Namazın Rükünleri

Yazar Egeli

a. İftitah (Başlangıç) Tekbiri

Kalbe bütünlük kazandırmak, bulunduğu buudların üstüne çıkıp ayrı bir âleme girmek ve âdeta nefsini boğazlayarak “Allahu ekber” demek, namaz kılmak için bir başlangıç teşkil etmektedir.

Dikkat edilirse, ilâhlaştırılıp takdis edilen ve boyun eğilen kuvvetlerin, kendilerine körü körüne itaat edilen liderlerin ortak özellikleri, hep azamet, kibir, üstünlük ve yükseklik duyguları olmuştur. Bu yüzden “Allahu ekber” diyerek namaza başlayan mü’min, bütün cebbar ve mütekebbirlerin üstesinden gelmiş, onları dize getirmiş ve Allah’tan başka bir güç tanımadığını bildirmiş olur. Dolayısıyla kendisini Allah’tan alıkoyan her şeyi arkaya atar, nazarını lâhut âleminin menfezlerine diker ve oradan gelecek şeyleri beklemeye durur. O, başka bir sözle namaza giremez. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem).  مِفْتَاحُ الصَّلَاةِ الطُّهُورُ، وَتَحْرِيمُهَا التَّكْبِيرُ، وَتَحْلِيلُهَا التَّسْلِيمُ  “Namazın anahtarı temizliktir. (Namaz dışı şeylerle meşguliyeti) haram kılıp namaza başlamayı ifade eden şey iftitah tekbiridir. (Namaz dışı meşguliyeti) helâl kılıp namazı bitiren şey de sonundaki selamdır.”[1] buyurur ve bu hususa dikkat çeker. Başka bir hadislerinde ise, “Abdesti yerli yerinde almadıkça.. hiçbirinizin namazı tam olmaz.”[2] buyurur. Bu yüzden namaza tekbirle girmek farzdır.

b. Kıyam (Ayakta Durma)

Mü’minin, Rab karşısında el-pençe divan durarak huzura gelmesi ona, yeryüzünde, iki ayağı üzerinde isbat-ı vücut eden ilk varlık olduğunu hatırlatır. Kimi mahlûkat yerde sürünüp, kimisi de dört ayağı üzerinde iki büklüm yürürken, Cenâb-ı Hak insana âdeta bir “elif” gibi dimdik ayakta durmayı ve yürümeyi lütfetmiştir. Yerde emekleyen ve yüzü yerde sürünen hayvanlar, eğer iki ayağı üzerinde yürümeleri mümkün olsaydı, niçin yerde emekleyeceklerdi? Onlar, insanların sahip olduğu nimetlere sahip olmadığından, şeriat-ı fıtriyenin cebrî kanunları karşısında iki büklüm yürümekte, ya da sürüm sürüm sürünmektedirler. Şayet insan, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine verdiği nimetleri saymaya kalksaydı –âyetin ifadesiyle– bu mümkün olmazdı.[3] Bu sebeple insan, Allah’a ne kadar şükretse azdır. O, en başta içi ve dışıyla ahsen-i takvîme mazhar bir varlık olarak yaratılmıştır. Cenâb-ı Hak, onu cansız bir varlık olarak yaratmamış; canlılar arasında şuursuz bırakmamış; şuurlular arasında ona bir de akıl ve irade vermiştir. Mü’mine gelince Allah onu kâfir topluluklar içine dâhil etmemiş; aksine temizleyip tasfiye ede ede insanlık mertebesine, ondan da mü’minlik mertebesine yükseltmiştir ki bu hâliyle âdeta onun her tekâmülünde sırtında taşıdığı sepete bir nimet daha koymuştur. İşte mü’min, kıyamda olduğu vakitte, küfesindeki bu nimetleri hatırlayıp, kendisini, mahşerde hesap vermek üzere Rabb’in huzurunda, “Hayatın boyunca alıp verdiğin nefeslerin hesabını ver!” emrine muhatap olarak tasavvur edecektir.

c. Kıraat (Kur’ân Okuma)

