Konuyla alâkalı Hamdi Yazır’ın mütalâası da arz edilmeye değer mahiyettedir. Allâme Hamdi Yazır tefsirinde, mucizeyi kabul etmeyen düşünür ve filozoflara karşı oldukça ciddî bir müdafaa serdettikten sonra özetle şu tespitte bulunur: “Bizim bilgilerimizin en sağlam esası sayılan “illiyet ıttırad”ları (sebep-sonuç çerçevesinde hâdiselerin bidüziye cereyanı) hakkındaki malumatımız ne tam ne de mutlaktır. Aksine, bizim bu konuyla alâkalı bütün bilgilerimiz cüz’î ve nisbîdir. Bu itibarla da, bilmediğimiz bir kısım illet ve âdât-ı ilâhiyeye ait kuvveleri inkâra hakkımız olmamakla beraber, bunları birer küllî esas kabul ederek “Falan şey asla olmaz.” demeye ve Mutlak Kudret’e acz isnat etmeye de hakkımız yoktur. Aslında ruhu bir tarafa bırakalım, bir ışığın parlamasıyla sönmesi arasındaki sürat bile bize, ne kadar seri bir şekilde yaratılıp yok olmaların cereyan ettiğini göstermektedir. Ne var ki, kalbleri kaskatı hale gelmiş olanlar bütün bu mümkin şeyleri görmez de dar kafalarının almadığı ve takılıp kaldıkları her noktada hemen ümitsizliğe düşüp boğuluverirler. Hele bunlardan bir sınıf vardır ki onlar, arzu ve isteklerine ters gelen hak da olsa, hakikat de olsa kat’iyen kabule yanaşmaz da onunla mücadelede bulunmak için her haksızlığı irtikap edebilirler. İşte bunlar birer firavundur ve onların bu hâline de firavunluk denir.” (1)
Bugüne kadar insanlık bir sürü firavuna şahit olmuştur; kendini ilâh sananlardan madde ötesi her şeyi inkâr edenlere, insanları halâyık gibi kullananlardan onları hayvan şeklinde görenlere, düşünce ve söz hürriyetine yasak koyanlardan, din ve diyaneti hafife alanlara, kevnî ve mânevî harikaları görmezlikten gelenlerden Kudret-i Nâmütenâhî’ye karşı küfre sapanlara kadar bir sürü firavun. Böyleleri, iddialarının hiçbir mantığı olmasa da, kaba kuvvetle şuursuz kitlelere ve eğitimsiz yığınlara pek çok isteklerini her zaman kabul ettirebilmişlerdir. Bunlar, yapmayı düşündükleri şeyler hakkında muhakemeye asla lüzum hissetmemiş; sürekli kuvvete başvurmuş, kuvveti hakkın önünde görmüş ve düşlerini hep kelle alarak gerçekleştirmeyi düşünmüşlerdir. Bunlar öyle asi ruhlardır ki; ne Allah tanır ne de peygamber bilirler; ne risalet kabul eder ne de mucizeye saygı duyarlar. Aslında bunlar, hem bütün varlığa karşı hem de varlığın arkasındaki Kudreti Sonsuz’a karşı birer saygısızlık örneği ve birer hilkat garîbesidirler; ama, kimseye düşünme fırsatı vermedikleri için mahiyetlerini tahlil imkânı da bulunmamaktadır. Böylelerinden bir şey olabileceği mülâhazasıyla zamanı israf edip onlarla meşgul olmaya değmez; insanları ısırmamaları için sadece tahrik etmemek ve tepki almamak yeter zannediyorum. Mucize de, keramet de önyargısız insanlara Hakk’ın birer lütuf tecellîsi ve fıtrî meyilleri harekete geçirme ameliyesidir. Tabiat deformasyonuna uğramış kimselere onların bini bile hiçbir şey ifade etmez.
