Bir kısım zararlı inatlarımızı müşâhede ettikçe, târihî tekerrürlerden hiçbir şey anlamadığımızı görüyor, üzülüyor, utanıyor ve zaman zaman da sarsılıyoruz… Birkaç asır var ki batı hayranlığı bizde böyle bir inat ve inattan da öte bir hastalık halini aldı.
Bizde şiddetli bir vuslat arzusu, onlarda nazlı bir kaçış; bizde, binbir kanalın içine akıp durduğu o erâcif gölüne karışıp bütünleşme isteği, onlarda inatlı bir engelleme.. asırlar var, biz bu muhâtaralı sevdâdan vazgeçemedik, onlarda hiç mi hiç yumuşamadı. Evet, biz ‘Şeb-i arûs’ deyip inledik onlar ise, ‘Beyhude yorulmayın, kapılar sürmelidir’ deyip aralanmış veya aralanmış gibi görünen kapıları yüzümüze kapadılar. Biz milletçe varlık ve bekâmızı onlara bağlı görüp, onlardan koptuğumuz takdirde mahvolup gideceğimiz vehmine kapıldık, onlarsa her fırsatta bizi yere serip üzerimizde hora tepti ve haklarındaki iyilik vehmimizi suratlarımıza çarptılar…
Milletçe varolmamızın yolunu, kendi azmimizde, kendi manâ kökümüzde ve kendi târihî dinamiklerimizde aramamız lâzım gelirken, biz tâlihimizin tepe taklak olduğu günden bu yana hiçbir zaman böyle bir yolu denemeyi düşünmedik.. aksine düşmanlarımızdan gördüğümüz en kahredici felâketleri, en utandırıcı muâmeleleri görmemezlikten gelerek, kanımızı emen, ruhumuzu dinamitleyen hasımlarımızın kapısında iki büklüm olup onlara dilencilik ettik ve kendimize rağmen hep onların yanında olduk. Bunca felaket ve bunca kötülükten sonra olsun, yine de onların yaldızlı laflarına bakıp aldanacak ve ettiklerini görmemezlikten gelerek arkalarından gideceksek, târih bizi affetmeyecektir.
Ne gariptir ki, onlar, dünden bugüne hep kendilerini insaniyetin hamisi, zulmün düşmanı, ilim ve sanatın mümessili, bizi de cehalet ve barbarlığın temsilcisi gibi gösterip, sürekli sefaletimizden ve onlara ihtiyacımızdan dem vurup durmalarına karşılık, bizdeki bir kısım safderûn kimseler veya kültür sarhoşları, bu zalim dünyâyı kendi nesillerine Hızır gibi gösterip, devamlı alkışlatmışlardır. Onların gazete, mecmua, radyo ve televizyonlarında görüp duydukları hemen her şeyi, fevkalâde bir lâubâlilikle kendi nesillerine anlatmış ve hatta bu ülkede onların düşüncelerinin kavgasını vermişlerdir.
Oysa ki, batı bizi hiçbir zaman sevip-kabullenmedi… O, güçlü olduğumuz zaman, tabasbus, riyâ ve entrikalarla, güçlendiği dönemlerde de bizi ezerek ve inleterek hep kendi hedeflerini takip etti. Tabiî bu hedeflerin başında da İslâm’ın sesini kesmek geliyordu.. evet, Osmanlı Devleti’nin başına açılan gâileler bunun için, çevremizde koparılmak istenen kızıl kıyâmetler de bunun içindi. Mezhep mülâhazasıyla kıyâm edenler onun tahrîkiyle kıyâm ediyordu.. ırkçılık düşüncesiyle başkaldıranların arkasında o vardı. Defaatla ülkemizi dörtbir yandan sarıp tehdit eden aynı dünyâ, binlerce masum çocuğu, tâli’siz genci, bedbaht ihtiyarı kendi topraklarında cellatlar gibi boğazlayan da aynı kanlı ellerdi. Evet, o elleri şeytanları bile ürkütecek cinayetleri alkışlayanlar. Onlardı Ermeniye çanak tutup, güneydoğudaki eşkiyâya yeşil ışık yakanlar!
Medeniyetin öncüsü olduğu iddiasını kimseye bırakmayan bu dost(!) dünyâ değil miydi ki, hemen her zaman bir kanlı kâbus gibi başımıza dikildi ve bizi ezdi, ezdirdi..! Bu dünyâ değil miydi ki, mazlumları binbir tahkirle yerin dibine batırırken, zâlimleri tebcîllerle göklere çıkardı! Ve milletimizin aleyhinde değerlendirilebilecek sinek vızıltılarını top sesi gibi gösterip cihanı velveleye verdi; bizim, yeri-göğü inletecek canhırâş feryatlarımızı duymadı veya duymak istemedi. Evet, bir-iki asır var ki, biz, en hâince plânlar, en zâlimce tecâvüzlerle kahrolup giderken, yıkılan yuvalarımızdan, sönen ocaklarımızdan yükselen çığlıkları yine sadece biz duyduk, biz inledik ve biz dindirmeye çalıştık. Şu anda da fazla bir değişiklik olmadığı kanaatindeyiz.
Oysa ki, kendini alâkadar eden en küçük meseleler karşısında sağa-sola ültimatomlar çeken, donanmalar gönderen ve ambargolarla tehdit eden bu kendini beğenmiş kızıl ruhlu dünyâ, dün Osmanlı teb’asına yapılan zulüm ve haksızlıkları nasıl bir umursamazlık ve gönül rahatlığı içinde seyretmiş ise, bugün de Balkanlardan Ortaasya içlerine kadar olup-biten binlerce fâciayı aynı umursamazlık içinde görmezlikten gelmekte, hatta yer yer bu fâcia ve fazîalara sebebiyet verenleri alkışlamakta ve desteklemektedir.
Batı, Müslüman-Türk dünyâsında bir kısım canavarların kanlı pençeleri ve onların amansız-îmansız elleri altında parçalanan, didiklenen binlerce mâsumun hak, hürriyet ve emniyetleri için bugüne kadar müspet manâda hiçbir şey yapmadığı gibi, bir kerecik olsun, erkekçe haykırma mertliğini dahi göstermemiştir. Şu günlerde olsun, etrafımızda binbir hiyanetle dolaşıp duranlara ‘yeter ettikleriniz elverir artık!’ diyemez miydi? Demedi.. demeyi düşünmedi.. aksine, Bulgaristan’da, Batı Trakya’da, Orta Asya’da irtikâb edilen zulümleri, dökülen kanları, yıkılan hânümânları ve boğazlanan insanları âdeta, medeniyetin vahşete muzafferiyeti şeklinde görüp alkışladı ve hiçbirzaman bizim hissiyatımıza saygılı olmadı ve olamadı.
Şimdi, bütün bunlardan sonra onun, Ermeni meselesinde insânî davranacağını, Türk-Yunan münasebetlerinde Türkiye’ye destek vereceğini, şayet bir yararı varsa AT’a girmemizi kolaylaştıracağını bugüne kadar yüz kere allayıp-pullayıp gündeme getirdiği azınlıklar meselesinden vazgeçeceğini ve artık ne olursa olsun bizi sıkıştırmayacağını, aksine esîr Türklerin problemleriyle meşgul olacağını, İslâm ve Türk dünyâsını istismar etmeyeceğini, ülkemize misyonerler gön-dererek Müslümanları hıristiyanlaştırmaya çalışmayacağını, içimizden satın aldığı insanları başımıza musallat etmeyeceğini, hâsılı, bu kin ve nefret dünyâsı, bütün o eski huylarından vazgeçip, Hazreti Mesîh’in yumuşaklık, müsâmaha ve şefkat tavsiyelerine uyacağını beklemek apaçık bir gaflet ve aldanmışlıktır.
Biz nasıl düşünürsek düşünelim, o, bir zaman haçlı orduları ve işgalci güçleriyle dilediğini yapıp yaptırdığı gibi, şimdi de, içimizden kiraladığı bir kısım yabancılaşmış kimselerle kendi hedefini ta’kib etmektedir.
Denebilir ki o, bizim için şu anda eskisinden daha tehlikeli sayılabilir. Zirâ artık, ‘kurt gövdenin içine girdi ve millî ruh delik-deşik edildi.’ Bu arada bizler de, geçmişimizi onlara borçlu bulunduğumuz bütün târihî dinamikleri bir kenara atarak gidip onların erâcif dünyâlarına aborde olduk. Duygu ve düşünce dünyâmız en korkunç erozyonlarla yokolup gitti.. genç dimağlar batı kültürü ve batı değerleriyle yoğruldu.. toplum hemen her kesimiyle batıya göre yeniden inşâ edildi -tabiî eğer buna inşâ denecekse,- ırz çiğnendi, nâmus pâyimâl oldu; ama, batı kapıları bize hiç mi hiç aralanmadı. Demek ki, onun beklediği bedelleri henüz ödeyemedik…
Bundan sonra da ne onların umduklarını ödeyebilmemiz ne de doyma bilmeyen bu insanları tatmin etmemiz mümkün değildir. Biz yakın tarihimiz itibariyle, toy Mehlikâ Sultan hayranları gibi, tehlikeli bir meçhule yelken açtık ve daha sonra da kenara çıkmaya fırsat bulamadık. Ne yediğimiz tokatlar bizi uyarabildi ne de gördüğümüz kötülüklerden aklımız başımıza geldi, gayrı bunca şeyden sonra, hâlâ bir kısım kimseler batıyla zifâfa koşacak ve zirveleri tutanlar da bu sevimsiz maceraya ‘dur!’ demeyeceklerse, bize daha bir süre ‘Yâ Sabûr!’ deyip beklemek düşecektir.
Sızıntı, Eylül 1990, Cilt 12, Sayı 140 M.Fethullah Gülen