Kul, “Allahu ekber” deyip Allah’ın büyüklüğünü ilan ve itiraf ettikten sonra, kılacağı namaz ve okuyacağı Kur’ân’ın önemine binaen ve yine onlarda şeytanın bir payı olmaması arzusuyla,  أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ  “Rahmetten kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım.” der. Bu söz, daha ilk başta insanın kendi aczini itiraf etmesi demektir. Ardından, olup biten her şeyin, yapılan her hareketin Allah’ın adıyla olduğunu/olması gerektiğini ifade eden “besmele”yi okur. Namazda bu şekilde aczini itiraf eden bir insan, kırık kalbiyle Allah’a teveccüh eder ve, “Allahım! Bana verdiğin organları bir makine gibi çalıştırıp idare ettin; en küçük canlı varlıklar olan hücreler başbaşa verdi, benim vücudumu meydana getirdi. Şimdi ise o uzuvlarımın her birisi ayrı birer fert kesildi; kendi hareket ve ifade ettikleri mânâlarla Sana kulluk yapıyorlar. Ben ise bunların kulluğuna sadece sözlerimle tercüman oluyor, namazda hareket ettirdiğim uzuvlarım sayısınca minnet ve şükranlarımı takdim ediyorum.” mânâsına الْحَمْدُ لِلهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ  der.

Sonra da, “Bütün bu acz ve fakrıma binaen şu kâinatı büyük bir kitap gibi gözümün önüne serdi ve onu okuma, okuduğum o kitaptan alacağım hüzmeleri kalbimde iman hâline getirme iradesini verdi. Yine onunla kâinatın sırlarını aşma, esmânın sahiline yanaşma, sıfatların keyfiyet ve ahvalini kurcalama ve Zât-ı Bârî’yi düşünmemi mümkün kıldı.” mânâlarını ifade eden الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ der.

Niçin O’nun bu kadar hamd ve şükre layık olduğunu açıklar mahiyette deمَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ  (hesap gününün sahibi) der ve Cenâb-ı Hakk’ın, koca bir kâinatı var etmenin yanında, zâhirî ve batınî, dünyevî ve uhrevî her türlü nimetle canlıları donatmasını ve herkesin hesaba çekileceği, mükâfat ve cezaların verileceği gün olan ahiretin tek hâkimi olduğunu ikrar ve tasdik eder.

Sadece bu vasıfları haiz olan bir Zât’a kulluk yapabileceğini ve bu uğurda uzuvlarını kullanabilme güç ve kuvvetini yine O’ndan isteyeceğini bildirmek için de, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ  “Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım dileriz.” der ve mârifet-i ilâhiye adına O’na “Sen” diye hitap edebileceği bir makama yükselir. Çünkü o, kulluk mükellefiyetinin altından ancak böyle bir yardım talebiyle kalkabilir. Ve sanki insan, bu makamda kendisine bir fırsat ve selahiyet verildiğini keşfeder gibi olur ve hiç vakit kaybetmeden gözünü-kulağını, dilini-dudağını, elini-ayağını doğru yola hidayet talebi sadedinde,  اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ ۝ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ  “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanların, yolunu sapıtmış dalâlet vadilerinde dolaşanların yoluna değil!” der. Zira o bilir ki bütün bu azaların her biriyle alâkalı pek çok inhiraf ihtimali söz konusudur.

Ebû Hüreyre (radıyâllahu anh) tarikiyle gelen bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Şüphesiz Allah Teâlâ, âdemoğluna zinadan nasibini yazmıştır.”[4] buyurur. Evet, gözün zinası bakmak, kulağın zinası ahlâksız şeyleri dinlemek, ağzın zinası ahlâksızlığa ait laflar etmek, ayağın zinası ahlâksızlığa doğru gitmektir. Görüldüğü gibi bütün bunlar eğri yollardır. İşte bu noktada rahmet-i ilâhiye, rahmet ve şefkate çok muhtaç olan insanın yüzüne güler; kulun gören gözü, tutan eli, işiten kulağı, konuşan dili olur ve ona yanlış adım attırmaz, yanlış iş yaptırmaz, yanlış yere baktırmaz, yanlış söz söyletmez.

Diğer taraftan kul, okuduğu bu âyetlerle âdeta Allah’la (celle celâluhu) konuşur. Bir kudsî hadiste Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hakikati şu şekilde ifade eder:

“Allah (celle celâluhu) buyurdu ki, “Ben, kıraati, kulumla kendi aramda iki kısma böldüm; yarısı bana diğer yarısı da ona aittir. Kuluma istediği verilmiştir. Kul, الْحَمْدُ لِلهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ  ‘Âlemlerin rabbi Allah’a hamd ü senâlar olsun.’ deyince, Azîz ve Celîl olan Allah, ‘Kulum bana hamdetti.’ der. الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ  ‘O Rahman’dır, Rahîm’dir.’ deyince, Allah, ‘Kulum bana senâda bulundu.’ der. مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ ‘Hesap gününün sahibi.’ deyince, Allah, ‘Kulum beni tebcil ve ta’ziz etti (yüceltti).’ der.إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ  ‘Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden yardım isteriz.’ deyince, Allah, ‘Bu benimle kulum arasında bir (sözleşmedir). Kuluma istediğini verdim.’ der. اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ ۝ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ  ‘Bizi doğru yola sevket, o yol ki kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoludur, gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerin değil.’ dediği zaman, Allah (celle celâluhu), ‘Bu da kulumundur; kuluma istediği verilmiştir.’ buyurur.”[5]

Evet, Fâtiha sûresi, insan vicdanının heyecanlarının ifadesidir. Kul, namazda Fâtiha’yı tilâvet etmekle bir taraftan vicdanlara tercüman olup, istikamet içinde bir cemaatin haritasıyla karşı karşıya kalırken, diğer taraftan da sırtında âdeta Cenâb-ı Hakk’ın kudret elini hisseder hâle gelir. Yine o, Fâtiha dışında tilâvet ettiği âyetlerle çeşitli mahfillerde dolaşır, çeşitli sahnelerle karşı karşıya gelir. Bazen vecd içinde kendinden geçer bazen ağlar-sızlar bazen de içinde burkuntular duyar ve kıraati devam ettirecek gücü kendisinde hissedemez de hemen rukûa gidiverir.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) namaz kılarken çoğu zaman uzun uzun Kur’ân okurdu. İbn Mesud böyle bir anısını şu şekilde anlatır: “Bir gece Resûlullah’la birlikte namaz kıldım. Namazı öylesine uzattı ki içimden kötü bir şey yapmak geçti. ‘Ne yapmak istemiştin?’ diye sorduklarında da, ‘Namazı yarıda kesip oturmayı düşündüm.’ diye cevap verir.”[6]

Müslim’in Hz. Huzeyfe’den rivayet ettiği bir hadis ise şöyledir: “Bir gece Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) birlikte namaz kıldım. Bakara sûresine başladı, ben (içimden), ‘Yüz âyeti tamamlayınca rukûa gider.’ dedim. Yüz âyeti geçince içimden, ‘Herhalde bütün sûreyi bir rekâtta okuyacak.’ dedim. Fakat O yine devam etti. Ben, ‘Bu sûre ile rukûa gider.’ dedim; sonra Nîsâ sûresine başladı. Onu da okudu. Sonra Âl-i İmrân sûresine başladı, onu da okudu. Ağır ağır okuyor, içinde tesbih bulunan bir âyete gelince tesbih ediyor; talep âyetine gelince talepte bulunuyor; Allah’a sığınma ile ilgili bir âyet geldiğinde Allah’a sığınıyordu. Sonra rukûa gitti ve orada, سُبْحَانَ رَبِّيَ الْعَظِيمِ ‘Yüce Rabbimi her türlü noksanlıklardan tenzih ederim.’ demeye başladı. Rukûu da kıyâmı kadar uzundu. Sonra,  سَمِعَ اللهُ لِمَنْ حَمِدَهُ رَبَّنَا لَكَ الْحَمْدُ‘Allah kendisine hamd edenin hamdini işitir. Ey Rabbimiz! Sana hamd ü senâlar olsun.’ deyip rukûdan doğruldu ve rukûuna yakın bir müddet ayakta durdu. Sonra secdeye gitti ve,  سُبْحَانَ رَبِّيَ الْأَعْلَى ‘Ulu Rabbimi tesbih ederim.’ dedi. Secdedeki durması dahi kıyamdaki duruşuna yakındı.”[7]

Evet, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), namazın içinde yakaladığı sahnelerle her fırsatta Allah’a münacat ve duada bulunuyordu. Bizler, cemaatle kıldığımız farz namazlarda belki bunu yapamayız fakat hususi kılacağımız nafile namazlarımızda her türlü menfezi değerlendirmek suretiyle Rabb’in huzuruna çıkıp içimizi şerh edebiliriz. Zannediyorum bu dert dökme ve Rabbimiz’den günahlarımıza ve yaralarımıza derman dilenme, içimize su serpecek, bizde bir inşirah hâsıl edecektir. Haddizatında, her gün namaz kıldığını düşündüğü hâlde bir türlü namaza giremeyen ve sofada dolaşan bahtsızlar, Rabb’in huzurunda kendinden geçip bütün gönlüyle O’na yönelmenin ne demek olduğunu bilemezler. Zira onlar namazı, bir kısım kuru formüllerden ibaret, eda edilmesi gereken bir ağırlık zannederler. Hâlbuki hakiki bir mü’min, namaza giderken yemeğe gider gibi, daha ötesinde Cennet’e gider gibi zevk ve inşirah içinde gider.. gider ve namazda meydana gelecek menfezlerle, bir an evvel Rabbisiyle mülâkat temin etmeye, O’nunla münasebet kurmaya gayret eder. Cenâb-ı Hak bütün bu mânâları bizlere duyursun. Zira O duyurmadığı müddetçe üzerimizdeki gafletten kurtulamayacak, rehavet ve miskinliği kendimizden uzaklaştıramayacağız. Namazda olsak bile kaç rekât kıldığımızı bilemeyecek, ne dediğimizin farkına varamayacağız.

d. Rukû

Sırtında taşıdığı nimetlerin hesabını vermek için huzur-u kibriyaya varan mü’min, أَلَمْ نَجْعَلْ لَهُ عَيْنَيْنِ ۝ وَلِسَانًا وَشَفَتَيْنِ ۝ وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِ ۝ فَلَا اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَ  “Biz insana iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Ona iki yolu (doğru ve eğriyi) göstermedik mi? Fakat o, sarp yokuşu aşamadı.”[8] âyetiyle yani, “Biz sana her türlü nimeti verdiğimiz, nebilerin açtığı büyük ve doğru caddeye hidayet ettiğimiz hâlde sen, gafleti aşamadın, verilmesi gerekeni veremedin, dolayısıyla Rabb’in yoluna giremedin.. bütün bunların hesabını şimdi ver.” mânâlarıyla, âdeta ayaklarının bağı çözülür, ayakta duramayacak hâle gelir ve rukûa eğilir. Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğünü ve O’nun verdiği bütün nimetleri ikrar içinde, “Evet, bana çok şey verdin Rabbim! Zira efendiler, büyükler hep verir; küçükler ve köleler ise suistimal eder. Ben, Senin yüceliğin karşısında kendi küçüklük ve kusurumu itiraf ediyor,  فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظِيمِ  “Yüce Rabb’ini hamd ile tesbih et!”[9] emrine imtisal ediyor ve, سُبْحَانَ رَبِّيَ الْعَظِيمِ “Büyük Rabbim (her çeşit kusurdan) münezzehtir.” diyerek “Meleklerin tesbihatıyla senin kapını çalıyorum.” der ve kendi kusuru karşısında Rabb’in kusursuzluğunu ilan ve itiraf eder.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), rukûa gittiği zaman şöyle dua ederdi:

اللَّهُمَّ لَكَ رَكَعْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَلَكَ أَسْلَمْتُ، أَنْتَ رَبِّي خَشَعَ سَمْعِي وَبَصَرِي وَمُخِّي وَعَظْمِي وَعَصَبِي، وَمَا اسْتَقَلَّتْ بِهِ قَدَمِي، لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

“Allahım, Sana rukû ettim, Sana inandım ve Sana teslim oldum. Sen Benim Rabbimsin. Kulağım, gözüm, beynim, iliklerim, kemiklerim, sinirlerim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir.”[10]

Yine rukûdaki duruş, iki büklüm yürüyen mahlûkatın ibadetidir ki mü’min onu da hatırlar ve orada yaptığı dua ile sanki, “Sana hamdolsun Rabbim! Beni, iki büklüm yürüyen mahlûkatın gibi değil de elif gibi dümdüz yarattın. Her ne kadar şimdi Senin azamet ve ululuğunu ifade ve itiraf için eğildim ise de yine doğrulabileceğim.” demek ister.

e. Secde

Mü’min, bütün bu mânâları rukûda kalbinde duyduktan sonra, Rabb’inden gelen bir recâ (ümit) meltemi ile başını kaldırır ve yeniden O’nun rahmetine doğru nazar eder. Sahih hadis kitaplarında, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle bir hadis rivayet edilir:

“Mahşer meydanında bir kulun hesabı görülmektedir; günahı ağır bastığından dolayı ‘Cehennem’e götürün.’ diye ferman edilir. Melekler, onu derdest eder Cehennem’e doğru götürürler. Kul, bir aralık geriye döner bakar. Zamandan ve mekândan münezzeh olan Rab –kulunun niçin geriye dönüp baktığını bildiği hâlde– meleklere hitaben, ‘Kuluma bir sorun bakalım niçin dönüp bakmış?’ der. Kul şu cevabı verir, ‘Ya Rabbi! Ben Senin hakkında hiç böyle düşünmemiştim. Ben zannetmiştim ki dağlar ağırlığında günahlarla huzuruna gelsem dahi beni mağfiret eder ve Cennet’ine koyarsın. Senin hakkındaki zannım bu istikamette idi. Sen ise beni Cehennem’e gönderiyorsun!..’ Bunun üzerine Allah (celle celâluhu), ‘Kulumun Benim hakkımdaki zannı neyse Ben ona öyle muamelede bulunurum. Kulumu bu ümidinde yalancı çıkarmayacağım. Onu Cennet’e götürün!’ diye ferman eder.”[11]

İşte kul, rukûdan tekrar doğrulurken bir inşirah hisseder gibi,  سَمِعَ اللهُ لِمَنْ حَمِدَهُ “Allah, kendisine hamd edeni işitir.” der. Âdeta bir “elif” gibi dimdik ayağa doğrulduğu zaman da “Rabbim! Hamd sanadır. Beni insan olarak yarattın. Hesabın dehşetinden rahmetinle beni kurtardın ve daha pek çok lütufta bulundun.” mânâsına رَبَّنَا لَكَ الْحَمْدُ der.

Bazen mü’min bunu yeterli bulmaz ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi;

 اللَّهُمَّ إِنِّى أَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ، وَبِمُعَافَاتِكَ مِنْ عُقُوبَتِكَ، وَأَعُوذُ بِكَ مِنْكَ، لاَ أُحْصِى ثَنَاءً عَلَيْكَ أَنْتَ كَمَا أَثْنَيْتَ عَلَى نَفْسِكَ

“Allahım, gazabından rızana, azabından afiyetine, Senden Sana (celâlinden cemaline) sığınırım. Seni senâ etmekten âciz olduğumu itiraf ederim. Seni senâ etmenin hakkını verebilecek olan da yine ancak Sensin.”[12]

Ya da;

 رَبَّنَا لَكَ الْحَمْدُ مِلْءَ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ، وَمِلْءَ مَا بَيْنَهُمَا وَمِلْءَ مَا شِئْتَ مِنْ شَىْءٍ بَعْدُ

“Ey Allahım, ey Rabbimiz, semalar dolusu, arz dolusu, bu ikisi arasında ne varsa onlar vüs’atinde ve bunlardan başka istediğin her şey dolusu hamdler Sanadır.”[13] şeklinde dua eder.