Mucize de keramet de birer harikulâde hâl ve hâdise olmaları itibarıyla birbirine benzeseler de temelde farklı mazhariyetlerdir: Mucizât, enbiyanın sıdkına delâlet eden fevkalâde bir hâl olup, görüp iman edenlerin kurtuluş vesilesi olmasına; mağrurların, mütekebbirlerin ve temerrüt gösterenlerin de helâketlerine sebebiyet vermesine mukabil; keramât, nübüvveti sabit bir peygambere ittibaa, Cenâb-ı Hakk’ın bir teveccüh ve iltifatıdır.
Mucize, nübüvvet davasını isbat, münkirleri de ilzam u ifham için izhar edilir; keramet ise, herhangi bir zaruret bulunmadığı sürece bir sırr-ı ilâhî olarak ketmedilir/ketmedilmelidir.
Mucize, dava-yı nübüvvete delil olduğu gibi, gönülleri ilâhî mesaja uyarma hedefli fevkalâdeden öyle bir lütuftur ki, onu gören veya emin bir kanaldan işiten hemen herkesi bağlar; keramet ise, sadece ona mazhar olan şahsa râci bir teveccühtür ve bağlayıcılığı da söz konusu değildir.
Nebi, bir mucize izhar ederken, Allah’ın onun eliyle ortaya koyduğu o harikulâde hâl, tavır ve söze rahatlıkla “Bu bir mucizedir.” diyebilir, hatta onu izhar mecburiyetindedir; ama bir veli, seviyesi ne olursa olsun, kendinden sadır olan bu kabil olağanüstü hâllerin keramet olduğunu iddia edemez. Böylesi bir iddia ve hüküm bir yana, çok defa uhrevî semerâtı dünyada harcıyor olma endişesiyle veya o hâlin bir istidraç olabileceği korkusuyla tir tir titrer.
Mucize sahibi, mucizesiyle misyonunu seslendirir, onu Hak namına değerlendirir ve o harikulâde hâli, şer’-i şerîf adına söyleyeceği teşrîî esaslara birer basamak yapar; ehlullaha gelince onlar, bütün mevhibe ve varsa vâridlerini tâbi bulundukları peygamberin mucizelerinin bir izdüşümü şeklinde görür ve ona bağlarlar.
Mucize, dinin hayatî bir rüknü olan nebinin nübüvvetini, mesajının da hakkaniyetini işaretler; keramet, ikram ve değişik mânevî keşifler ise, nübüvveti müsellem o nebiye ittibaın semeresi olarak değerlendirilir.
Mucizede, onu gösteren zatın sadık, emin, masum, kusurdan müberrâ, sahib-i fetânet, vahiyle müşerref ve o harika hâlinin de nübüvvet davasına mukarin olması esasının bulunmasına mukabil, keramet ehli için son vasıf asla söz konusu olmadığı gibi böyle birinin diğer hususları da bitemamihâ hâiz olması şartı söz konusu değildir.
Daha önce de kısmen işaret edildiği gibi, nebi, Allah’ın yaratmasıyla harikulâde şeyler izhar eder ve bütün bunların birer mucize olduğundan gayet emindir; veli ise, kerameti kasda iktiran etsin etmesin, kendisinden sadır olan olağanüstü hâlleri kuşkuyla karşılar; zira, özel bir irşat ve i’lâm söz konusu değilse, bunların birer ibtilâ ve imtihan olmaları ihtimal dahilindedir ve böyle bir imtihanın da kaybedileceğinden her zaman korkulmalıdır.
Vâkıa, bir kısım hak dostları bazen bir zaruret veya ihtiyaca binâen, bazen de din ve diyanet adına veya hâle mağlup olarak, Allah’ın murad buyurduğu ve yarattığı çerçevede bir kısım harikulâde şeyler izhar edebilirler; ancak veliler, böyle bir mazhariyeti bağlı bulundukları nebiye intisaplarına bir mükâfat olarak değerlendirmelidirler ve kat’iyen onu şahsi bir krediye çevirmemelidirler. Keramet, ister bir hak dostunun kasd ve iradesine iktiran eden bir harika olsun, ister onun hiçbir dahli olmadan sürpriz bir ihsan ve ikram şeklinde tecellî etsin, zuhur keyfiyeti itibarıyla büyük ölçüde mucizeye benzer: Meselâ, aç kaldığında yiyecek bir şeyler ikram edilmesi; susadığında kendisine fevkalâdeden su verilmesi; muharebe anında olağanüstü hâller izhar etmesi; yol alma konusunda “tayy-i mekân”a mazhar olması; birkaç dakika içinde çok işler görebilecek şekilde “bast-ı zaman” yaşaması; yeni ölmüş cenazelere, muvakkaten dahi olsa Allah’ın izniyle hayat üflemesi; batmadan bir ırmak veya denizde yürümesi; Süleyman Aleyhisselâm misali havada uçar gibi seyahat etmesi… türünden mucizelere benzer kerametler her zaman söz konusu olagelmiştir.
Peygamberlerin, bu türden ve daha başka yollarla gerçekleşmiş mucizelerini Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahîha açık seçik söylüyor. (Bir başka münasebetle Efendimiz’in mazhar bulunduğu kevnî mucizeler üzerinde müstakillen durulabilir.) Evliyâ-i Kiram’ın harika hâl, tavır, söz ve -biiznillâh- tasarruflarını da tabakat kitapları, hilyeler ve menkıbe risaleleri ifade ediyor. Biz burada konuyla alâkalı sadece bir-iki küçük misal serdetmekle yetineceğiz:
1) Hz. Mesih’in ölüleri ihya etmesi türünden, ehlullahtan Ebû Ubeyd el-Büsrî, Şeyh Ehdel ve Şah-ı Geylânî… gibi mümtaz zatların da kerametleri olduğundan bahsedilir: Ebû Ubeyd, cihad esnasında ölen atı için Allah’a yalvarır ve Cenâb-ı Hak da onun atını yeniden diriltir. Şeyh Ehdel, ölmüş kedisine seslenince Allah’ın izniyle kedi doğrulur ve şeyhin yanına gelir. Abdulkadir Geylânî, pişmiş ve yenmiş tavuğun kemiklerine “kum biiznillâh” deyince, tavuk toparlanır, ayağa kalkar… Bunlar sadece bir iki misal.. menkıbe kitaplarında daha nice şeyler anlatılır…
2) Cansız cenazelerle konuşma mevzuunda, Ebû Saidi’l-Harraz ve Şah-ı Geylânî Hazretlerine ait menkıbelerden söz edilir…
3) Bunlardan başka suyun yarılıp hak dostlarına geçit vermesi; kendilerine öldürücü zehir içirildiği hâlde ölmemeleri; bir yerden bir yere giderken yolların dürülmesi; vahşi hayvanların gelip onlara inkıyat etmesi; dualarının anında kabul görmesi; haram yiyip içmelerine fırsat verilmemesi; çok uzak yerlerde cereyan eden hâdiseleri -Allah’ın izniyle- müşahede etmeleri ve düşmanların fenalıklarından korunmaları… gibi enbiyâ-i izâmın mucizelerinin gölgesinde cereyan etmiş ve eden bir hayli harika hâdise vardır ki, bunların hepsi kerametin hak olduğunu ve bir kısım hak dostlarının bu kabil ikramlarla şereflendirildiğini gösterir/göstermektedir.
Aslında, peygamberlikle serfiraz kılınacağı âna kadar Efendimiz’den sâdır olan fevkalâde hâller ve şöyle-böyle O’nunla münasebeti bulunan olağanüstü olaylar da “irhâsât” unvanıyla bu kabilden birer keramet mânâsı taşımaktadır. Ne var ki, veliler eliyle ortaya konan ve yüksek birer pâye nişânesi sayılan bütün o kerametler, ikramlar, ihsanlar ve ekstra lütuflar, nübüvvet pâyesinin gerçek vâridât ve mevhibelerine nisbeten birer “mebâdi” mahiyetindedirler ve tamamen tâbi bulundukları nebinin harikalara açık atmosferinden takattur etmiş birer damla sayılırlar. Bu itibarla da hak dostları, bu kabil teveccühleri hiçbir zaman kendilerini ifade etme yolunda kullanmayı düşünmez; bu tür mülâhazalar arkasına düşmez; Allah’la olan kulluk münasebetlerini, bunları kendi hesaplarına değerlendirmekle soldurmaz; talepsiz, kendi kendine gelen ikramları elden geldiğince ketmetmeye çalışır; hatta bir imtihan ve ibtilâ olabilecekleri endişesiyle hemen Rabbileriyle münasebetlerini gözden geçirmeye durur; O’na “tahsîs-i nazar” ameliyesini bir kere daha yeniler ve “rıza” der inlerler ki, bence Allah’ın sadık kullarına yaraşan da işte budur.
Hak kapısının sadık bendeleri, günde birkaç defa O’na acz ü fakr tezkeresiyle yönelir; O’nun kapıkulları olma sevinciyle kendilerinden geçer; O’nun yolunda bulunma şükrüyle oturur kalkar ve her zaman maiyyet ümidiyle coşar; sonuçta da, tam bir vuslat yaşama iştiyakından başka her şeye karşı -bu; keşif, keramet, ruhânî zevk ve daha değişik mevhibeler de olabilir- âdeta kapanırlar. Kendilerini hiç ender hiç görür, herkesi nefislerinden kat kat faziletli bilir; hayatlarının her faslında tam bir tevazu ve mahviyet örneği sergiler; Hakk’a karşı hep hâlisâne bir duruş içinde bulunur, halka karşı ciddî bir îsar ruhuyla sürekli şefkatle soluklanır, onların mutlulukları adına rahatlıkla kendi saadetlerini feda edebilir, hatta şahsî füyuzât hislerinden dahi bütün bütün vazgeçerek hayatlarının her saat, her dakika, her saniye, her salisesinde… sadece ve sadece Allah’ın hoşnutluğunu dilerler.
Ulaşabildikleri ölçüde -imkânı varsa- bütün gönülleri imanla donatmak; her yerde, dinin hayata hayat olmasını temine çalışmak; bilumum karanlıkta kalmış ruhları aydınlatmak; içinde bulundukları toplumun sıkıntılarını gidermek; kendi namus ve şereflerini koruma hususunda gösterdikleri hassasiyeti aynıyla başkaları için de göstermek; ellerini Allah’a her açışlarında kendileri hakkında olduğu kadar, hatta daha da fazla, umum Müslümanlar hakkında hayır dileğinde bulunmak; sabah-akşam: ، اَللّهُمَّ اغْفِرْ ِلأُمَّةِ مُحَمَّدٍ * اَللّهُمَّ ارْحَمْ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ dualarıyla ümmet-i Muhammed’e merhamet ve mağfiret dilemek; kendilerine kötülük yapanları dahi affedecek kadar civanmertçe davranmak; herkese kucak açmak ve onlara gönlünün sıcaklığını duyurmak; bütün bunları yaparken de en küçük teferruatına kadar dinin âdâbını korumak; diyanet adına da O’nun izini sürüyormuşçasına adım adım Peygamber’i takip etmek; Kur’ân’ın resmettiği o yüce ahlâkı kusursuz temsile çalışmak; kin, nefret, haset, suizan ve düşmanlık… gibi hayvanî huylardan uzak durmaya kararlı olmak bu babayiğitlerin en önemli vasıflarıdır ve her biri birer keramet olan bu hususlar kevnî harikaların kat kat üstünde kıymetleri hâizdirler.
Evet, en büyük keramet, arızasız ve aralıksız Kur’ân ahlâkıyla yaşamaktır ve Allah’a en yakın olanlar da zannediyorum işte bu ruhun temsilcisi olanlardır.
Kaynak: Kalbin Zümrüt Tepeleri / M.Fethullah Gülen