Kalb dendiğinde ilk akla gelen, göğsün sol yanında, sol memenin altında, hem sinir hem kas esaslarını câmi; karıncıkları, kulakçıkları bulunan ve insan uzuvları arasında kendi kendine hareket etme özelliği taşıyan; atar ve toplardamarların kökü, merkez noktası; solunum ve akciğer hareketleriyle de ilgi ve paralelliği olan ve yürek de dediğimiz çam kozalağı şeklindeki malum organdır ama, biz burada, cismanî bu kalbden daha ziyade gönül de diyeceğimiz, vicdanın dört temel unsurundan biri sayılan, bütün duygu, düşünce, şuur, sezgi, idrak ve mânevî âlemimizin merkezi, “ruhanî ve ilâhî latîfe” olarak bilinen kalb üzerinde durmak istiyoruz ki, bizce insan hakikatinin özü, esası da işte bu kalbdir.
Gönül sözcüğüyle de ifade ettiğimiz bu latîfe, insanî kemalâta uzanan bir merdiven, cismaniyet âleminde ötelerin bir izdüşümü, insan bünyesinde ruhanî âlemlere açık en geniş kapı, benliğimizin şekillenmesinde biricik laboratuvar ve hayrın da, şerrin de en önemli bir test merkezidir. Bizim ruhla münasebetlerimiz, aklımızı olumlu istikamette harekete geçirmemiz, beşerî temayüllerimizi kritik etmemiz hep bu merkeze bağlı cereyan eder. İşte bu kalbdir ki, zamanla ruhumuzun gözü-kulağı hâline gelir; gelir de, nokta-i istinat ve nokta-i istimdat buudlarıyla sezgimiz onun bakışı, aklımız kritikçisi, iradelerimiz de sevk ve idarecisi olur.
Bu ruhanî kalbin beslenme kaynağı iman, onun itminana ulaşma yolu da her zaman Allah’ı anmaktır; evet “Kalbler, ancak Allah’ı anma ve yâd etmekle oturaklaşır.”[1] huzura erer.. ve bu sayede ruhtaki bütün acılar diner.. stresler, hafakanlar aşılır.. ve his dünyamızda da sürekli itminan meltemleri esmeye başlar; başlar, zira, her şey Allah’la başlamıştır. O öyle bir ‘Mebde-i Evvel’dir ki, zincirleme sürüp gidiyor gibi görünen bütün sebepler döner-dolaşır, nihayet O’nda sona erer. Bütün arzu, istek ve beklenti mülâhazaları gider O’nda noktalanır. O, evveli olmayan ikincisiz bir ilk, âhiri olmayan bir merci, bir müntehâ ve bir sondur. Ne dış dünya ve âfâkî âlemde ne de iç âlem ve vicdan mekanizmasında O’nun ötesinden söz edilemez; O, ötelerin ötelerin ötelerin… ötesidir ve daha ötesi de yoktur. O, tam hissedilerek anılınca, insanî düşünce en son ufka ulaşmış; akıl, mantık hayret ufkuna ermiş ve ruh, fânilerin varabileceği son serhadde varmış olur. Bütün ümitlerin gerçekleşebileceği, bütün dünyevî endişelerin birer vehimden ibaret kaldığı, sebeplerin bir bir devrilip her şeyin tevhîdî boyaya boyandığı serhadde.
Bu noktaya kadar, insanoğlunun yöneldiği bütün nimetler-minnetler, sevinçler-inşirahlar, bulmalar-tatmin olmalar hep daha mükemmeli elde etme mülâhazasıyla cereyan ederken, iş gelip bu noktaya dayanınca her şey birdenbire bitiverir; evet O’na ulaşınca bütün arzular, istekler sona erer, bütün yol heyecanları hemen sönüverir ve duygular, düşünceler de ‘çiy noktası’na ulaşmış nem gibi rahmete inkılâp ediverir; ediverir de, esbab dairesi içindeki bütün yükselme talepleri bitiverir, merci arama ihtiyacı kafalardan silinir gider.. ve insan, âdeta, yürüdüğü o upuzun yolu bitirmişçesine bir neşve duymaya başlar. Ne var ki, bundan sonra da, herhangi bir kemmiyet ve keyfiyet ölçüsüne sığmayan değişik tecellî dalga boyundaki bu huzur esintileri, sürekli bir vuslat ve aşk u şevk iç içeliğiyle hep sürer gider.
İnsan mahiyetindeki bu ruhanî kalbin, bedenî kalble, tıpkı cisim ve ruhun birbiriyle münasebetine benzer sırlı bir münasebeti vardır; ama, şimdiye kadar bu iki münasebetin keyfiyeti ile alâkalı net herhangi bir şey söylemek mümkün olmamıştır. Biz, prensip açısından bugüne kadar söylenebilmiş sözlerin hemen hepsinin bir mahmili olabileceğine açık durmakla beraber, şu anda bu kabîl bir teferruata girmeyi de gereksiz buluyor ve geçiyoruz.
Ruhî hayat ve ruhanîliğin ruhla alâkası açık ve bedihîdir. -Esas yeri Kalbin Zümrüt Tepeleri olan bu iki epistemolojik konuyu, teferruatıyla orada tahlil etmek gerekecek.- Kur’ân‑ı Kerim: “Ruh, Rabbimin emrindendir.”[2] der. Bu ifade tarzı, ruh gerçeğinin, Rabbin bilebileceği bir şey olduğunu ve Allah’tan başka hiç kimsenin onun hakikatini bilemeyeceğini vurgulama bakımından fevkalâde mânidardır. Evet, ruh, haricî vücudu bulunan bir kanun ve şuurlu bir namustur; sabit ve daimî fıtrat kanunları gibi emir âleminden ve irade sıfatından gelmiş bir kanun ve namus. Hem ruh hem de kâinatta cârî diğer bütün kanunlar emir âleminden gelmiş aynı şeylerdir ve kaynakları, devamlılıkları itibarıyla da ikisinin hakikati aynı sayılır. “Eğer nevilerdeki (tür) kanunlara Kudret‑i Ezeliye haricî ve mahsûs (duyu organlarıyla hissedilebilen) bir vücud giydirseydi, onlar da ruh olurlardı.. ve eğer ruhu şuurdan tecrit etseydi, o da değişik nevilerdeki kanunlar gibi bir kanun olurdu.” (Hakikat Çekirdekleri) Kur’ân’ın bir-iki kelime ile işaret edip geçtiği ruh hakikatinin bu veciz izahı, onun özü, esası ve iç yüzü ile alâkalı bütün metafizik tartışmaları kökünden kesip atacak mahiyettedir.
Aslında, Allah’ın hemen her işi, herhangi bir sebep, şart, malzeme ve materyale ihtiyaç hissedilmeden, sırf bir “ol” deyivermekle oluverir. O’nun böyle tekvînî bir emri, herhangi bir şeyin haricî vücud açısından meydana gelmesi için yeterlidir. Tabir-i diğerle, ilâhî irade ve meşîetin diliyle, bir nesnenin herhangi bir keyfiyette vücud bulmasını dilemek o objenin var olması için kâfidir. Bu türlü var olmaların devam ve temâdîsi aklın zâhirî nazarında “ef’âl-i âdiye” gibi değerlendirilse de, bu kabîl bütün hâdiselerin harika olduğu açıktır ve gerçek Emir Sahibi’ne bağlanmadan izah edilmeleri de imkânsızdır.
Bazen biz, ruh dediğimizde, en kâmil ruh mânâsına gelen Cenâb-ı Hakk’ın nefhası “Ruh-u A’zam”ını düşünürüz; düşünürüz zira, Allah’tan gelmiş, Allah’a en yakın ve lâhut âlemine ait esrarı haiz olan işte bu ruhtur ve insanın Allah’a halife olması da onun böyle bir ruh taşımasına bağlıdır. İnsan bünyesindeki bu ruh; madde, cisim, cevher olmayan âlemden cismaniyet âlemine bir armağan; hem de metafizik mülâhazaların bir dili, bir tercümanı gibidir. Bir kere ruh dediğimiz bu cevher, hem ilim hem de vücud âleminden bir tecellîdir; onun şuurlu bir kanun-u emrî olması, Zât’la irtibatı, nuraniyet ve şeffafiyeti de ilme tam bir mazhar olması itibarıyladır. Eğer insan ilâhî sırlara açılmak istiyorsa -ki potansiyel olarak buna herkes müsait olarak yaratılmıştır- böyle bir açılım da ancak kalb ve ruhla mümkün olabilecektir. Evet, ulûhiyet hakikatine dair sırlar ancak gönül ufkundan, ruh gözüyle temâşâ edilebileceği gibi, akıl, mantık, muhakeme ve sebepler üstü Hakk’a yakınlık da, sadece ve sadece ruhun ayağı ve kalbin kurallarıyla gerçekleşebilecektir.
Ruh bir müşahit, gönül onun özel temâşâgâhı; ruh Hakk’a yaklaşma yolunda bir atlet, gönül onun en hayatî dinamosu; ruh bir seyyah, gönül onu hedefe ulaştıran bir rehber; hatta canın Cânân’la keyfiyetler ve kemmiyetler üstü müşterek bir halvethânesidir. Bu itibarla da, eğer insan sonsuza yönelecekse önce gönül kapısına yönelmeli, oturup-kalkıp sürekli gönül hikâyeleri söylemeli, gönül insanlarıyla içli-dışlı olmalı ve ruhuna gönlünün kanatlarından tüyler takmalıdır ki, fizikî dünyanın çekim ve sürtünme gibi engellerine takılıp yollarda kalmasın. Sonsuzluk yolunda gönül, insanın kolu-kanadı ve enerjisini ötelerden alan bir dinamosudur. Gönlün gücünü yanına alan ve onun rehberliğinde gök yolculuğuna açılan kimseler, kat’iyen bir başka vasıtaya ihtiyaç hissetmezler; hissetmez ve seyahatlerini hep ruhanîlerle at başı götürürler. Yorulmadan Arş semtine koşan işte bu ruhlar, büyük ölçüde ten kaygılarından sıyrılmış gönül şehsuvarlarıdırlar. Onların kanat çırptıkları aynı noktalarda, sürekli melek kanatlarının sesleri duyulur.
Üzerinde Yaratan’ın mührü bulunan gönül, ruhanî âlemlerle cismanî âlemlerin birleşik noktasında yaratılmış, berzahî vücuduyla insanlar arasında âdeta “insan-ı kâmil” konumundadır. Dünya-ukbâ, mülk-melekût, fizik-metafizik âlemleri ortasında bir berzah mahiyetindeki kalbin/gönlün, çok geniş bir irtibat alanı vardır. Bu genişliği ile o, mazruf olduğu aynı anda zarf durumunda ve muhâtken de (kuşatılmış) muhît (kuşatan) konumundadır. O bedende yaşarken, onun hakikî hayat kaynağı; cismaniyete tâbi görünürken, sonsuzluk yolunda onun imamıdır. Ruhun aydınlıklara açık olması, kalbin ziyasından, suretinin imrendiriciliği de onun ledünnî câzibesindendir.
İnsan mahiyetinde, suret de, can da kalb cevherinin terkisine bağlanmış birer arazdan ibarettir. Aslında suretin de, canın da haiz bulundukları kıymet tamamen kalbden kaynaklanır. Akıl, en kalıcı eserlerini hep kalb atmosferinde öregelmiştir ki; kalbin ilhamları dört bir yandan dimağı kuşatınca, mantık ve muhakemeye bağlı bütün yalancı mumlar söner, sadece ve sadece yağı, fitili öteden, o gönül çerağı par par yanmasını sürdürür.
Havası-suyu her zaman sonsuzdan gelen gönül pınarında, sürekli bembeyaz “âb-ı hayat”lar çağlar. Ziyası, rengi ötelerden kalb fânusu etrafında, her zaman kelebekler gibi ruhanîler pervane döner. Böyle bir âb-ı hayat çeşmesine ulaşabilenler, Hızır’la aynı yeşilliğe seccade sermiş sayılırlar; bu fânusu gözbebeklerinin içine alanlar da, bir daha o ışık kaynağından ayrılmayı düşünmezler.
Gönlün yüzündeki peçenin sıyrılıp kalb gözünün sonsuza uyanması tamamen zamana ve zaman içinde de aktif sabra bağlıdır. Zamanı değerlendirip bu sabrı gösterenlerin gönül gözleri, bugün olmasa da yarın mutlaka açılacağından ve bunların lisanlarının zamanla bir beyan çağlayanı hâline geleceğinden şüphe edilmemelidir. Evet gün gelip de bunların kalbleri ulaştıkları ufkun nurlarıyla aydınlanıp dillerinin de bağı çözülünce, çevrelerine başları döndüren ne sihirli besteler ne sihirli besteler sunarlar..!
Gönül ilâhî sırlara açık öyle bir ufuktur ki, o ufkun iki adım ötesinde hemen her zaman meleklerin “hayhuy”u ve ruhanîlerin kanat sesleri duyulur. Böyle bir sır burcuna erenler için “Sidre” ile “Kâbe” iç içe bir vâhid hâline gelir.. “Ravza” “Firdevs”e örtü olur.. “Evvel” “Âhir”in rengini alır.. “Zâhir” “Bâtın”ın boyasına boyanır.. hisler dehşete düşer.. ruh hayretler yaşar.. beyan bir adım geriye çekilir.. gönül can diliyle konuşmaya durur.. ve her şey sonsuzun büyüsü ile büyülenir.
Gönül erlerinin konuşmaları harfsiz ve kelimesizdir; onlar hep ruhlarıyla söyleşirler.. Mevlâna’nın da dediği gibi birbirlerine dilsiz-dudaksız laf ederler.. güller gibi çehrelerine akseden kalblerinin renginden birbirlerine tebessümler yağdırır dururlar. Bütün bütün gönül rengine boyanmış bu ruhlar arasında “sen”, “ben” düşüncesi tamamen eriyip gitmiş ve ortada sadece “O’na” bağlı izafî bir “biz” kalmıştır. Bu itibarla da onlar kat’iyen birbirleriyle çekişmez.. biri birinin ışığını söndürmeye çalışmaz ve “benim mumum”, “benim meş’alem” demezler. Aslında ışık ışıkla vuruşmaz, nur ziya ile zıtlaşmaz, bahar yeşil ile savaşmaz, derya damlayı kurutmaz; şavk şavka güç kazandırır, ziya nura şuleler gönderir, bahar çimenlerle sarmaş dolaş yaşar, derya damlaya ölümsüzlük yolunu açar.. her şey ama her şey, bize “biz” olma neşîdeleri mırıldanır.
Evet insan, şahsî benliğine bağlı kaldığı sürece, bir zerre, bir damla, hatta bir hiç olmadan kurtulamaz. Aksine benlik fânusunu taşa çalarak gönlünün enginliğinde başkalarıyla birleşip kaynaştığı ve kendi dar dünyasının dışında ayrı bir hey’ete ulaştığında ise, hemen bir güneş, bir umman ve bir kâinat hâlini alır. Birbiriyle birleşen yağmur damlalarının çağlayanlara dönüşmesi gibi onlar da âdeta bir ırmak hâline gelerek sonsuzlaşma yoluna girer ve değerler üstü değerlere yükselirler. Böyle bir birliğe ulaşamadıkları takdirde ise, sadece dünyevî ve maddî değerlere bağlı kalırlar ki bunların kıymeti de kabir kapısına kadardır. Gün gelip ölünce, her şey biter; onlar da hazan yemiş yapraklar gibi savrulur giderler. Gönül bahçesinin gülleri, çiçekleri ise her zaman taptaze kalır ve kat’iyen sararıp solma bilmez.
İşte size, her şeyi dünyevîliğe bağlamış bir ruhun ızdıraplarını mırıldanan nefis bir çift söz:
“Kimi vicdana dokundu, kimi cism u câna,
Zevk nâmıyla ne yaptımsa peşîmân oldum.”
(N. Kemal)
Bir de, etrafa gülücükler yağdıran ve tamamen gönlün sesi şu sözlere bakın:
“Bu dünyada bütün çiçekler solar
Ve bütün kuşların ötüşleri de devamsızdır;
Ben ebedî sürecek yazları düşlüyorum.
Bu dünyada çok kimse, aşklarının,
Dostluklarının zevâline ağlar;
Ben ebedlere kadar sürecek sevgilileri düşünüyorum.”
(Sully Prudhomme’nin Dünya adlı şiirinden)
Gelin şimdi de her şeyi engin bir temâşâ zevkine bağlayan şu münacât gibi sözlere kulak verelim:
“Fâniyim, fâni olanı istemem,
Âcizim âciz olanı istemem
Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim gayr istemem!
İsterim, fakat bir Yâr-ı Bâkî isterim
Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim,
Hiç ender hiçim, fakat umum mevcudatı beraber isterim.”
(Bediüzzaman)
İstenmeyen şeyler, iki adım ötede bizi bırakıp gidecek şeylerdir. İstenen ise, her zaman gönül ufkunda temâşâ edilen Cânân’dır. Kalb zirvelerine yükselip can gözüyle O’nu temâşâ edenler, her şeyi bulmuş ve kurtulmuş sayılırlar. Böyle bir rasat noktasından habersiz yaşayanlar ise, ebediyen hasret ve hicran içinde inler dururlar. Böyle bir şâhikaya yükselmenin yolu ise, biyolojik hayat çeperinden sıyrılarak kalb ve ruhun hayat mertebelerine yönelmeye bağlıdır. Bu yolun en hızlı ve amudî (dikey) yükselme vasıtaları ise iman, tevhid ve mârifetullah hakikatlerine karşı sürekli açık durmaktır.
Kaynak: Beyan / M.Fethullah Gülen
[1] Ra’d sûresi, 13/28
[2] İsrâ sûresi, 17/85