Rabb’in rahmetinin kendisiyle beraber olduğunu düşünerek hesabın ağırlığıyla ilgili endişeleri bir nebze hafifler de ruh dünyasında ümit meltemleri esmeye başlar. Sonra da Cenâb-ı Hakk’a karşı şükranın ifadesi olarak yüzünü yere koyup secdeye kapanır. Orada da üç defa, سُبْحَانَ رَبِّيَ الْأَعْلَى  “Yüce Rabbim (her çeşit kusurdan) münezzehtir.” demek suretiyle Rabbi tazimde bulunur.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur’ân-ı Kerim’in    فَاسْجُدْ لَهُ  “Allah’a secde et…”[14] emrine imtisal edip secde ediyor; bazen اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِي ذَنْبِي كُلَّهُ، دِقَّهُ، وَجِلَّهُ، أوَّلَهُ وَآخِرَهُ، سِرَّهُ وَعَلاَنِيَتَهُ  “Allahım! Büyük-küçük, eski-yeni, gizli-açık bütün günahlarımı mağfiret buyur!”[15] diyerek kendinden geçiyor; bazen de:  اللَّهُمَّ لَكَ سَجَدْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَلَكَ أَسْلَمْتُ، سَجَدَ وَجْهِىَ لِلَّذِى خَلَقَهُ فَصَوَّرَهُ، فَشَقَّ سَمْعَهُ وَبَصَرَهُ، تَبَارَكَ اللهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ  “Allahım! Sana secde ettim, Sana inandım, Sana teslim oldum. Yüzüm de kendisini yaratıp şekillendiren, ona kulak, göz takan Yaratanına secde etmiştir. Yarattığı her şeyi en güzel surette yaratan Allah ne yücedir!”[16] şeklinde dua ederek Rabbisine karşı tazimat ve tekrimatını ifade ediyordu.

Hâsılı mü’min, yaptığı bu secde sayesinde –tıpkı Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kulluğuyla yükselip Miraç’ta Rabbisiyle görüştüğü gibi– bir görüşme ve mülâkat için O’nun arkasında alması gereken yeri alacaktır. O, namazını, bu yüce mevkiye talip olma niyetiyle eda etmelidir. Rabb’inin kendisine yaptığı emir ve teklifi, yine Rabb’inin kendisine vaat ettiği şeyi elde etmek için yapan mü’min, namazın bütün erkânında tatlı bir zevk ve sınırsız bir lezzet duyacaktır. Zira bu vaadin arkasında rıza-i ilâhiyi elde etme ve cemal-i ilâhiyi müşâhede vardır. Ayrıca bu büyük vazifeyi eda ederken rehber olarak önde Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) vardır. Cenâb-ı Hak, namazın neşvesini ruhlarımıza sindirsin ve bizi hep onunla dopdolu kılsın! Yine namaz adı altında eda edeceğimiz miracı hepimize müyesser kılsın!

Muhakkikîn-i ulema, namazın rükünleri arasında yer alan secdeyi, “insanın ulaşabileceği en son zirve” olarak kabul eder ve “Diğer rükünler, secdeye ulaşabilmek için birer basamak hükmündedir.” derler. Evet, insan, abdest ile başlayan huzur-u ilâhiye çıkma ameliyesinde çeşitli safhalardan geçer ve Allah Resûlü’nün ifadesiyle, “Kulun Rabb’ine en yakın olduğu…”[17] mekâna, yani secde hâline ulaşır. Yalnız burada önemli olan, secdedeki insanın, Rabbi ile olan kalbî münasebeti ve duyduğu, hissettiği şeylerdir. Mesela namaz kılan bir mü’min, kıyamda dururken, “Rabbim, şayet Sen teşrî kılmasaydın, Sana karşı nasıl kulluk yapılır ben bilemezdim; Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun!”; rukûda “Bu hâlim benim ubûdiyetimi ifade etmede yeterli mi, değil mi bilemiyorum ama Efendimiz’i örnek alarak yapabildiğim kadar yapmaya çalışıyorum, Sen kabul eyle!” ve secdede; “Eğer muktedir olsaydım Allahım, başımı ayaklarımdan da aşağıya koyardım.” gibi düşüncelerle namazın her bir rüknünü duya duya eda etmelidir.

Evet, namaz, Mirac’ın gölgesinde, öteler ötesine yapılan bir seyahat; secde ise o seyahatin en önemli bir rüknüdür. Dolayısıyla insan, secdede nihaî kurbeti hissetmeye ve kalbinde onu yakalamaya çalışmalıdır.

Secde, –Mevlâna’nın tabiriyle– “şeb-i arûs” misali insana değerlendirmesi için verilmiş bir fırsattır. Herkesin mârifet ufku ve kâmet-i kıymeti ölçüsünde “âsâr-ı feyz”e mazhar olabileceği bir zemindir.

Secde, insanın, Allah’ın haricindeki her şeyi ve herkesi silip “illallah” diyeceği ve Rabb’le kurbet yudumlayacağı yerdir.

Evet, Cenâb-ı Hakk’ın şanına muvafık kemal-i inkiyadın adıdır secde. Öyleyse burada ne, nasıl, ne şekilde ve niçin yapılması gerekiyorsa bunlar nazara alınarak yapılmalıdır.

f. Teşehhüde/Tahiyyata Oturma

Tahiyyata oturma, kulun, namazda terakki için çabalaması ve bütün gayretini sarfedip sonuçta bitip tükenmesinin ifadesidir. Kul, vücudunda ne kadar enerjisi, dimağında ne kadar duyarlılığı, ruhunda ne kadar heyecanı var ve hisleri ne kadar uyanıksa bütününü Rabb’ine terakki için kullanacak, sonra da tahiyyata oturacaktır. Zira tahiyyatta Miraç destanlaştırılmaktadır. Miraç ki, insanların yüz çevirmelerine mukabil Resûl-i Ekrem’e gök kapılarının açılıp, sema ehlinin tebessüm ettiği ve Allah’ın “Buyur, ey kulum!” diye iltifatta bulunduğu kutlu yolculuktur. Her mü’min, kendi çapına ve kalbinin enginliğine göre namazını inişli çıkışlı zikzaklarıyla eda ettikten sonra, ister kendisini hesabın ağırlığı altında ayağa kalkamayacak şekilde tasavvur etsin ve otursun, ister her şeyden âzâde, nimetleri elde etmenin havası içinde ferih ve fahur olarak âdeta Cennet’in koltukları üzerine kuruluyor gibi otursun, isterse de –Necm sûre-i celilesinde anlatıldığı üzere– Rabb’in huzuruna çıkma, vücûb ve imkân arası bir yeri ihraz etme, karşılıklı olarak Rabbiyle konuşma mualla makamında otursun. Burada, bütün maddî ağırlık ve külfetiyle namazı eda ettikten sonra kalbinin enginliğine ve duygularının hüşyarlığına göre miracın destanını okuyacaktır.

Evet, tahiyyat, miracı anlatmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki kendi kendimize huzur-u ilâhiye çıkmamız çok zor; ne kadar kulluk yapsak da bizden evvel gelip geçen, iz bırakan ve bir şehrah açan Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) uğramadan, O’na selam çakıp O’nun aracılığını temin etmeden Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkmak imkânsızdır. Onun içindir ki Rabbimize karşı tahiyyatımızı, yani yaptığımız bedenî ve malî bütün ibadetlerimizi O’nun için yaptığımızı ifadeden hemen sonra, Resûl-i Ekrem’e selam veriyor, “es-selâmu aleyke eyyühe’n-nebiyyü” diyoruz. Bunun tasavvurda mânâsı; günah ve seyyiatımızla Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna giderken Hz. Muhammed’in arkasında saf bağlama ve bu tatlı mülâkatta konuşulan şeylere kulak kesilme, ne dendiğini anlamaya çalışmadır.

Orada önce Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Tahiyyat, tayyibat ve salavat Allah içindir.” yani, “Zerrat-ı vücudumuzla yaptığımız bütün ibadetler, kazanıp topladığımız maldan sarf ettiğimiz şeyler sanadır ve senin rızan içindir Allahım! Ben, böylesine ahd ü peymanımı ve sadakatimi dile getirmek için huzuruna geliyor, bu sözlerle seni selamlıyorum.” der ve Allah’a (celle celâluhu) selam verir. Cenâb-ı Hak da kendisine bu şekilde selam sunan Habib’ine, “Ey Nebi! Selam, Allah’ın rahmet ve bereketi senin üzerine olsun!” sözleriyle mukâbelede bulunur ve âdeta, “Ey şanı yüce Nebi! Selamına mukabil sana da selam olsun.” der.

Bütün bu konuşmalar, aklın almayacağı, mekânın var mı, yok mu idrak edilemeyeceği bir makamda cereyan ederken melekler, “Selam, bizim üzerimize ve Allah’ın salih kulları üzerine de olsun!” der ve bu sözlere kulak kesilirler. En sonunda Cebrail (aleyhisselâm), bu senfonizmaya tatlı bir hava ve bir âhenk katar, arşı-ferşi çınlatacak şekilde, “Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur, yine şehadet ederim ki Muhammed, Allah’ın kulu ve resûlüdür.” der; Allah’ın, Mâbud-u Mutlak ve Maksud-u bi’l-İstihkak olduğunu; Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise şanı yüce bir nebi olduğunu bütün yer ve gök ehline haykırır.

Demek tahiyyat, Miraç’ta bu serencamenin tasavvur ve tahayyülünden, kulun kulluğu sayesinde Allah’a doğru yükselişinin destanlaştırılmasından ibarettir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu destanı yaşadıktan sonra,  اَللَّهُمَّ اغْفِرْ لِي مَا قَدَّمْتُ وَمَا أَخَّرْتُ، وَمَا أَسْرَرْتُ وَمَا أَعْلَنْتُ، وَمَا اَسْرَفْتُ وَمَا أَنْتَ أَعْلَمُ بِهِ مِنِّي، أَنْتَ الْمُقَدِّمُ وَأَنْتَ الْمُؤَخِّرُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ  “Allahım, geçmiş-gelecek, gizli-açık ve haddi aşarak işlediğim bütün günahlarımı mağfiret buyur ve bunlardan da öte Senin benden çok daha iyi bildiğin günahlarımı da bağışla. Öne geçiren de geri bırakan da Sensin. Senden başka ilâh yoktur.”[18] duasını okur ve namazından ayrılırdı. Allah (celle celâluhu), namazımızı eda ederken, tahiyyatta bu serencameyi tasavvur etmeye bizleri muvaffak kılsın.


[1]  Tirmizî, tahâret 3, salât 176; Ebû Dâvûd, tahâret 30, salât 74; İbn Mâce, tahâret 3, 30, salât 75.

[2]  İbn Mâce, tahâret 57; Dârimî, salât 78.

[3]  Bkz.: İbrahim sûresi, 14/34; Nahl sûresi, 16/18.

[4]  Buhârî, isti’zân 12, kader 9; Müslim, kader 20-21.

[5]  Müslim, salât 38; Tirmizî, tefsir 2; Nesâî, iftitah 23.

[6]  Buhârî, teheccüd 9; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 204.

[7]  Müslim, salâtü’l-müsâfirin 203; Nesâî, tatbîk 74; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/384.

[8]  Beled sûresi, 90/8-11.

[9]  Vâkıa sûresi, 56/74, 96; Hâkka sûresi, 69/52.

[10]  Nesâî, iftitah 104; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/268.

[11]  el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 2/9.

[12]  Müslim, salât 222; Tirmizî, daavât 76, 113; Ebû Dâvûd, salât 152, 338.

[13]  Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 201; Tirmizî, daavât 32; Ebû Dâvûd, salât 118.

[14]  İnsân sûresi, 76/26.

[15]  Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 201; Ebû Dâvûd, salât 118; Tirmizî, daavât 32.

[16]  Müslim, salât 216; Ebû Davud, salât 147.

[17]  Müslim, salât 215; Ebû Dâvûd, salât 148; Nesâî, mevâkît 35, tatbîk 78.

[18]   Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 201, zikr 70; Tirmizî, daavât 32; Ebû Dâvûd, salât 121, fezâil 358.

 

Kaynak: Miraç Enginlikli İbadet: Namaz / M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy