek de insanın elinden gelmiyor. Hatta Konfüçyüs’ü, onun o tıkanık felsefesinin ötesinde aramak; Åamanizm’in tevil götürebileceÄi hesabıyla hareket etmek, akıllıca bir davranıŠsayılır zannediyorum. Bunlar çıkıÅlarında ister bir zülâl, isterse bulanık bir sızıntı olsun, Åu andaki durumlarından farklı bir hüviyete sahip olduklarında kimsenin tereddüdü yoktur. Zaman ve hâdiselerin onları bazen aÅındırıp, bazen de yeni ilâvelerle baÅkalaÅtırması, o kadar çok vukû bulmuÅtur ki, muhâlfarz, kurucuları dönüp geriye gelselerdi, getirdikleri dini tanıyamayacaklardı. Dünyada, daha bunlar gibi tahrif edilmiÅ pek çok din vardır ve bunların büyük bir kısmının temelindeki safveti kabul etmek de, zarurîdir. Bir kere Kur’ân: “Uyaran bir peygamber gelmiÅ olmayan hiçbir millet yoktur.” (Fâtır, 35/24) diyerek âlemÅümûl bir hüküm vermektedir. Ne var ki biz, cihanın her tarafında zuhûr etmiÅ olan ve bir beyana göre sayıları 124 bine baliÄ bulunan nebîlerden (2) ancak 28 tanesini bilmekteyiz. Kaldı ki, bunların içinde de, pek çoÄunun ne zaman ve nerede yaÅadıklarına dair herhangi bir mâlûmata sahip bulunmamaktayız. Esasen, gelmiÅ-geçmiÅ bütün peygamberleri bilme mükellefiyeti diye bir Åey de yoktur. Kur’ân: “Onların bir kısmını sana hikâye edip anlattık, bir kısmını anlatmadık.” (Ä°nsan, 76/78) diyerek, anlatılmayanların üzerinde durulmamasını da ihtar etmektedir. Åu kadar var ki, bugün dinler tarihi, felsefe ve antropoloji tetkik edildiÄinde, birbirinden çok uzak topluluklarda dahi, bir hayli müÅterek noktalar bulunduÄu göze çarpmaktadır. Ezcümle, hepsinde “çok”tan “tek”e doÄru gidiÅ; tahammül-fersâ musibetler karÅısında her Åeyi bir tarafa bırakarak, bir yüce dergaha el açıŠve elleri yukarılara doÄru kaldırıÅ; fizik ötesi hâdiselerle münasebete geçiÅte, müÅterek tavır ve davranıÅ; hep menbâ ve muallim birliÄine iÅaret etmektedir. Kanarya Adaları’ndaki yerlilerden, Mayalara kadar; Kızılderililerden Yamyamlara kadar, âyin ve dinî ilâhilerinde hep aynı renk ve dekor görülür, hep aynı naÄme ve cümbüŠhissedilir… Prof. Dr. Mustafa Mahmud’un, çok vahÅi iki kabîle hakkındaki mütalâaları bu hususu teyit etmektedir. Doktorun ifadesine göre Mavmavlar, Mucay isminde bir ilâha inanırlar. Bu ilâh, Zât’ında ve icraatında birdir. Birini doÄurmuÅ ve biri tarafından doÄurulmuÅ da deÄildir. EÅi, menendi de yoktur. O, görünmez, bilinmez; ancak eserleriyle tanınır. Neyamneyam kabilesi için de, Mavmavların kanaatine benzer Åeyler nakletmektedir: Onlar da, her Åeye sözü geçen, ormandaki her Åeyi kendi iradesi ile hareket ettiren ve Åerli kimselere yıldırım Åerareleri gönderen bir ilâh vardır ki, iÅte O Mâbud-u Mutlak’dır, diye düÅünmektedirler. Görülüyor ki, bunlardaki ilâh telâkkisi ile Kur’ân’daki Zât-ı Ulûhiyet düÅüncesi arasında, hemen hemen fark yok gibidir. Hatta, Mavmavlar, “Aynı, Ä°hlâs sûresinin muhtevasını söylüyorlar.” desek yerinde olur. Medeniyetten bu kadar uzak ve bildiÄimiz peygamberlerin tesir sahasının dıÅındaki bu ibtidaî kavimler, henüz hayatın en basit kanunlarını dahi bilmemelerine raÄmen, bu en derin ve en duru Allah telâkkisini nereden bilecekler! Demek: “Her milletin bir resûlü vardır ve resûlleri geldiÄi vakit aralarında adâletle hüküm verilir ve hiçbirine zulmedilmez.” (Yûnus, 10/47) beyanı, ilâhî ve âlemÅümûl bir hakikattir ve hiçbir kıta bu hakikatin Åümûl sahası haricinde deÄildir. Dr. Mustafa Mahmud’un naklettiÄi Åeylere benzer aynı hususları 1968 yılında kendisiyle tanıÅma fırsatını bulduÄum Kerküklü matematik profesörü Adil Bey de hikâye etmiÅlerdi. Doktorasını Amerika’da yaptıÄı yıllarda, sık sık yerli halkla da görüÅen araÅtırmacı kendini hayrete sevk edecek durumları Åöyle naklediyordu: Yerliler, kendi aralarında tevhid akidesine uygun âyinler yapıyor ve Allah’ın, yemez, içmez, üzerinden zaman geçmez olduÄuna inandıklarını ilân ediyor; hatta kâinatta cereyan eden her Åeyin O’nun iradesine râm olduÄunu tekrarlayıp duruyorlardı. Ve daha, bir sürü selbî ve vücûdî sıfatlardan bahsediyorlar ki; düÅüncelerindeki bu yüceliÄi, yaÅayıÅlarındaki vahÅet ve bedevilikle telif etmek kat’iyen mümkün deÄildi… Demek ki, doÄu-batı, dünyanın en ücrâ yerlerinde, bu akîde ve telâkki birliÄi, ancak Kâinatın Sahibi tarafından oralara gönderilmiÅ elçilerle izâh edilebilir. Zira en büyük filozofların dahi kavrayamadıÄı bu türlü muvazeneli tevhid akîdesini, vahÅet içinde yüzen Mavmavlara, Neyamneyamlara veya Mayalara vermek asla mümkün deÄildir. Demek, arı ve karıncayı anasız bırakmayan Rahmeti Sonsuz, beÅer nev’ini de peygambersiz bırakmamıÅ, zaman ve mekânlara, onlar vasıtasıyla nurlar serpmiÅ ve cihanları aydınlatmıŅ Åimdi de, sorunun ikinci Åıkkı olan, peygamberleri görmemiÅ kimselere, azap edilip edilmeyeceÄi hususunu inceleyelim. Evvelâ, birinci bölümde gördük ki; zemin, hiçbir zaman nur-u nübüvvetten mahrum kalmamıÅ, ara sıra muvakkat bir kuraklık hissedilmiÅ ise de, hemen arkadan saÄanak saÄanak rahmet boÅalmıÅ. Binâenaleyh, her fert az-çok, bu rahmeti görmüÅ, duymuÅ, tatmıŠve doymuÅtur. Ne var ki, tahrifin süratli olduÄu yerlerde fetret de o kadar çabuk bastırmıŠve o mıntıkayı karanlıÄa boÄmuÅtur. Her karanlıÄı bir aydınlık ve her aydınlıÄı bir karanlık takip edip dururken, kendi iradelerinin dıÅında karanlıkta kalanlara da Hak, rahmet müjdesini vermiÅtir: “Biz peygamber göndermedikten sonra azap edicilerden deÄiliz.” (Ä°srâ, 17/15) Demek evvelâ uyarma, sonra mükellefiyet ve daha sonra da azap veya rahmet… Vâkıa mezhep imamları, teferruatta biraz farklı düÅünürler. Meselâ, Ä°mam Maturidî ve taraftarı, kâinatta, her biri bir kitap binlerce delil varken Allah’ı bilmeyen mâzur olamaz derler. EÅ’arîler ise: “Biz peygamber göndermeden azap edecek deÄiliz..” meâl-i âlîsiyle ifade edilen âyete dayanarak, azaba müstahak olmanın, tebliÄi müteakip olacaÄı hususunu esas alırlar. Ä°ki imamın nokta-ı nazarlarını telif edenler de vardır: Bir kimse hiçbir peygamber görmemiÅ ve fakat inkâr mesleÄine girerek puta da tapmamıÅsa, ehl-i necâttır. Zira, insanlar arasında öyleleri vardır ki, hiçbir terkip ve tahlil kabiliyetine sahip olmadıÄı gibi, eÅya ve hâdiselerin seyrinden de bir mânâ çıkarması mümkün deÄildir. Binâenaleyh, böyle biri, evvelâ irÅat edilir, ondan sonra davranıÅlarına göre ceza veya mükâfat verilir. Ama bir insan, küfrü meslek ittihaz ederek, onun felsefesini yapıyor ve bilerek Allah’a karÅı ilân-ı harp ediyorsa, o, dünyanın en ücra yerinde dahi olsa, inkâr ve ilhadının cezasını görecektir. Netice olarak diyebiliriz ki: Allah’ın peygamber göndermediÄi boÅ bir kıt’a olmadıÄı gibi, içinde peygamber gelmeyen uzun bir fetret devri de mevcut deÄildir. Hemen her devrin insanı, az-çok bir nebînin estirdiÄi meltemden nasibini almıŠgibidir. Peygamberlerin adının tamamen unutulduÄu ve eserlerini zamanın aÅındırdıÄı yerlerde ise, ikinci bir peygamber gönderilinceye kadar, o devre “fetret devri” denmiÅ ve o devrin insanlarının azaptan baÄıÅlanacaÄı ifade edilmiÅtir. Elverir ki, bilerek ve Åuurlu olarak inkâr-ı ulûhiyete sapılmasın. Her Åeyin doÄrusunu ilmiyle eÅyayı muhît olan bilir. Antropoloji: Ä°nsanın kökenini, biyolojik özelliklerini, toplumsal ve kültürel yönlerini inceleyen bilim, insan bilimi EΉrî: Ebü’l-Hasen el-EΉrî’nin öncülüÄünü yaptıÄı kelâm metodunu benimseyen kimse Zülâl: Saf, berrak, tatlı soÄuk su Kaynak: M.Fethullah Gülen / Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader