Nefis niçin ve nasıl firavunlaşır?

Yazar Mizan
Soru: “Ağabey, geçtiğimiz günlerde arkadaşlarla beraber yirmi dokuzuncu mektubu okuyorduk. Orada Üstad Hazretleri’nin “Nefis, Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne, kendi rububiyet istiyor.” ifadelerini anlamakta zorlandık. Arkadaşlarımızın farklı mülahazaları oldu. Bu cümleyi açabilir misiniz?” (E.K.)
Sevgili okur!
Sorunuzu yine Risale-i Nur’dan istifade ederek cevaplandırmaya çalışalım:
Nefis insanda, sürekli kontrol edilmesi ve dizginlenmesi gereken bir güçtür. “Kontrolsüz güç, güç değildir” sözü en çok nefis için geçerlidir ve doğrudur. Yani nefis gerektiği gibi kontrol edilmediğinde güç olmaktan çıkar, bir tahrip vasıtası haline gelir.
Rabbimiz insana, bu zorlu mekanizmayı kontrol edebilecek başka güçler de vermiş, onu başka sistemlerle de donatmıştır. Aklın gösterdiği istikamette irade devreye sokulabilirse, nefsin gücü iyiye ve faydalıya kanalize edilmiş olur, zararlı bir güç olmaktan çıkar, pek çok hayra vesile olabilir
Nefis her zaman kendisinin hür ve serbest olmasını ister. Hatta kendisini tam hür kabul eder, öyle hareket eder. Öyle olur ki kendisini adeta büyük bir saltanatın sultanı olarak görür. Keyfince yaşayıp keyfince yiyip içmek ister.
Kendini kendisine ve tasarrufu altındaki eşyaya mâlik zanneden böylesi bir nefse sahip olan insan, hakimiyet iddiasında bulunur. Yani kendisinde bir hâkimiyet olduğu zannına kapılır. Başkalarını da kendilerinin ve tasarrufları altındaki eşyanın sahibi zanneder.
Böylece Allah’ın mülkünü, malını kendisi ve kendisi gibi insanlara taksim ederek, hem onlar üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunmaya girişir, hem de bilhassa bu tasarruf adına İlâhî hükümlere karşı çıkar.
Bunun bir adım ötesi, gücü ve imkânları eline alan insanın veya bir zümrenin başka insanların ve onların mallarının da mâlik ve hâkimliğine kalkışması veböylece yeryüzünde hâkimiyet sevdasına tutulmasıdır. Bu da, nefsin firavunluğu demektir ve sonu gelmez çatışma, vuruşma ve savaşların sebebidir.
Oysa insan, vücudunun, ondaki tek bir şeyin ve kendi kendisinin mâliki olmadığı gibi tasarrufuna bırakılan eşyanın da hakiki mâliki değildir. Kaldı ki başkaları ve onların malları üzerinde mâlikiyet ve neticede hâkimiyet iddiasında bulunabilsin.
İnsan, kendisine özel mülk olarak verilen malın bile gerçek sahibi değildir. Onun mâlikiyeti mecazîdir ve dolayısıyla malı üzerinde de her şeyin hakikî Mâliki bulunan Cenab-ı Allah’ın izni ve hükümleri çerçevesinde tasarrufta bulunma mevkiindedir. 
Böyle olunca, yani herkes kendisi dâhil mülkü hakikî Sahibi’ne verip, mülk üzerinde O’nun izni ve kanunları istikametinde tasarrufta bulunursa kavga, çatışma ve savaş da olmaz.
Peki insanın, kendisini tasarrufu altındaki eşyaya mâlik zannetmesinin sebebi nedir?
İnsan, Cenab-ı Allah’a en kapsamlı aynadır ve Hz. Allah (c.c.), Kendisi’nde bulunan sıfatları insanda yansıtmıştır. Ulûhiyet’in, yani Allah olmanın en önemli vasfı, mutlak istiklâliyettir. İşte insan, kendisinde böyle bir istiklâliyet hisseder ve bu hisle, kendi üzerinde otorite kabul etmek istemez.
Oysa mutlak istiklâliyet mutlak güç, ilim, irade, mutlak kontrol, dolayısıyla mutlak görme ve işitme ister. İnsan ise âcizdir, fânidir ve her bakımdan noksandır. İşte ona tanınan istiklâliyet ve hürriyet, bir başka ifadeyle, benlik, yani “ben” hissi, ona Cenab-ı Allah’ın sıfatlarıını idrak etmesi için bir kıyas ölçüsü olarak verilmiştir. 
İnsanın, varlığı, vücudu ve hayatı gibi, sıfatları ve kabiliyetleri de kendisinden değildir. Ayrıca bu sıfatların tamamı eksiktir, kusurludur, geliştirilmeye muhtaçtır. Çünkü apaçık görüyoruz ki, insanın bütün eserleri kusurludur.
İşte insan, kusurlu eserlerinden ve sıfatlarından hareketle, aynı sıfatların Yaratıcı’da kâmil olarak bulunduğunu anlayacaktır. Çünkü Yaratıcı’nın bütün eserleri, mahlukata tanınan iradenin dâhil bulunmadığı bütün İlâhî eserler, kusursuzdur. 
Ayrıca bütün kâinatın yaratılması ve idaresi, mutlak ve sonsuz bir güç, ilim, irade, görme ve işitme gibi sıfatların varlığını zarurî kılmaktadır.
İşte insan, bütün bu apaçık gerçekler karşısında enaniyetini Cenab-ı Allah’ın mutlak Ulûhiyet, Rubûbiyet ve hâkimiyetinde yok edebildiği zaman, gerçek değerini, gerçek gücünü ve gerçek zenginliğini kazanır. Çünkü bu şekilde O’nun sıfatlarını kapasitesinin tamamı ölçüsünde yansıtan parlak bir ayna olur.
Fakat benlikle, kendinde olanı kendinden bilmek, kendi kendisinin ve tasarruf altındaki eşyanın mâliki olduğunu iddia etmek, daha ötede başkaları ve onların malları üzerinde de hâkimiyet kurma teşebbüsünde bulunmakla insan firavunlaşır ve açık veya gizli rubûbiyet ve ulûhiyet davasına kadar gider.
Ne acıdır ki insanlık tarihi böylesi firavunlarla doludur… 

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy