1,6K
Soru: Bediüzzaman Hazretleri, “Mesleğimiz ‘Haliliye’ olduğu için meşrebimiz ‘hıllet’tir.” buyuruyor. (Lemalar, s. 162) Mesleğimizin, Halilullah (Allah’ın Dostu) ünvanına sahip Hz. İbrahim’le (aleyhisselam) irtibatı hangi yönlerden değerlendirilebilir?
Cevap: Allah Teâlâ, Nahl sûresinde şöyle buyuruyor: “Sonra Sana şöyle vahyettik: İbrahim’in hanif yoluna uy. O hiç Allah’a şirk koşmadı.” (Nahl sûresi, 16/120) Bu âyet-i kerime, Hz. İbrahim’e ittibaın çok önemli olduğunu gösteriyor. Nitekim bir seferinde İnsanlığın İftihar Tablosu’na “Ey Allah’ın halîli (dostu).” denildiğinde, “Hayır, o İbrahim’dir.” buyurmuştu. (Buhârî, enbiyâ 19) Başka bir gün “Efendimiz” manasına “Seyyidünâ” ile kendisine hitap edilince O yine, “Seyyidimiz İbrahim’dir.” diyerek bu pâyeyi ona vermiştir. (Buhârî, fezâilü’s-sahabe 5)
Hanif Olma
Burada Hz. İbrahim veya onun yolu “hanif” olarak isimlendirilmiştir. Hanif ise şirkin en küçüğünden bile fersah fersah uzak durma demektir. Hiç şüphesiz şirkten uzaklığın da dereceleri vardır. Haniflikten anlaşılan ilk mana, insanın Allah’ın dışında hiçbir ilaha tapmaması, hiçbir varlığı Allah yerine koymaması ve bütün putlardan uzak durması demektir. Bir ileri derecesi, insanın duygu ve düşüncelerini şirk işmam eden her şeyden uzak tutması ve bütünüyle tevhide yönelmesidir.
Bu işin daha ileri bir derecesi ise insanın, hanif olma duygusunu bütün tabiatına mâl etmesi, onu tabiatının sesi soluğu hâline getirmesidir. Buna muvaffak olan, şirk sayılabilecek en küçük şeyler karşısında bile fıtrî olarak tepki vermeye başlar. Mesela birisi onun yanında, yapılan güzel amelleri sahiplenmeye kalkacak olsa o, bunu, Cenâb-ı Hakk’ın icraatına ortak çıkma olarak görür. Aynı şekilde, yapılan hayırlı işleri başkalarına duyurmaya ve göstermeye çalışma da onun nazarında şirktir; alkış ve takdir peşinde koşmak şirktir; salih amel adına yapılan güzel işlerin karşılığını dünyada beklemek şirktir. Hakikî bir mü’mine düşen, bütün bu şirklerden uzak durmaya çalışmaktır.
Kunut
Soruda bahsedilen diğer âyet-i kerime ise şu şekildedir: “Gerçekten İbrahim, hak dine yönelen, Allah’a itaat üzere bulunan tek başına bir ümmet idi. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı.” (Nahl sûresi, 16/120) Kunut, Cenâb-ı Hak karşısında el pençe divan durup uzun boylu kıyamda bulunma, kemerbeste-i ubudiyet içinde O’na ibadet etme ve O’na boyun eğme demektir. Bu yönüyle Hz. İbrahim, tam bir (kunut insanı manasına) kânitti. Fakat Hz. İbrahim’de çekirdek hâlinde bulunan bu haslet, Efendimiz’le birlikte bir ağaca dönüşmüştü. Zira Hz. Aişe’nin naklettiğine göre O (sallallâhu aleyhi ve sellem) namazda ayakları şişinceye kadar kıyamda duruyordu.
O Tek Başına Bir Ümmetti
Öte yandan Hz. İbrahim’in tek başına bir ümmet olduğu ifade ediliyor. Demek ki onun himmeti herkesi kucaklamaya yetecek kadar âli idi. Himmeti böyle yüksek olan bir insanı tek bir fert olarak görmek doğru değildir. Hz. İbrahim, bir insan olsa bile o, bütün insanlığı kucaklama azmi, cehdi ve gayreti içindeydi. Onun öyle engin bir sinesi vardı ki, oraya giren hiç kimse ayakta kalma endişesine kapılmazdı.
Hz. Pir de, “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir.” sözüyle bu hakikate işaret eder. Zira himmeti milleti olan bir insan, kendi için yaşamıyor demektir. O, dünyevî her türlü zevk u sefayı ayaklarının altına almıştır. Evliya veya asfiyadan olma gibi manevî makamlar elde etmenin de onun nazarında çok bir ehemmiyeti yoktur. Zira onun asıl derdi ve yegâne maksadı, insanlığın salah ve kurtuluşudur. İşte bu derece insanlığı ve hususiyle millet-i İslâmiye’yi düşünen bir insan tek başına bir millettir. Hiç kimse olmasa dahi o, matmah-ı nazardır. Allah, mahlûkata onunla bakar ve bazen böyle bir kişinin yüzsuyu hürmetine bütün insanlığı bağışlayabilir. Böyle bir payeyi elde etmenin yanında dünyevî makamların ne ehemmiyeti olur ki!
Hilm
Hûd sûresinde yer alan âyet-i kerimesinde ise “kânit” ve “hanif” sıfatlarının yanı sıra Hz. İbrahim’in aynı zamanda “halim, evvâh ve münib” olduğu ifade edilmiştir. Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerimelerde Hz. İbrahim’in sahip olduğu güzel hasletleri zikretmek suretiyle, Allah Resûlü’ne ve onun zımnında bütün mü’minlere niçin Hz. İbrahim’in yoluna uymaları gerektiğini de izah etmektedir.
Âyet-i kerimede yer alan hilm, öfke ve kızgınlığa sevk eden durumlar karşısında hemen feverana kapılmama ve engin bir hazım sistemiyle, maruz kalınan olumsuzlukları hazmedebilme demektir. Zira sahibine muvakkat bir cinnet hâli yaşatan öfke ve hiddet, hilm ile dengelenmez ve yumuşatılmazsa, altından kalkılamayacak korkunç nedametler söz konusu olabilir. İnsan öfkeye kapılarak öyle yanlışlar yapar ki, daha sonra onları tamir etmeye gücü yetmez. Bu tür zorluklarla karşılaşmak istemeyen, Hz. halim olmaya mecburdur.
İnsan, bazen hazmı çok zor bir kısım problemlerle karşılaşabilir. Mesela ağır hakaretlere, iftira ve karalamalara maruz kalabilir; kendisine katlanılması çok zor zulüm ve haksızlıklar reva görülebilir. Dost bildiklerinin vefasızlığına ve hatta gadrine uğrayabilir. Bir insanın bunları hazmedebilmesi, soğukkanlılıkla karşılayabilmesi ve makul tepkiler verebilmesi gerçekten zordur. Bütün bu olumsuzlukların sindirilebilmesi için onun manevi yapısında hilm, sabır, tahammül ve af gibi enzimlerin bulunması gerekir.
Bilindiği üzere halim, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden biridir. Nitekim kâfir ve müşriklerin onca küstahlık ve haddi aşmışlıkları karşısında çarçabuk cezalandırılmadıklarını ve kendilerine mehil üstüne mehil verildiğini gören Hz. Ebû Bekir, “Ne kadar Halîmsin ey Allahım!” demişti. (İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/218) Bu itibarla hilmin önemli bir tezahürü de kendini bilmez zalim ve mütecavizlere hemen mukabelede bulunmamak, hatalarını fark edip geri dönmeleri için onlara süre vermektir. Bilemiyoruz belki de onca kabalık ve saldırılarına af ve mülayemetle mukabele edildiğini gören bu insanlar bir gün pişman olacak, gelip incittikleri insanlardan özür dileyecek ve daha önce taş attıklarına gül vermeye başlayacaklardır.
Allah Teâlâ, “Ceza verecek olursanız, size yapılan muamelenin misliyle cezalandırın (daha fazlasıyla değil).” (Nahl sûresi, 16/126) dediği âyet-i kerimenin devamında, “Ama şayet sabreder (de mukabelede bulunmazsanız) bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır.” buyurmak suretiyle daha faziletli olanı göstermiştir. O da, nâseza nâbeca davranışlar karşısında mukabele-i bi’l-misil ile muamelede bulunmama, dişini sıkıp sabredebilme ve olumsuzlukları hazmetmeye çalışmadır. Daha hayırlısı varken, niye berisine razı olalım ki! Bir Türk atasözünde de ifade edildiği gibi, iyiliğe iyilik her kişinin kârıdır. Fakat kötülüğe iyilik er kişinin kârıdır. Er kişi olmak ve yiğitçe davranmak varken ne diye sıradan ve basit biri olmayı kabul edelim!
Evvâh Olma
Âyet-i kerimede Hz. İbrahim’in diğer bir enginliği olarak onun “evvâh” olması gösterilmiştir. Evvâh, âh u vâh edip inleyen kimse demektir. Peki, Hz. İbrahim, neyin karşısında âh u vâh ediyordu. Elbette onun inlemesi, maruz kaldığı dünyevî sıkıntılar, belâ ve musibetler yüzünden değildi. Bilâkis o, Allah haşyetinden inliyor, mağdur ve mazlumların, muhtaç ve düşkünlerin, isyan deryasına yelken açıp bir daha geriye dönemeyen günahkârların, küfür ve dalâlet gayyalarına yuvarlanan kimselerin bu durumları karşısında âh u vâh ediyordu. Âh u vâh edip onları içinde bulundukları sıkıntılardan kurtarmaya ve onlara Cennet’e giden yolu göstermeye çalışıyordu.
Başını almış Cehennem’e giden bir kişi karşısında nasıl âh u vâh edilmez ki! İnsanlığın İftihar Tablosu, miraca çıkmış, orada görülmezleri görmüş, erilmezlere ermişti. Lâhût âleminin sınırlarına ulaşmış, vücûb-imkân arası bir noktaya varmıştı. Bu, fanileri bakiden ayıran bir noktaydı. Fakat bütün bunlar O’nun gözünü kamaştırmamış, bilâkis daha fazla insanın elinden tutup onları da bu noktaya ulaştırma heyecanını, iştiyakını tetiklemişti. Bu sebeple O, ulaştığı bu noktadan dönüp geriye gelmişti. Çünkü O, yaşatmak için yaşıyordu.
Kim bilir Hz. İbrahim, kavminin dalâlet ve küfrünü gördüğü zaman ne kadar üzülüyordu. Nitekim yanına gelen melekler, Hz. Lût kavmini helâk etmekle görevlendirildiklerini söylediğinde, âdeta yanıp tutuşmuş ve meleklerle mücadele etmeye başlamıştı. (Hûd sûresi, 11/74) Kur’ân, meleklerle onun arasında geçen konuşma hakkında bilgi vermez. İhtimal ki o, cezanın kaldırılması, ertelenmesi veya hafifletilmesi yönünde isteklerini arz etmişti. Neden? Çünkü helâk edilecek kavmin gazab-ı ilâhîye istihkak kesp ettiklerini ve tepetaklak Cehenneme yuvarlanacaklarını biliyor ve gittikleri yanlış yoldan dönmeleri adına muhtemelen onlara bir fırsat daha verilmesini arzu ediyordu.
Hiç şüphesiz yolunu sapıtmışlar karşısında âh u vâh edip inleme ve onların hidayete ulaşmaları adına çırpınma, günümüzün hizmet erleri açısından da oldukça önemli bir vasıftır. Çünkü onların mesleklerinin esası, yaşatma sevdasıdır. Ba’su ba’de’l-mevt kahramanlarına düşen, füyûzat hislerinden fedakârlıkta bulunmak ve kendilerine rağmen yaşamaktır. Onlar, ne maddî ne de manevî bir kısım zevklere takılarak başkalarını unutmamalıdırlar. Cennet kapıları ardına kadar açılsa ve içeriye buyur edilseler dahi, oraya daha fazla insanın girmesini temin etme adına, dünyada kalmayı tercih etmelidirler.
İnabe
Âyet-i kerimede son olarak Hz. İbrahim’in münib olduğu belirtiliyor. Münib, çokça inabe eden demektir. İstiğfar, tevbenin mebdei olduğu gibi, inabe de onun zirvesidir. İnsan istiğfarla öncelikle Allah’tan arınma talep etmelidir. Arkasından tevbeyle O’na yönelmeli ve kaybettiği kulluğu yeniden yakalamaya çalışmalıdır. Farklı bir ifadeyle, deformasyona uğradıktan sonra bir kere daha formunu elde etmeye, inabeyle de form üstü forma ulaşmaya çalışmalıdır. Dolayısıyla inabe, Allah’la daha engince münasebete geçmenin ad ve ünvanıdır.
Her ne kadar ulu’l-azm peygamberlerden olan Hz. İbrahim, sahip olduğu bu hususiyetleri ile diğer peygamberler arasında ayrıcalıklı bir konuma sahip olsa da, bu kemal sıfatları hakikî insan-ı kâmil olan Efendimiz’de zirveleşmiştir. Hz. İbrahim’de çekirdek hâlinde bulunan bir kısım hasletler, Efendimiz’le birlikte ağaç olmuştur.
Bütün bu vasıflara bir yönüyle hillet mesleğinin esasları olarak bakabiliriz. Dolayısıyla bu mesleğe intisap eden insanlar, başkalarıyla münasebetlerinde halim ve evvâh oldukları gibi, Allah karşısında da münib olmalıdırlar. Gözlerini hep Allah’ın rıza ve hoşnutluğuna dikmeli ve O’nunla münasebetlerini hep kavi tutmalıdırlar. Her daim Allah’a müteveccih olmalı ve O’na “habl-i metin” (sapasağlam bir ip) ile bağlanmalıdırlar ki ufak bir sarsıntıda kopup gitmesinler.
Eğer bir insan başkalarıyla münasebetlerinde hilm ü silm ile hareket eder, mümkün mertebe kusurları görmezden gelir, affedici olur, insanlık adına sürekli âh u vâh eder, herkese bağrını açar, her zaman kuvvetini Allah’tan alır ve fıtratı itibarıyla şirkin en küçüğüne karşı bile kararlı durursa, o da tıpkı Hz. İbrahim gibi tek başına bir ümmet olabilir. Bu, kendini insanlığa hizmet etmeye vakfetmiş adanmışlar için bir hedef olmalıdır. Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim’i bu vasıflarıyla takdir ve tebcil ettiğine ve aynı zamanda onu arkadan gelenler için bir numune-i imtisal olarak zikrettiğine göre, mü’minlere düşen vazife de onun bu vasıflarıyla donanmaya çalışmak olmalıdır.