Müslüman Ufkundan Dünya ve İçindekiler

Yazar Egeli

Dünya, insanoğlu için şu sonsuz fezâda ahenkle yüzüp giden mükemmel bir seyahat gemisi; içinde varolduğumuz, varlığımızı duyduğumuz, Vareden’i bildiğimiz sımsıcak bir yuva; canlı-cansız aksesuarıyla cıvıl cıvıl ve rengârenk bir meşher; ayrı ayrı dillerle yazılmış milyonlarca, milyarlarca kitaptan oluşan muazzamlardan muazzam bir kütüphane; analarımızın her zaman şefkatle tüllenen odalarından daha sıcak, onların ninniler söyleyip salladıkları beşiklerden daha güvenli, daha yumuşak; her yanıyla Cennet bahçelerinin pırıl pırıl bir izdüşümü ve ufku itibarıyla da görebilenler için ötelere açık donanımlı, seyyar bir rasathanedir.

Ayrıca dünya, bütün kâinatların özünü-usâresini, mânâ ve maddesini mahiyetinde cem etmiş bir numune âlem; topyekün varlık ve hâdiselerin zenginlerden zengin en muhtevalı bir sayfası; cin ve insin tenezzühü için ihtimamla hazırlanmış ferah-fezâ bir mesire yeri ve öteler adına da âdeta bir prova salonu gibidir; iyilik de kötülük de onun bağrında boy atar gelişir, günah da sevap da onun dağında-bağında yetişir; sonra da bütün bunların ürünleri öteki âlemin pazarlarına gönderilir.

Bu açıdan da o, hem bir mezraa, hem bir fabrika, hem de ahiret pazarlarına açık tam bir ticarethanedir. Ekilecek şeyler burada ekilir ve burada biçilir. Ötelerin yol azığı burada tedarik edilir, Cennetlerin o nûrânî aksesuarları burada hazırlanır, ukbâ panayırlarında teşhir edilecek ürünler buranın tezgahlarında üretilir, -öyle yapıp ötelere ulaştırana canlarımız feda olsun- orada enzâr-ı âleme arz edilir; sonra da ebedî saadet saraylarında bâkî bir surette mü’minlere sunulur.

Dünya, ılgıt ılgıt şefkat tecellilerinin kesintisiz esip durduğu, rahmet sağanaklarının gelip gelip üzerimize boşaldığı âdeta bir yağmur ormanı, ışık ve güzellik dalgalarının ufkumuzda sürekli tüllendiği ve belli bir çerçevede ötelerin bütün debdebesini, ihtişamını aksettiren bir sinema perdesi gibidir. Görürüz olduğumuz yerden ötelerin hüzme hüzme ziyasını; kışlarla-baharlarla müşâhede ederiz ölümü, “ba’sü ba’del-mevt”i ve verâsını: Her gece fert planında, her kış toplumca ölüme yürür, her gündüz ve her baharda da yeniden bir kere daha diriliriz. Teksirler devam eder durur ve bize mütemâdiyen öbür âlem hatırlatılır.

Dünyada bazen güzelliklerin yanında çirkinlikler, iyilikler arasında kötülükler, ışığın arkasında karanlıklar ve yararlılarla beraber zararlılar da bulunabilir; ama güzel görüp güzel düşünenler için bunların içlere inşirah veren ve göz kamaştıran kısmı her zaman daha güçlü ve kalıcı, daha cazip ve imrendiricidir. Buna mukabil, sevimsiz görünen ve içimizi bulandıran şeyler ise, hem sonuçları hem de daha başka yanları itibarıyla güzel ve hayır edalıdırlar. Aslında bu tür eşyâ, insanî hislerimize değişik nağmelerle bir şeyler fısıldayan, azimlerimizi bileyen ve iradelerimize farklı sürprizler vâdeden, her zaman mânâlı fakat muvakkat, olabildiğine bereketli ama vâridâtı ötelere akan, yumuşak, ılık birer hayır kaynağıdır. Bunlar tıpkı suyun atomları gibi kendi kendilerine kalınca yakıcı olmalarına karşılık sabır, teslimiyet ve rıza ile farklı terkiplere ulaşınca can-fezâ birer iksire dönüşürler.

Üzerinde varlığımızı duyup yaşadığımız bu dünya, hem kâinatlara nisbeten hem de emellerimiz açısından gayet küçük, fakat her şeyin kalbi mahiyetinde; fezâdaki kehkeşanlara göre bir zerre, ama cihanlar kıymetinde; esir deryası içinde yüzüp duran varlık heyet-i umumiyesi karşısında bir damla, fakat bütün semâvât ağırlığında muhtevalı bir cirimdir. Bütün esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhâniyenin câmi’ ve şeffaf bir aynası sayılan insanoğlunu o misafir etmiş, o ağırlamış ve onun ötelere sıçrayabilmesi için de âdeta bir rampa vazifesi görmüştür/görmektedir.

Onun yer ve konumunu, Hak nezdindeki kendi mevki ve duruşuyla müşterek mütalâa edip değerlendirebilen inanmış gönüller, bu küçük damlacıkla kâinat çapındaki nâmütenâhî deryaları peyleyebilir; semâvâta nisbeten bir zerrecik görünümündeki bu mini âlemle güneşlere sahip olabilir ve onun üzerinde geçirdikleri o dar zaman dilimine sıkıştırılmış kısacık ömürlerini ebediyet âlemlerinin bir nüvesi hâline getirebilirler. Elverir ki, kendilerine emanet olarak verilen mâhiyet-i insaniyedeki cevherleri hem de tek zerresini dahi zayi etmeden yerinde değerlendirebilsinler.

Evet, bu dünya fânîdir; misafir olarak bir bir gelenler, mîadları dolunca arkalarına bakmadan bir bir giderler. Gidenleri yeni gelenler takip eder ve o tıpkı bir han gibi dolduğu aynı anda boşalır, boşalırken de daha başka konuklarla dolar-taşar. Gelenler, askere duhul ediyor gibi gelir; gidenler de, ölüm tezkeresiyle asıl vatanlarına avdet ederler. İnsanlık varolduğu günden beri ne gelmelerin ardı arkası kesildi, ne de gitmeler durdurulabildi; bu itibarla da, buraya niye geldiğini ve nereye namzet olduğunu bilmeyen bir kısım bahtsızlar hemen her zaman vilâdet neşideleriyle coştukları aynı anda ölüm ağıtlarıyla irkildiler; bir an sevinçle soluklansalar da sürekli kederlerle yutkundular ve bir gün ümitle şahlanmaya mukabil, günlerce yeisle kıvranıp durdular; ne ağlamaları dindi ne de gülmeleri; bir kere “oh” dedilerse, birkaç kez “ah” edip inlediler…

Eşyâ ve hâdiselere iman gözüyle bakanlar için ise durum çok başkadır: Onlar, kendilerini buraya göndereni bilir, O’na yakın durmaya çalışır; gidecekleri yeri mâmur kılma mülâhazasıyla oturur-kalkar ve yol boyu hep huzur soluklanırlar. Bu ölçüde her şeyi O’na bağlayınca, kâinat da, içindekiler de birdenbire renk, şekil, mâhiyet, şîve değiştirir; tat olur, lezzet olur ve ışık olur gönüllere akarlar. İşte bu zaviyeden dünya, hedefinde ebediyet, insanları sonsuz mutluluğa götüren bir gemiye, bir tayyareye; içinde milyonlarca, milyarlarca kitap bulunan zengin bir kütüphaneye; başları döndüren, temâşâsına doyamayacağımız bir meşhere dönüşür ve büyüler herkesi.. talâkatli bir lisan kesilir, çağırır O’na hepimizi.. renkten, ışıktan oyunlarla duyurur gönüllerimize O’nun nurunu, ziyasını.

Aslında, iman nuruyla bakabilenler için, şu iç içe güzellikler Hakk’ın zâtına birer burhan; insan ise, o burhanları gören, duyan, okuyan, seslendiren bir tercümandır. Bütün eşyâ, onu akıl, şuur, his ve gönlüyle yerli yerinde değerlendiren talihlileri fizik ötesi âlemlerin derinliklerine uyarır; zamanla onların ruhlarına melekûtî sırlar akmaya başlar, zihinleri âdeta bu sırların havzı hâline gelir, kalbleri de tecelli avlama rasathanelerine dönüşür. Böylece Yaratan’ı bilmezlikten kaynaklanan zulmetler bir bir yırtılır veya büzüşür; nurlar gelir her yana otağlar kurar.. geniş bir “halka-i zikir” hâlini alır kâinat ve bütün eşyâ.. şiirler, mûsıkîler dinleriz harfsiz, kelimesiz canlı-cansız her nesnenin dilinden ve Yaratan’a îmâlar alırız her şeyin tavrından, duruşundan.

Öyle ki, ne zaman varlığı, kapsayan bir nazarla temâşâya alsak fizikî âlemler delinip de içinden ruhumuza eşyânın perde arkası sırları akıyor gibi olur ve dikkatlerimizi hep ötelere, ötelerin de ötesine çeker; gönüllerimize murâkabe hissi aşılar; aşılar da, bulunduğumuz yerde hayret ve hayranlık yaşayan bir dervişe dönüveririz. Biraz dünya, biraz ukbâ; biraz madde, biraz mânâ; biraz hakikat, biraz hayâl görüp hissettiğimiz ve temâşâsına dalıp tetkikine koyulduğumuz her şeyle o kadar mükemmel uyuşuruz ki, onlarda, bütün bir tabiat kitabı ve içindekilerin, bütün insanlık ve onun maceralarının şiirini dinler gibi olur ve büyüleniriz.

Evet, canlı-cansız bütün eşyâ birbiriyle o denli uyum içinde ve öylesine bir intizam ve ahenk göstermektedir ki, çok defa onu temâşâ ettiğimizde, kendi kendimize: “Acaba bizim gibi bunların da türlerine göre birer ruhları var da bu münasebet ve bu nizam onlardan mı kaynaklanıyor?” diye düşünürüz. İster nezaretçi melekler gibi birer ruhları olsun ister olmasın, biz onlara ne zaman dikkatlice baksak, hemen, hem birbirleriyle hem de bizimle olan o sıkı münasebetlerini anlar, bir şeyler söylemek istediklerini duyar gibi olur; onların en tatlı mûsıkîlerden daha büyülü sükûtî nağmelerini dinlemeye koyulur, en derin söyleyişlerden daha derin îmâlı suskunlukları karşısında soluklarımızı tutar; uyuyan bir çocuğu uyarma endişesiyle sessizleştiğimiz gibi sesimizi keser, duyup hissettiklerimizi, akıl, mantık ve muhakeme filtresi görmemiş saf mülâhazaların enginlerden engin o geniş alanına salıveririz; salıveririz de artık hayâl hanemizde her nesne âdeta bir kari, bir mugannî, bir kasidehâna dönüşür ve bize ne füsunlu şeyler ne füsunlu şeyler anlatırlar: Kimi eşyâ, hayâllerimizde birer Mevlevî semâzeni gibi canlanır; kimisi bir fasıldan başka bir fasıla geçiş peşrevi yapıyormuşçasına bize ahenk meşk eder; kimisi dudaklarında ney, ruhlarımıza hasret ve hicran günlerimizden derlenmiş yanık besteler sunar; kimisi de bize, gümbür gümbür mehter edasıyla dünyaya kendimizi ifade ettiğimiz îtilâ döneminden güftesiz, bestesiz marşlar dinletir.! Evet hemen her nesne, yeri, konumu, duruşu ve türü adına, farklı îmâ ve işaretlerle mutlaka bize bir şeyler anlatır; biz de, onları dinleyip çözmeye, anlayıp yorumlamaya ve sırlarını sırlarımız gibi duymaya çalışır; hepsiyle hasbıhal eder, hepsini sever, okşar; onları, sevdiklerimizi kucakladığımız gibi kucaklar ya da gider kendimizi onların o sımsıcak iklimlerine salıveririz.

Aslında, iman gözüyle bakınca, bütün varlık ve hâdiseler bize o kadar tanıdık, o kadar yakın görünürler ki, onları âdeta birer dost, birer arkadaş sanır, yüzlerine şefkatle bakar; onların çehrelerinde her şeye ve herkese şefkatle bakıldığını okur ve Yaradan’a dolu dolu hamd ü senâlarda bulunuruz.

Bazıları ilk nazarda biraz ekşi suratlı, biraz kaba, biraz da bize kapalı görünse de, biz, bakışımızı imana bağlayıp düzeltince, onlar da birdenbire değişiverir, yumuşar, mûnisleşir ve candan birer ahbap oluverir.

Bazıları, hemen her zaman, bir kısım insanlar gibi hep mütebessim, gökçek yüzlü, sıcak tavırlıdırlar ve bağırları da herkese açıktır; sizinle diyaloğa geçmeleri için bir kere yüzlerine bakmanız yeter; siz bakıverince onlar da hemen açılır ve size içlerini dökerler.

Kimileri, gülüp oynayan çocuklar gibi neş’eyle oturur kalkar; etraflarına gülücükler yağdırır ve sürekli çevrelerinde bir lunapark havası estirirler.

Kimileri, tepeden tırnağa baş döndüren süsleri ve zinetleriyle size unutamayacağınız dakikalar yaşatır ve âdeta “yine gel” derler.

Kimileri, beklentilerimizin çok çok üstünde önümüze serdikleri ziyafet sofralarıyla olabildiğine cömert davranır ve atmosferlerinden ayrılmamızı asla istemezler.

Kimileri, her zaman tatlı ve sıcak olmayabilirler; ama, şayet bir dikenle elinizi kanatmışsalar, ne yapıp yapıp bir gül vermeyi de ihmal etmezler.

Evet, görüp tanıyabildiğimiz canlı-cansız her varlık, meleklerin Adem Nebi’ye (as) saygı inhinâsı nev’inden bize karşı bir çeşit tâzimle doğrulur; ihtiva ettiği fayda ve maslahatlarla âdeta emrimize âmâde olduklarını ifade eder ve olanca sırlarını aklımızın önüne seriverirler. Bunların, idrak ufkumuzu çok çok aşkın madde-mânâ halitası, örgü ve deseni iman ve iz’anlarımıza emanet, her biri Yaratan’a birer emare ve işaret, O’nu gösteren, O’na göndermelerde bulunan, durmadan O’nu söyleyen öyle bir hâlleri vardır ki, insan onların arasında kendini Cennet’in koridorlarında sanır. Öyle ki, biz onları, -biraz da hususiyetlerini bilerek- ne zaman temâşâya koyulsak, duygularımızın âdeta tabiata karıştığını, her şeyin esmâ ve sıfât rengine büründüğünü, bütün varlığın manevîleştiğini, şiirleştiğini duyar gibi olur ve kendimizden geçeriz. Görüp müşâhede ettiğimiz her şey daha bir derinleşir, daha bir nûrânîleşir ve daha bir büyülü hâl alır. Hatta; gördüğümüz objeler âdeta bir büyü ile birdenbire uhrevîleşir; arz Cennet’in izdüşümü gibi tüllenir ve o baş döndüren ihtişamıyla bütün gökler yere inmiş gibi olur.

Böyle bir büyü ile topyekün varlığı hisli, derin bir kalb gibi duyar ve yürüdüğümüz bu hayat yolunda, sanki maddî ve dünyevî bir yere değil de, gönülden inandığımız ve her zaman içimizde tesirini hissettiğimiz, bütün dünya saadetleri onun mutluluk deryasının tek bir damlasına denk olmayan/olamayan farklı bir âleme yürüyormuşçasına yürürüz sonsuza ve ebedî mutluluğa. Duyarız ermişlerin erdikleri şeyleri ruhumuzda ve tıpkı Cennet’tekiler gibi: “Hamd ederiz bizden her türlü tasayı, endişeyi gideren Allah’a.. o Allah ki, bizi en güzel bir yerde iskân etti. Artık bizim için ne bir usanç, ne de yorgunluk söz konusu…” diye mırıldanırız.

Bu kadar güzellik, nefâset ve cennet-âsâ keyfiyetin yanında, dünyanın bir de nefsimize, hevâ ve heveslerimize bakan yanı vardır ki, o yönü itibarıyla bir hayli kirli, çirkin ve sevimsizdir; bundan dolayı da o lanetlenmiştir. Biz burada dünyanın o yüzünden hiç söz etmedik, etmek de istemedik; zira daha başta size, mülâhazalarımızı mü’min ufkuna bağlı götürmeye söz vermiştik. Şayet o ufuktan bakacak olursak, dünyanın, yazıda belirtilen çerçeveye tam oturduğu görülecektir.

Sızıntı, Aralık 2003, Cilt 25, Sayı 299

Kaynak: Sükûtun Çığlıkları / M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy