İsmet ve Diğer Peygamberler

Yazar Egeli

Mevzu ile alâkalı âyetlere geçmeden kısaca bazı hususlara dikkatinizi rica edeceğim:

Zelle Meselesi

Birincisi: Peygamberler, iki şeyden birini tercih durumunda kaldıklarında, aliyyüla’lâ (iyilerin en iyisi) dururken a’lâyı (iyiyi) seçmişlerse, bu onlar için bir zelle kabul edilebilir. Fakat bu sürçme veya hata bizim ölçülerimiz içinde bir sürçme veya hata değildir. Zira seçtiği, “a’lâ”, yani iyidir. Fakat bir peygamber böyle bir tercihle karşı karşıya geldiğinde, mukarrabîn olmasının gereği olarak “aliyyüla’lâ”yı seçmeliydi, denebilir -tabiî biz diyemeyiz- kimse bu tercihi günah olarak da vasıflandıramaz.

Şimdi bir misalle bu hususu zihne yaklaştırmaya çalışalım: Bir insan düşünün ki, Kur’ân-ı Kerim’i hatmetmek istiyor. Ancak, Kur’ân’ı kaç günde hatmetmeli? İşte bu hususta karşısına iki alternatif çıkıyor: Birincisi, Kur’ân’ı düşüne düşüne, teemmül ede ede on günde okumam daha iyi olacak, alternatifi ki, ancak bu şekilde mânâya dikkat etmek ve Kur’ân’ın derinliklerine inmek mümkün olacaktır. İkincisi, Kur’ân’ı yedi günde hatmetmeli; zira böyle yapılması Rabbimiz’in kelâmına karşı daha fazla hâhişkâr olmamın ifadesidir. Sonra da Kur’ân’ı on günde okumaya karar veriyor ve başlıyor…

Şimdi, farazî olarak diyelim ki, Cenâb-ı Hakk’ın rızası, onun Kur’ân’ı yedi günde okumasındaydı. Fakat bu insan kendi içtihadıyla on günde okumaya karar verdi. Cenâb-ı Hakk’ın rızası “aliyyüla’lâ”dır. Fakat bu insanın yaptığı da en azından “a’lâ”dır. Bu itibarla da, ortada günah yok ki, bu insana “Hata işledin, günaha girdin.” denilebilsin. Belki en son söylenecek şey, o şahsın, en iyi dururken, iyi ile meşgul olduğunu söylemektir. Günah isnat etmeye gelince bu kat’iyen doğru değildir.

İşte peygamberlerin, kendi içtihatlarıyla tercih edip yaptıkları işlerin durum ve keyfiyeti de böyledir. Öyleyse onlara, bu yaptıklarıyla günah isnat etmek nasıl caiz olabilir? İleride, yeri geldikçe, tekrar bu hususa döneceğiz.

İkincisi: Her şeyden evvel nebiler, müçtehitler müçtehididirler. Onlar, Cenâb-ı Hak’tan mesaj almadıkları hususlarda ki, bu ister ahkâma ait, ister onların şahsî hayatlarına ait, isterse hayat-ı içtimaiyeye ait olsun, içtihat eder ve bir görüş bildirirler. Onların bu içtihatlarının bazıları ilâhî murada tam muvafık olabileceği gibi, bazıları da o ölçüde olmayabilir. Ancak, onların bütün içtihatları, ilâhî murad çerçevesi içerisinde cereyan eder. Şimdi, eğer içtihatları ilâhî murada tam muvafık gelmedi ise, bunlar sarayın gözdeleri olmaları, gözlerinde perde bulunmaması, kader kaleminin sesini duymaları gibi seviyelerine kıyasla bir hata işlemiş sayılırlar. Çünkü onlara düşen, murad-ı ilâhîye yüzde yüz muvafık olanı bulmaktır. Fakat içtihatlarındaki bu yanılma asla günah değildir ve onların ismetlerini ihlâl etmez ki, bu sebepten sorgulanabilsinler. Muhalfarz öyle bir şey olsa da, zannediyorum o da, kapıkullarına düşmez.

Üçüncüsü: Bu gibi sürçmeler, onların peygamberliklerinden evvel olmuştur. Ancak kelimeye dikkat edecek olursak, bunlara sürçme tabirini kullanıyoruz. Sürçme, yere kapaklanıp kalma değildir. Yüzü daima secdede olanlar yere kapaklanmazlar. Sürçmede hafif bir sendeleme söz konusu olsa bile, yere düşme söz konusu olmaz ki ondan bir günah diye bahsedilsin.

Şimdi, arz ettiğimiz bu hususları müşahhas misallerinde takip etmeye çalışalım. Evvelâ, dikkatinizi, insanlığın babası Hz. Âdem Aleyhisselâm’a çevirmek istiyorum:

A. Hz. Âdem (aleyhisselâm)

Kur’ân-ı Kerim, bir yerde Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) durumunu anlatırken şöyle der:

وَعَصَى آدَمُ رَبَّهُ فَغَوَى * ثُمَّ اجْتَبَاهُ رَبُّهُ فَتَابَ عَلَيْهِ وَهَدَى

“Âdem Rabb’ine baş kaldırdı ve yolunu şaşırdı. Sonra da Rabbi onu seçip tevbesini kabul etti, ona doğru yolu gösterdi.” (Tâhâ sûresi, 20/121-122)

Âyette “ictiba” tabiri kullanılıyor. İctiba, dibe çöküp, tortu hâline gelmekten, köpükler gibi sağa-sola atılmaktan kurtarma ameliyesidir. Cenâb‑ı Hak, Hz. Âdem’i (aleyhisselâm) böyle bir duruma düşmekten kurtardığını bildirmektedir. Tercümede, “baş kaldırma” dediğimiz hususu ileride ele alacak ve bu davranışa bir baş kaldırma denemeyeceğini ispat edeceğiz. Şimdi yine dikkatlerimizle Hz. Âdem’i (aleyhisselâm) izlemeye devam edelim.

İtaati, Hz. Âdem’den (aleyhisselâm) öğrenmek lâzımdır. O daha sürçer sürçmez kendisini düşmekten koruyan Rabbi’ne teveccüh edip şöyle demiştir:

قَالاَ رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنْفُسَنَا وَإِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ

“Rabbimiz, ikimiz de nefsimize zulmettik. Eğer Sen bize mağfiret etmez, rahmetinle muamelede bulunmazsan biz hüsrana uğrayanlardan oluruz.” (A’râf sûresi, 7/23)

Bu, bir zelledir. Fakat Allah (celle celâluhu), O’nu, bu zelleden sonra hemen doğru yola ulaştırmış ve hidayet etmiştir. Bundan da anlıyoruz ki, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) zellesi, “ictiba”dan evvel olmuştur. Âdem’e (aleyhisselâm) bu devrede az hazan isabet etmiş, yaprakları hafif sararmış, ancak kat’iyen yaprak dökümüne uğramamıştır. O, belki ekin gibi rüzgâr önünde yatmış; rüzgâr durunca da eskisi gibi doğrulmuş ve saf ruhuyla buluşmuştur. Zaten Allah Resûlü, mü’mini ekine benzetir. O’na göre kâfir ise çınar gibidir. Önce gürül gürül görünür. Fakat bir de devrildi mi, artık doğrulup eski hâline gelmesi mümkün değildir.[1] İşte, bu üçüncü tevcih kabul edilecek olursa, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) bu durumu peygamberliğinden öncedir. Diğerleri de buna kıyas edilebilir.

Hem, Hz. Âdem’inki (aleyhisselâm) bir nisyan ve bir unutmaydı. Cenâb-ı Hak, kasem ve tekitle bize Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) bu durumunu haber verir ve şöyle der:

وَلَقَدْ عَهِدْنَا إِلَى آدَمَ مِنْ قَبْلُ فَنَسِيَ وَلَمْ نَجِدْ لَهُ عَزْماً

“Andolsun ki, daha önce Âdem’e ahd vermiştik, fakat unuttu, onu (hatasında) azimli bulmadık.” (Tâhâ sûresi, 20/115) Bu, bu âyetteki tevcihlerden biridir.

Bir başka yerde Allah (celle celâluhu): “Âdem ile sözleştik. Ben ona, ‘Her şeyden bol bol yiyin için, fakat şu ağaca dokunmayın, sonra zalimlerden, haddi aşanlardan, nimetlerden mahrum kalanlardan olursunuz.’ demiştim.”[2] Fakat o, bunu unuttu. Zaten unutmak beşeriyetin gereğidir. Efendimiz, bu mevzuu tahlil ederken: “Âdem (aleyhisselâm) unuttu, evlâtları da unuttu.”[3] buyururlar. İnsan fıtratını en güzel anlayan Efendimiz, bunu bu sözleriyle en güzel şekilde izah etmişlerdir. İnsan unutur. Âdem (aleyhisselâm) insandır, öyle ise o da unutur ve unuttu. Ayrıca Efendimiz’in yukarıda zikrettiğimiz sözünde, insan karakterinde irsiyetin tesiri de mevzu edilmektedir. Bu sahanın uzmanları için bu da bir ipucu.. demek ki unutma, bize babamızdan intikalle gelmiştir. Allah (celle celâluhu), Âdem’in (aleyhisselâm) mahiyetine ve kromozomlarına bunu yerleştirmiştir, biz bunu mahiyetimizden söküp atamayız. Cenâb-ı Hak: فَنَسِيَ“Unuttu.” demekle Hz. Âdem hakkında yapılacak suizannı kesip atıyor ve ardından da: وَلَمْ نَجِدْ لَهُ عَزْماً“Biz onu günah işlemekte azimli bulmadık.” (Tâhâ sûresi, 20/115) diyor. Nasılsa yol, çekti onu ve oraya götürdü; ama o, bunu unutarak yaptı, kasıtlı ve azimli olarak yapmadı.

Bu memnû meyve neydi? Hakkında o kadar çok ve çeşitli görüş var ki hepsini sıralamak, burayı manava benzetmek olacağından biz onların hepsini saymayacağız. Arpa, buğday, pirinç, hurma, üzüm vs. Zaten hangisi olursa olsun hiçbirini tercih, neticeyi değiştirmez. Mühim olan, bu memnû meyveden sonra vâki olan durum ve problemdir. Bununla beraber bizim kanaatimiz, bugüne kadar söylenenden biraz farklıdır.

Memnû meyve, Hz. Âdem (aleyhisselâm) için karşısında dayanılması mümkün olmayan, onun beşerî duygularıdır. Bu duygu sayesindedir ki, insanoğlu çoğalacak ve neslini devam ettirecektir. Aynı duygu, Hz. Havva Validemiz için de geçerlidir. Allahu a’lem “Şecere”ye dokunmak, neslin devamını sağlayacak muamelede bulunmak demektir.

Bununla beraber, “En isabetli görüş budur.” demiyoruz. Ancak, şimdiye kadar söylenegelen ihtimaller arasında bu ihtimalin de düşünülmesinde fayda olacağı kanaatindeyiz. İsabet varsa, bu Rabbimiz’in lütfudur, hata ise, O’nun engin rahmetine sığınırız.

Unutma ve hatanın dinî hükmüne geçmeden, burada bir hususu da hatırlatmak istiyorum. Kur’ân-ı Kerim’de kıssalar anlatılırken, kopuk kopuk hâdiseler terkip edilir ve öyle anlatılır. Burada da durum aynıdır. Bir devrede Hz. Âdem (aleyhisselâm) ve Havva’ya memnû meyveye dokunmamaları söylenmiştir. Ancak onlara bu emir verildikten sonra ne kadar vakit geçmiştir, bu kat’iyen belli değildir. Belli olan şudur ki, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) bu emri unutabileceği kadar bir vakit geçmiştir. Ve memnu meyveye dokunma, bu unutmanın akabinde olmuştur.

Unutma ise, kalemin günah yazmadığı bir durumdur. Allah Resûlü bu hususta şöyle buyurur: رُفِعَ عَنْ أُمَّتِي الْخَطَأُ وَالنِّسْيَانُ وَمَا اسْتُكْرِهُوا عَلَيْهِ“Şu üç şeyden kalem kaldırılmıştır. Unutma, hata ve bir de zorlanma.”[4] Zaten, Kur’ân da bize, bu gibi durumlarda, işlediklerimizden af dilemeyi talim edip öğretmiyor mu? Âyet şöyle demektedir: رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا“Rabbimiz, eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma.” (Bakara sûresi, 2/286) Bu dua, her gece yatmadan evvel vird-i zebanımız değil mi?

Hz. Âdem (aleyhisselâm), unutmuş, hata ile o memnû, meyveye dokunmuş, kadının zorlaması da, buna yardımcı olmuştu. Yukarıdaki hadise göre, bu durum, kalemin kaldırılıp, günahın yazılmadığı nisyan anında vuku bulmuşsa ki, öyle olmuştur. O zaman, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) günaha girmiş olduğuna nasıl hükmedeceksiniz.

Sıradan insanlar bile, Allah’ın zulüm dediği, isyan dediği şeylerden ictinap ederken, Allah’ın (celle celâluhu) seçip peygamber kıldığı seçkinlerin içtinap etmemesi düşünülemez. Aksini söylemek büyük gaflettir. Hatta, büyüklerimiz, yukarıdaki âyeti, bu mülâhaza ile okumayı doğru bulmamışlardır. Bir insan, tefsir sadedinde وَعَصَى آدَمُ رَبَّهُ فَغَوَى âyetini[5] okuyup, mânâsını söyleyebilir. Fakat belli bir gayeye matuf olmadan, fantezi olsun diye ve su-i tefehhümlere sermaye verecek şekilde onu tekrar etmek mahzurludur. Çünkü Hz. Âdem (aleyhisselâm), bir peygamberdir. Zaten bir peygamber hakkında, sıradan bir insandan bahsediyor gibi bahsetmek doğru değildir.

Ayrıca, Kur’ân’ın onlar hakkındaki üslûbu, onların davranışları açısından değil Allah’la münasebetleri ve kurbetleri zaviyesindendir ki, eskiler bunu: حَسَنَاتُ اْلأَبْرَارِ سَيِّئَاتُ الْمُقَرَّبِينَ“Ebrara ait iyilikler, mukarrabîne göre kötülük sayılır.”[6] şeklinde ifade ederlerdi.

Evet, beşer kanunlarında da, devlet memuru suç işlerse ceza artırılıyor. Suçu işleyen hâkim, savcı veya avukat gibi hukuku bilen insanlarsa katlanabiliyor.

Peygamberler ki, Cenâb-ı Hakk’ın memurlarıdır ve günahın neticesini herkesten iyi bilmektedirler; elbette bu durumdaki insanların işleyecekleri günah, daha şiddetli olacaktır.

Hem, Kâbe’de işlenen günah, başka yerlerde işlenenden daha şiddetli kabul edilmiyor mu?[7] Kur’ân-ı Kerim, peygamber zevcelerine eğer günah işlerlerse, cezalarının iki kat olacağını söylemiyor mu?[8] Çünkü, Kâbe, Allah’a (celle celâluhu) komşuluğun simgesidir. Oradaki insan, Allah’ın (celle celâluhu) misafiri sayılır. Peygamber zevcesi olmak da, yine Cenâb-ı Hakk’a yakın olmanın bir ifadesidir. Zira peygamber hanesi, her an, içinde vahyin soluklandığı, Cibril’in girip çıktığı bir evdir. Böyle bir yerde ve böyle bir evde işlenecek günahların cezası da elbette daha şiddetli ve muzaaf olacaktır. اَلْمَغْرَمُ بِحَسَبِ الْمَغْنَمِkaidesi de[9] bunu gerektirir. Elbetteki ganimet nispetinde meşakkat de fazlalaşacaktır.

Peygamberlerin durumu da böyledir. Onlar, huzurla müşerref olmuş seçkinlerdir. Vahiy meleği her an onlarla görüşmekte ve onların kalbi, her an vahyi kabule hazır bulunmaktadır. Durum böyle olunca, elbette onların maruz kaldıkları zelleler dahi, günah görünümünde olacak ve günah unvanıyla anlatılacaktır. Çünkü bulundukları mevkie göre muamele bunu gerektirmektedir. Ancak, yine tekrar etmek zorundayım ki, bu günah ve ceza bizim ve bir velinin günah ve ceza anlayışı zaviyesinden değerlendirilecek bir günah ve ceza değildir. Bu, tamamen peygamberlerin kendi hususî durumları açısından günah görünümünde bir zelledir. Öyleyse ona günah demek doğru değildir.

Ayrıca, diyelim ki Allah (celle celâluhu), Hz. Âdem’e (aleyhisselâm), hemcinsine karşı oruç tutmayı emretmişti.. ve Hz. Âdem (aleyhisselâm) de her şeyin isimleri kendisine talim edilmiş olmakla bir mânâda başına geleceği de biliyordu. Evet, biliyordu ki içine girdiği turnike, onu evirip çevirip -tabiî bir meyelan şart-ı âdisiyle- programlanan noktaya getirecektir. İnsan iradesi ve ilâhî meşîetin, bir sırlılık içinde kesiştiği, kesişip neticeye müessir olduğu bir ânı, nisyan değilse -ki Kur’ân nisyan diyor- mulâyemetle karşıladı ve malum sürçme oldu.. rica ederim buna “günah” demeye imkân var mı?

Söz buraya gelmişken Buhârî ve Tirmizî’nin rivayet ettikleri şu hâdiseyi nakletmekte yarar görüyorum: Efendimiz buyuruyorlar ki:

Semada, Hz. Âdem ile Hz. Musa karşı karşıya geldiler. Hz. Musa (aleyhisselâm): “Sen ki beşerin babasısın. Aldın bizi Cennet’ten yere indirdin.” Âdem (aleyhisselâm) de ona: “Sen ki, Allah’ın (celle celâluhu) kendisiyle bizzat konuştuğu ‘Kelîm’sin. Tevrat’ta şu ibareyi görmedin mi ki, Âdem, o meyveyi yemeden kırk sene evvel kaderinde bu yazılıydı.” şeklinde cevap verdi. Efendimiz, Berzah âlemine ait bu görüşmeyi naklettikten sonra üç defa: “Âdem (aleyhisselâm), Musa’yı (aleyhisselâm) susturdu.” buyurur.[10] Bu, bir cihetle, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) haklılığını bildirmektir. Bu da şu demektir: Âdem (aleyhisselâm), işlediği o fiille günaha girmiş değildir.

Bütün esmâ -dolayısıyla müsemma- Hz. Âdem’e talim edilmiştir. O, hayatını, esmâsının sırlı dünyasında, âdeta büyülü gibi yaşıyordu.. böyle birinin, iradî ve kasdî günah işleyebileceğine ihtimal vermek en münasebetsiz bir ihtimal ve bir dikkatsizliktir. Bundan başka ihtimal, o meyvenin yasak oluşu, geçiciydi ve Âdem (aleyhisselâm) da, bunu biliyordu. Ancak içtihat etti ve meyveye vaktinden evvel el uzattı; uzattı ve orucunu bozdu. Evet, bugün meşru dairede yapıldığında sevap sayılan bu muamele o gün, o mevkide bulunan Hz. Âdem (aleyhisselâm) için, geçici olarak yasaklanmıştı. Veya bu yasak O’nun Allah’a (celle celâluhu) yakınlık durumuna göreydi. Bundan dolayı da davranışı bir sapma, bir zelle sayılmıştı.

Hz. Âdem (aleyhisselâm) hakkında arz etmeye çalıştığımız ölçü, diğer peygamberlerin durumunu anlamamızda da bize yardımcı olacaktır. Evet, anlayacağız ki, peygamberler, ismet sıfatıyla muttasıfdırlar, onlara isnat edilen zelle ve hatalar da hiçbir zaman bizim anladığımız mânâda günah değildir.

B. Hz. Nuh (aleyhisselâm)

Hz. Nuh (aleyhisselâm), oğlunun kurtulması için Rabbine münacatta bulunur ve ikaz edilir. İlk bakışta bu da, bir nebi için zelle gibi görülür. Şimdi de beşerin ikinci babası Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) durumuna dikkatlerimizi teksif edip, Kur’ân’ın ışığı altında, bu büyük insanı da hiç olmazsa bu vak’a çerçevesinde yakından tanımaya çalışalım:

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) duası ve Cenâb-ı Hakk’ın ona verdiği cevap ve ona olan ikazı şöyle anlatılır:

وَنَادَى نُوحٌ رَبَّهُ فَقَالَ رَبِّ إِنَّ ابْنِي مِنْ أَهْلِي وَإِنَّ وَعْدَكَ الْحَقُّ وَأَنْتَ أَحْكَمُ الْحَاكِمِينَ

“Nuh, Rabbine niyaz etti: ‘Rabbim! Oğlum benim ailemdendir. Doğrusu Senin vaadin haktır. Sen, hükmedenlerin en iyi hükmedenisin.’ dedi.” (Hud sûresi, 11/45)

Hz. Nuh (aleyhisselâm), ümmetinin başına gelen bu muntazar hâdiseden dolayı heyecan ve helecan içindedir. Hususiyle de, oğlunun akıbetiyle endişeli ve endişesi de bir insanı sarsacak kadardır. Acaba onun bu heyecanı, oğlu boğulacağı için midir, yoksa oğlu küfür içinde öleceğinden dolayı mıydı? Her hâlde, ukbâyı, ebedî saadeti, ebedî azabı gören ve Allah’ın (celle celâluhu) gazap ve rahmetini müşâhede eden Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) endişeleri, oğlunun beden, cismaniyet ve dünyasından dolayı değildi. Kaldı ki, hangi baba vardır ki, bu ölçüde ürperticiliğiyle evlâdının helâketi karşısında inlemez? “Rabbim, bana ehlimi helâk etmeyeceğine dair söz vermiştin. Hâlbuki bu gemiye binmemek helâkettir ve oğlum da, onlar içinde bulunmaktadır.” İşte Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) dediği budur.

O’nun bu inleyişine karşı Cenâb-ı Hak, işin hakikatini ona şu şekilde talim buyurmakla onu teskin eder:

قَالَ يَا نُوحُ إِنَّهُ لَيْسَ مِنْ أَهْلِكَ إِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍ فَلاَ تَسْأَلْنِ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنِّي أَعِظُكَ أَنْ تَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ

“Ey Nuh! O, senin ailenden sayılmaz, çünkü o, kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi Benden isteme, işte sana öğüt, bilgisizlerden olma.” (Hud sûresi, 11/46)

O, senin ehlinden değildir. Evet, o senin sulbünden, senin hanımından dünyaya gelmiş.. ve sizin beşiğinizde, sizin ninnilerinizle büyümüştür. Ama, senin ehlin, senin yolunda olandır. Çünkü o, salih olmayan bir iş işledi ve fasit daireye girdi. Sana baş kaldırdı.. kâfirlerin içine girdi. Onlar, onu suda boğulmaya, suda boğulma da, onu ebedî boğulmaya çekti götürdü. Çok iyi bilmediğin şey hakkında benden talepte bulunma! Cahillerden olmaman için sana nasihat ediyorum. Sen bilgi, mârifet ve muhabbet insanısın. Sen, Allah’ı (celle celâluhu) bilip tanıyansın. Senin gibi mukarreb ve Bana yakın bir nebiye bu talep ve dua yakışmaz.

İşte 950 senelik hayatında Hz. Nuh’a (aleyhisselâm) isnat edilen zelle de sadece bundan ibarettir. Oğlu boğulurken Cenâb-ı Hakk’a, onu kurtarması için yalvarmıştır. Acaba Hz. Nuh (aleyhisselâm), niçin dua etmiş ve niçin yalvarmıştır?

Birincisi: Âyette de anlatıldığı üzere Cenâb-ı Hak, ona gemiye ehlini ve iman edenleri bindirmesini söylemiştir ki, âyet bu hususu şöyle hikâye eder:

حَتَّى إِذَا جَاءَ أَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُ قُلْنَا احْمِلْ فِيهَا مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَأَهْلَكَ إِلاَّ مَنْ سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ وَمَنْ آمَنَ

“Buyruğumuz gelip de tandırdan sular kaynamaya başlayınca, ‘Her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm verilmiş olanların dışında kalan çoluk çocuğunu ve inananları gemiye bindir.’ dedik.” (Hud sûresi, 11/40)

Bu, Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) Cenâb-ı Hak’tan aldığı vaaddir. İşte o, bu vaade binaen Cenâb-ı Hak’tan böyle bir talepte bulunmuştur. O, o âna kadar oğlunun aleyhinde hüküm verildiğini bilmemektedir. Dolayısıyla Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) istediği, Cenâb-ı Hakk’ın vaadinden başka bir şey değildir.

O, bu gemiyi Allah’ın (celle celâluhu) vahyi ile yapmış ve insanları oraya yine Cenâb-ı Hakk’ın emriyle davet etmişti. Davet ettikleri arasında elbette aile fertleri de vardı. Zaten Allah da (celle celâluhu), ona aile fertlerini, yani ehlini de gemiye bindirmesini söylemişti. Söylemişti ama, işte gözünün önünde oğlu dalgalarla boğuşuyordu. Bütün kurtuluş yollarının kapandığı bu zorlu anda o, bütün düğümlerin kendisinde çözüleceği Zât’a müracaat etti ve oğlunun kurtarılması için O’na yalvardı. Zaten yapacak başka bir şeyi, duadan başka tutunacak bir dalı da kalmamıştı.

Onun kendi ehlinden olmadığı haberini duyunca, beyninden vurulmuşa döndü.. döndü zira bilmiyordu ve onu, evlâdı diye, ehlinden kabul ediyordu. Bu aynen böyleydi; çünkü, ikazı duyar duymaz hiç vakit geçirmeden hemen tevbe edip Rabbine döndü.. ve şöyle yakarışa geçti:

قَالَ رَبِّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ أَنْ أَسْأَلَكَ مَا لَيْسَ لِي بِهِ عِلْمٌ وَإِلاَّ تَغْفِرْ لِي وَتَرْحَمْنِي أَكُنْ مِنَ الْخَاسِرِينَ

“Rabbim! Bilmediğim şeyi Senden istemekten Sana sığınırım. Beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen kaybedenlerden olurum.” (Hud sûresi, 11/47)

Belli ki, Hz. Nuh (aleyhisselâm), isterken bilmiyordu. Bildiği zaman da hemen isteğinden vazgeçti ve istiğfar etti. Rica ederim, insan vicdanının bir ufuk deyip temenna durmak istediği bu davranışa hata demeye imkân var mı?

İkincisi: Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) istediği neydi? Eğer o, Allah’tan (celle celâluhu), oğluna hidayet istiyor ise, bir baba için bundan daha normal ne olabilirdi? Hele öyle bir baba ki, o aynı zamanda bir nebidir ve bütün insanların hidayeti için çırpınıp durmaktadır. Şefkati bu kadar engin olan birinin, kendi evlâdına şefkat edip dua etmesi ve onun ebedî hayatının kurtulmasını istemesi, gayet normal, bir o kadar da faziletli bir davranış değil midir?

Evet, burada bir peygamber şefkatiyle karşı karşıyayız. Onlardaki bu şefkat, bizim idrak buudlarımız dışında ve çok farklı olmasaydı, nübüvvet yükünü omuzlayıp götürmeleri mümkün değildi. Herhangi bir anayı düşünün, evlâdını bağrına basıp onun her istediğine koşabilmesi için, fevkalâde bir şefkatle donatılmıştır. Ya bu, bütün insanlığa bağrını açan ve onların dünyevî-uhrevî meşru bütün isteklerini yerine getirebilmek için çırpınıp duran bir nebi, hatta nebilerin de büyüklerinden ise…

Kur’ân-ı Kerim, Efendimiz’i anlatırken, O’nun inkârcılar karşısındaki ruh hâlini şöyle analiz eder:

فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفاً

“Bu söze (Kur’ân) inanmıyorlar diye neredeyse kendini telef edip bitireceksin.” (Kehf sûresi, 18/6)

Ve Allah Resûlü de kendi durumunu şöyle izah eder ve bu hususta şöyle bir temsil irat buyurur:

إِنَّمَا مَثَلِي وَمَثَلُ أُمَّتِي كَمَثَلِ رَجُلٍ اسْتَوْقَدَ نَاراً فَجَعَلَتِ الدَّوَابُّ وَالْفَرَاشُ يَقَعْنَ فِيهِ، فَأَنَا آخِذٌ بِحُجَزِكُمْ وَأَنْتُمْ تَقَحَّمُونَ فِيهَا

“Benim ve ümmetimin misali, ancak ve ancak ateş yakan bir insanın durumu gibidir. (Ateşi gören) haşerat ve pervaneler onun başına üşüşmeye başlarlar. Evet ben, sizin eteklerinizden tutup çekiyorum, siz ise burnunuz doğrultusunda ateşe doğru gidiyorsunuz.”[11]

Eğer peygamber şefkati bu ise, Hz. Nuh (aleyhisselâm) da bir peygamberdir ve o da aynı şefkati taşımaktaydı…

Ne var ki o, ikazı duyunca, derhal Allah’a inâbede bulunup duadan vazgeçti ve Rabbinden mağfiret diledi.

Şimdi de Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) ettiği dua ile Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) ettiği dua ve yalvarış arasındaki benzerliği görelim: İkisi de hata ettiklerini anlayınca Rabb’e yönelmiş ve aynı hava, aynı üslûp ve aynı edayla dua etmişlerdir. Çünkü onlar, aynı mayanın, aynı karakterin insanlarıydılar. Aynı medresede okumuş ve aynı Üstad’dan ders almışlardır. Onun için hatadan rücû etmeleri de aynı şekilde olacaktı. Kur’ân, bu iki zatın inâbe veya evbelerini, farklı kelimelerle olsa bile aynı üslûpla verir.

Üçüncüsü: Dinde bir prensip vardır: “Biz zâhire göre hükmederiz.”[12] Bu prensipten dolayıdır ki, Allah Resûlü, münafık olduğunu bildiği hâlde Abdullah b. Übey b. Selûl’ün cenazesine iştirak ettiği gibi daha pek çok münafığı da teşyi ederek perdeyi yırtmamıştır.[13] Çünkü, bunlar zâhiren, namaz kılıyor, oruç tutuyor ve dinî vecibelerini de yerine getiriyorlardı.

İşte, Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) oğlunun da, aynı durumda olması muhtemeldir. Belki o, hep mü’min gibi görünmüştü ama aslında bir münafıktı. Veya nifakı orada ve o anda hortlayıvermişti. Hz. Nuh (aleyhisselâm) da, onun zâhirî durumuna göre hüküm vermiş ve onu ehlinden kabul etmişti. Zâhire göre hüküm vermek ise, hiçbir zaman günah değildir. Durum böyle olunca, Hz. Nuh (aleyhisselâm), asla günah işlememiştir; o kendine düşeni yapmıştır. Düşünün ki; o koca nebi, 950 sene didinmiş, çırpınmış, alaya alınmış, kendisine deli denilmiş fakat hiç mi hiç sarsılmamıştır. Kendisine inanan insanların ne kadar az olduğunu, bizzat Kur’ân‑ı Kerim söylemekte ve: وَمَا آمَنَ مَعَهُ إِلاَّ قَلِيلٌ“Pek az bir insan onunla beraber inanmıştı.” (Hud sûresi, 11/40) demektedir.

Hz. Nuh’u (aleyhisselâm) anlamak isteyen, Nuh sûresinde onu takip etmeye çalışsın. O zaman anlayacaktır ki, o şanı yüce nebi, günah işlemekten, Arş’ın ferşten uzaklığı nispetinde uzaktır ve berîdir. Cenâb-ı Hak, bizi Efendimiz’in ve onun şefaatine nail etsin.. (Âmin)

C. Hz. İbrahim (aleyhisselâm)

…Ve nebiler babası Hz. Halil.. korku bilmeyen ve gözünü hiçbir şeyden kırpmayan insan. Ateşe atılırken, ateşin içinde berd ü selâm bulan büyük ruh. Cenneti içinde taşıyan ve gittiği her yeri -Cehenem de olsa- cennete çeviren seçkinler seçkini. Herkes Allah Resûlü’ne intisapla sevinirken, O, Hz. İbrahim’e olan benzerliğiyle sevinmekte ve “Ben atam İbrahim’e benziyorum.” demektedir.[14] İsterseniz şimdi de onun ismetinin sınırları etrafında seyahat edelim.. ve ismetin ne olduğunu bir de onda görelim.

Yıldızlar, Ay ve Güneş

Hz. İbrahim (aleyhisselâm), hayatının hiçbir bölümünde yıldızlara tapma gibi bir şirk içine girmemiştir. Onun yıldıza, aya ve güneşe bakıp, teker teker bunlara رَبِّيdemesinin, şirkle veya bunlara tapınmakla uzaktan-yakından alâkası yoktur. Şimdi hâdiseyi yine Kur’ân’ın bu mevzu ile alâkalı âyetlerinden takip edelim:

فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ اللَّيْلُ رَأَى كَوْكَباً قَالَ هَـذَا رَبِّي فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لاَ أُحِبُّ اْلآفِلِينَ * فَلَمَّا رَأَى الْقَمَرَ بَازِغاً قَالَ هَـذَا رَبِّي فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لَئِنْ لَمْ يَهْدِنِي رَبِّي لاَكُونَنَّ مِنَ الْقَوْمِ الضَّالِّينَ * فَلَمَّا رَأَى الشَّمْسَ بَازِغَةً قَالَ هَـذَا رَبِّي هَـذَا أَكْبَرُ فَلَمَّا أَفَلَتْ قَالَ يَا قَوْمِ إِنِّي بَرِيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَ

“Gece basınca o bir yıldız gördü, ‘İşte benim rabbim(!)’ dedi. Yıldız batınca ‘Ben batıp gidenleri sevmem.’ dedi. Ay’ı doğarken görünce, ‘İşte bu benim rabbim(!)’ dedi. Batınca, ‘Rabbim beni doğruya eriştirmeseydi, and olsun ki, sapıklardan olurdum.’ dedi. Güneşi doğarken görünce, ‘İşte bu benim rabbim(!), bu daha büyük.’ dedi. Batınca, ‘Ey milletim! Doğrusu ben, ortak koştuklarınızdan uzağım.’ diye gürledi.” (En’âm sûresi, 6/76-78)

Hz. İbrahim (aleyhisselâm) doğarken hanîf olarak doğmuştu. Âyette geçen yıldız, ay ve güneşe onun hakikî mânâda “Rabbim” demesi asla düşünülemez. Zaten böyle bir iddiada bulunmak için, bu âyetlerin evvelinde yer alan şu âyeti yok saymak icap eder. Âyet şöyle demektedir:

وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ لِأَبِيهِ آزَرَ أَتَتَّخِذُ أَصْنَاماً آلِهَةً إِنِّي أَرَاكَ وَقَوْمَكَ فِي ضَلاَلٍ مُبِينٍ

“İbrahim, babası Âzer’e: ‘Putları tanrı olarak mı benimsiyorsun? Doğrusu ben, seni ve milletini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.’ demişti.” (En’âm sûresi, 6/74)

Devamındaki âyette de şöyle denilir:

وَكَذَلِكَ نُرِي إِبْرَاهِيمَ مَلَكُوتَ السَّمَوَاتِ وَاْلأَرْضِ وَلِيَكُونَ مِنَ الْمُوقِنِينَ

“Yakînen bilenlerden olsun diye İbrahim’e yerin ve göğün melekûtunu bu şekilde gösterdik.” (En’âm sûresi, 6/75)

Şimdi bu duygu, bu düşünce ve bu türlü metafiziğe açık bir nebinin, yıldızlara -muvakkaten dahi olsa- “Rabbim” demesi mümkün değildir. İçi üstûre dolu kitaplar ne derlerse desinler, bizim kanaatimiz budur. Hem Hz. İbrahim’e (aleyhisselâm) sadece mülk değil, melekût âlemi, yani varlığın perde arkası da gösterilmişti.. ve O, bu sayede, yakîne erenlerden idi. Hatta yakînin son merhalesi olan, hakka’l-yakîn yörüngeliydi. Binaenaleyh, başta ilk iki âyet, Hz. İbrahim’in, Hak’la nasıl bütünleştiğini, yakîne nasıl açık olduğunu anlattıktan sonra, belli ki, bu âyetlerin anlattığı hâdisede o, kavmine bir şeyler anlatmak istiyordu. Öyle ise, meseleyi bu noktadan ele alıp yeniden tahlil etmemiz gerekir.

Evvelâ; Hz. İbrahim’in kavmi yıldızlara tapıyordu. Nitekim cahiliye insanı da, bir dönemde Şi’râ yıldızı denen “Sirüs”e tapıyordu. O günkü astronomik bilgilere göre çok büyük ve parlak olduğundan Şi’râ da bir mâbud hâline getirilmişti. Eski Bâbil’de de yıldıza tapma vardı. İşte Hz. İbrahim (aleyhisselâm), evvelâ uzaktan çok küçük görünen bu yıldıza baktı. Dikkatleri onun üzerine çevirdi. Mâkul olan ve zâhire mutabık bulunan bir beyan içinde, onlara küçük bir tenbihte bulundu. Konuştuğu hep doğruydu ve yalan malzeme kullanmıyordu. Hatta o, her delil getirişte, onların taptığı gökteki bir ilâhı ve onların yerdeki temsilcisi bir putu yıkıyordu. Evet, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), akıl ve mantık planında onların putlarını bir bir deviriyordu ki, zaten o, putları devirmek için gelmişti.

Bazı müfessirler هَذَا رَبِّيcümlesinin başına bir istifham-ı inkârî edatı takdir ederler; ve o zaman da mânâ: “Benim Rabbim bu mu?” şeklinde olur ki, “Hayır, değil.” demektedir. Bu da, bu husustaki tevillerden biridir. Ancak bizim dikkat çekmek istediğimiz tevil şekli şudur:

Hz. İbrahim, kullandığı malzeme itibarıyla, sanki onların put olarak kabul ettiği şeylere değer veriyor gibi yapmış ve onları kendi münazara zeminine çekmiştir. Başka türlü onları, o zemine çekmesi de mümkün değildi. “Bizim ilâhlarımızdan bahsediyor.” diye onu dinlediler ve onlar farkına varmadan başlayan bu münazara, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) son söyledikleriyle bitti ki, bu da iman cephesinin, küfür cephesine galebesiydi.

Evet, onları yıldızda, ayda, güneşte gezdirdi.. ve hepsinin sonunun üfûl (batıp gitmek) olduğunu ihtar etti. Yani hepsi geldi, doğdu, yükseldi ve battı. Binaenaleyh, belli kanunlar altında ve belli kanunlar çerçevesinde, doğan, batan, var olduktan sonra yok olan şeyler, kâinata hükmedemezler. Gelip gidenler, yine kendileri gibi gelip gidenlere nasıl hükmedecekler ki?

İlk cümlede, yıldızın batıp gitmesi karşısında söylenen “Batıp gidenleri sevmem.” sözü, ilk ihtardı. Batıp gidenler, kalbte yer tutmamalı. Hele arkalarından sürüklenip gitmeye hiç de layık değiller; çünkü batıp gidiyorlar. Bana üfûl etmeyen bir sevgili lâzım. O öyle birisi olmalı ki, bana benden daha yakın olsun ve kalbimin bütün arzularını bilsin. Bildiği o arzularımı da yerine getirmeye gücü yetsin.

Sonra bir adım daha atıyor. Ayı gösteriyor. Halbuki biraz sonra o da kaybolup gidecektir. Ve sözün burasında, cemaati muhatap almadan, onların zalimliğini de bir iğneliyor ve “Eğer Rabbim, bana hidayet vermeseydi, ben de zalimlerden olurdum.” diyor.

Üçüncü merhalede ise güneşe bakıyor. Zaten güneş, onların itikadına göre en büyük ilâhtır. Evvelâ küçükten başladı, sırasıyla ilk iki putu devirdi. Şimdi sıra en büyüklerine geldi. O da batıp gidince, bizzat orada bulunanların vicdanlarına seslenerek “Ben, sizin şirk koştuklarınızdan uzağım.” diyecektir. Evet, artık sıra son söze gelmiştir.. ve Hz. İbrahim (aleyhisselâm) bütün samimiyetiyle gürledi:

إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَوَاتِ وَاْلأَرْضَ حَنِيفاً وَمَا أَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ

“Doğrusu ben, yüzümü yeri ve gökleri Yaratan’a hanîf olarak çevirdim. Ben, asla müşriklerden değilim.” (En’âm sûresi, 6/79)

Bu son cümleyi baştan söylemiş olsaydı, Hz. İbrahim’i dinleyen olmayacaktı. Önce, onların seviye ve anlayışlarına mümâşatta bulundu. Onlar da onu dinlemeye koyuldular. Her hâlde sözlerinin dozunu böyle “tedrîcilik” esasına göre ayarlamasaydı, bu kadar müessir olamazdı.

İşte Hz. İbrahim (aleyhisselâm), لاَ اِلَهَ إلاَّ اللّٰهُhakikatini her sineye duyurabilmek için böyle fetanetinin gerektirdiği bir yol takip etti. Hz. İbrahim’in bu metodu, esasen Kur’ânî mantığa da tıpatıp uygundur. Nasıl olmasın ki, O da, aynı vahiy menbaından istifade etmekte ve aynı gerçeğe tercüman olmaktadır.

Burada bir noktaya daha dikkatlerinizi istirham edeceğim. Dikkat edilirse Hz. İbrahim: إِنِّي بَرِيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَ“Ben sizin şirk koştuklarınızdan uzağım.” diyor ki, Arapça’da bu cümle, isim cümlesidir. İsim cümleleri ise, sebat ve devamlılık ifade eder. Bunun mânâsı şudur: Ben, hem işin başında hem de şu andaki maslahatlar yumağı davranışlarımda sizin şirk koşageldiklerinizden uzağım.

Öyleyse Hz. İbrahim, hiçbir zaman şirk işmam edecek söz ve davranışta bulunmamıştır.. ve bu ifadeler, yukarıda da ispat ettiğimiz gibi onun fetanetinin eseridir. Evet, bu sözlerde onun ismetine dokunacak hiçbir taraf yoktur.

Ölüleri İhya

Hz. İbrahim (aleyhisselâm) için, zelle olarak gösterilen ikinci husus ise, onun Allah’tan ihya talebidir. Kur’ân-ı Kerim, bu hâdiseyi şöyle anlatır:

وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِي الْمَوْتَى قَالَ أَوَلَمْ تُؤْمِنْ قَالَ بَلَى وَلَكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْبِي

“İbrahim: ‘Rabbim, ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster.’, dedi. Allah (celle celâluhu): ‘İnanmıyor musun?’ deyince de ‘Hayır, inanıyorum; fakat kalbimin itminanı artsın.’ buyurdu.” (Bakara sûresi, 2/260)

Hz. İbrahim (aleyhisselâm), mârifet-i Sanî adına bir türlü doymak bilmeyen bir “hel min mezid” kahramanıdır. Evet, kalbi sürekli mârifete açık bu büyük nebi, Cenâb-ı Hakk’ın, ölüleri nasıl dirilttiğini müşâhede ile mârifet adına yeni merhaleler ve yeni buudlar kazanmak peşindedir ve bu hususta durmadan: “Daha yok mu?” demektedir.

Hz. İbrahim’in, ihya mevzuunda şek ve şüphesi mi vardır? Hayır asla! Zaten O, Cenâb-ı Hakk’a, ihyanın keyfiyetini göstermesi için yalvarmaktadır. Yoksa “Acaba Sen ölüleri diriltmeye muktedir misin?” gibi bir tereddüt ve şüphenin cevabını aramakta değildir.

Cenâb-ı Hak da, onun talebini yerine getirir ve âyette anlatıldığı üzere dört kuş alıp, bunları kendisine alıştırmasını, sonra da hepsini kesip, her bir parçasını birer dağın tepesine koymasını emreder. Ardından da bunları çağırdığında, bunların kendisine koşarak geleceğini haber verir.

Esasen burada, Cenâb-ı Hak, her baharda binlerce misalini gösterdiği ihya mucizesinden sadece birisini göstermiştir. Ama bir yüce nebisine iltifatla, itminan kâsesini ona hususî olarak sunmuştur. Zaten Hz. İbrahim’in derdi de, o kâseden doya doya mârifet şerbeti içmektir. “Yandıkça yandım bir su ver.” diyen Hz. İbrahim, kendisine bu şerbet uzandıkça içecek, yine içecek ve bir türlü kanmayacaktır. Bu itibarla, şekten, tereddütten, şüpheden berî yaşamanın remzi olan Hz. İbrahim (aleyhisselâm), ölüleri diriltmenin keyfiyetini soruyordu. Yoksa onun sorusu: هَلْ تَقْدِرُ أَنْ تُحْيِيَ الْمَوْتَى أَمْ لَمْ تَقْدِرُmânâsına değildi. Yani, “Bana göster, Sen ölüleri diriltmeye kadir misin, değil misin?” gibi, müteaddiyane ve mütereddidane değildi.

Bu, aynen bir insanın, çok beğendiği bir ressama, “Benim yanımda bir tablo çiz de nasıl çizdiğini bir göreyim?” veya mahir bir hattata, “Yaz da, nasıl yazdığına bir bakayım?” demesi gibidir. Bu suallerin hiçbirinde, muhatabın acziyetini ihsas edecek bir davranış yoktur. Tam aksine, sanatkârın mükemmelliğini ilan ve itiraf vardır. Çünkü burada onun sanat eserini, her safhasında hayranlıkla seyretme talebi ve temayülü vardır. Evet, burada sorulan, ihyanın keyfiyetidir, yoksa ihya olup-olmayacağı meselesi değildir.

İkincisi: Cenâb-ı Hakk’ın Halîm, Selîm, Evvâh, Halîl gibi vasıflarla tanıttığı Hz. İbrahim (aleyhisselâm), (Seyyid Kutup’un dediği gibi) O Yüce Sanatkâr’ın icraatı karşısında bir doyasıya ağlamak istemektedir.[15] Sanki bu dost ses dostuna şöyle demektedir: “Allahım, baharı ihya ettiğin gibi, gözümün önünde ölüleri ihya et, et de, sanatın içinde icraatını göreyim, müşâhede edeyim ve bir daha coşup kendimden geçeyim.”

Ayrıca, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), kendi tatmin seviyesine göre doymak istiyordu. Ümmî bir insan, kendi irfan kubbesine başı değdiğinde, artık varılacak son noktaya vardığını zanneder, zanneder de bundan öteye yol yoktur, diyebilir. Muhyiddin İbn Arabî, şatahâtı içinde, enbiyânın hatemine, evliyânın hateminden ders aldırır. Neden? Çünkü kendisi için mukadder olan kubbeye başı değmiş, girmekle mükellef olduğu kapıdan girerken söveleri sökmüş götürmüş.. ne var ki o büyük saraya nispeten bu kapı, yine de küçük bir hücreye açılmaktadır. Hâlbuki, Hz. İbrahim’in girdiği kapı, bir sur kapısı ve bir şehir kapısıdır. Onun kubbesi, semadır ki, orada ayı, güneşi ve yıldızları seyretmektedir. Allah (celle celâluhu) onun tepesinde öyle bir irfan kubbesi yükseltmiştir ki, en büyük velilerin irfan ufukları, onun yanında sönük bir damla kalır. Yani biz, bir kova su ile doyabiliyorsak O, ummanlarla dahi doymak bilmeyen bir enginliğe sahip.. evet mârifet ufku, o kadar geniş.. onun içindir ki, o yüce kamet, ilâhî icraatı gördükçe, kendinden geçer ve bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlardı.

Muhyiddin Arabî, Mevlâna’ya sorar: مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ“Seni hakkıyla bilemedik ey Mâruf!” diyen Hz. Muhammed (Aleyhisselâm) mi, yoksa: سُبْحَانِي مَا أَعْظَمَ شَأْنِي“Ben kendimi tesbih ederim, benim şânım ne yüce!” diyen Beyazid-i Bistâmî mi daha büyüktür?

Mevlâna’nın cevabı müthiştir: “Bu iki söz dahi, Efendimiz’in, Beyazid’den ne kadar büyük olduğunu gösterir. Allah Resûlü’nde öyle bir gönül ve mârifet havzı vardı ki âdeta okyanuslar gibiydi. Nasıl okyanuslar bir türlü dolmak ve doymak bilmezler. O’nun gönlü de öyle. Hâlbuki Beyazid’in gönlü ibrik gibiydi ve hemen dolup taşmıştı.” Mevlâna bu cevabı verdiğinde, sokakta oynayan bir çocuktur. Ve İbn Arabî ondaki derinliği ta o zaman sezmiştir..

Hz. İbrahim (aleyhisselâm) da, doyma bilmeyen bir insandı. Binaenaleyh, onun talebi, şekkin, tereddütün, şüphenin ifadesi değil, belki هَلْ مِنْ مَزِيدٍyolunun yolcusu olarak, “Daha yok mu Allahım, ver bana, mârifet adına ne varsa.” diyordu. Onun içindir ki, Efendimiz, Buhârî ve Müslim’in rivayet ettiği bir hadislerinde şöyle buyururlar: نَحْنُ أَحَقُّ بِالشَّكِّ مِنْ إِبْرَاهِيمَ“Eğer Hz. İbrahim’inki şek ise, o şek, ondan çok bizim hakkımızdır.”[16] Yani eğer bizde, ölülerin dirileceğine dair şek ve şüphe yoksa -ki yoktur- öyleyse Hz. İbrahim’de evleviyetle yoktur.

Hz. İbrahim’in Üç Târizi

Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) ismetini anlatırken, ona isnat edilen üç yalandan daha doğrusu üç târizden de bahsetmek uygun olacaktır. Çünkü konumuz, umumî mânâda peygamberlerin masumiyetidir. Oysaki yalan büyük bir günahtır. Dolayısıyla bir peygamberin yalan söylemesi, onun ismetine ve güvenilirliğine zıttır. Evet “Yalan bir lafz-ı kâfirdir.” ve imanla meşbu sinelerde barınmaz.

Bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz: “İbrahim bütün hayatı boyunca üç kezibde bulundu.” buyururlar.[17] Buradaki “kezib”, yalan mânâsına değil, “târiz” mânâsınadır. Evet, bu mânâyı, lügat açısından söylememiz tekellüflü görülebilir. Ancak, neticede anlatılmak istenen mânâ bakımından yerindedir. Nitekim, mevzuu izah esnasında bu husus açıkça görülecektir.

İfadeye çok dikkat etmek gerekir. Hz. İbrahim için “Yalan söyledi.” denemeyeceği gibi, “kezib” tabiri de lügat mânâsı kastedilerek söylenemez. Bunlar ilk bakışta hilâf-ı vaki gibi göründüğü hâlde, biraz dikkat edilince dosdoğru sözler olduğu anlaşılacaktır ki, biz bu gibi sözlere “târiz” diyoruz.

Efendimiz, mizah yapmıştır. Ama kullandığı malzeme hep doğrudur. Meselâ, Hz. Enes’e “Ey iki kulaklı!”[18] demiştir. Elbette Enes (radıyallâhu anh), iki kulaklıdır. Bir kadına “Ey kocasının gözünde ak bulunan!” demiş, kadın da “Yâ Resûlallah, benim kocamın gözünde ak yok.” karşılığını verince de, Allah Resûlü, “Her insanın gözünde ak olur.” diyerek latîfesinde söylediği doğruya işaret etmiştir. Yine yaşlı bir kadın geldi: “Yâ Resûlallah! Dua et Cennet’e gireyim.” isteğinde bulununca, Allah Resûlü latîfe ile “Yaşlılar Cennet’e giremez.” buyurdu. Kadın bu sözdeki espriyi anlayamayınca üzüldü.. ve tam ayrılacağı sırada Efendimiz, sözündeki nükteyi izah ederek, bu defa da onu sevindirdi: “Yaşlılar, Cennet’e yaşlı olarak girmeyecek, genç olarak girecekler…”[19]

Peygamber, espri yaparken dahi kullandığı malzemeye çok dikkat buyururlardı.. evet onların bulunduğu makamın, yalanın şakasına dahi tahammülü yoktur. Onlar, insanların önünde ve bütün hareketleriyle örnek olma mevkiindedirler. Onların söyleyeceği şaka dahi olsa, onun içinde hilâf-ı vâkî bir söz, diğer insanlara yalanın ciddisini söylemeye cesaret verir ki, bir peygamber için, böyle kötü bir örnek olmak asla söz konusu değildir.

Hz. İbrahim (aleyhisselâm), doğuştan hanîf ve put düşmanıdır. Henüz peygamber olarak vazifelendirilmediği devrede dahi o, hep putlarla ve putçulukla mücadele etmiştir. Hatta, bir gün kendi kendine karar verip, bütün putları kırıp geçirmiştir.

O günün inançlarındandı ki hâdiseleri değerlendirmede, yıldızlara bakar ve onların değişik münasebetlerinde değişik hükümler çıkarırlardı. Zira, o günün telakkisine göre ilâhlar, gökte ve yıldızlar arasındaydı. İnsanlara hâkim olan da yine onların düşüncesine göre yıldızlardı. Hz. İbrahim (aleyhisselâm) de, devrin telakkisine göre yıldızlara bakar. Fakat bu bakış, sadece oradakileri ikna ve esas düşüncesini tahakkuk ettirebilmek içindi. Yoksa Hz. İbrahim (aleyhisselâm), asla kavim ve kabilesi gibi düşünüyor değildi.

Yıldızlara baktıktan sonra “Ben hastayım.” mânâsına اِنِّي سَقِيمٌder.[20] Bu, birinci hâdise ve birinci târizdir. Nasıl ve niçinini -inşâallah- izah edeceğiz. İkinci târiz de şudur: Putları kırar ve baltayı en büyüğünün boynuna asar. Kendisine “İlâhlarımıza bu işi kim yaptı?” diye sorulunca da, büyük putu gösterir ve “Belki bu! Büyükleri o, ona sorun!” (Enbiyâ sûresi, 21/63) der. Üçüncüsü ise, bizzat Kur’ân’da zikredilmez. Hanımına: “Sana kim olduğun sorulunca benim kızkardeşim olduğunu söyle!”[21] buyurur. Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) söylediği üç târiz, bunlardan ibarettir. Şimdi, bu hâdiseleri biraz daha açalım ki, onun ismetini, bir de bu hâdiselerin çehresinde okuyalım.

1. “Ben Hastayım!”

Birinci hâdise Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır:

وَإِنَّ مِنْ شِيعَتِهِ لَإِ بْرَاهِيمَ * إِذْ جَاءَ رَبَّهُ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ * إِذْ قَالَ ِلأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَاذَا تَعْبُدُونَ * أَئِفْكاً آلِهَةً دُونَ اللّٰهِ تُرِيدُونَ * فَمَا ظَنُّكُمْ بِرَبِّ الْعَالَمِينَ * فَنَظَرَ نَظْرَةً فِي النُّجُومِ * فَقَالَ إِنِّي سَقِيمٌ * فَتَوَلَّوْا عَنْهُ مُدْبِرِينَ

“İbrahim de şüphesiz onun (Nuh’un) yolunda olanlardandı. Nitekim Rabbine temiz bir kalb ile geldi. İbrahim, babasına ve milletine şöyle demişti: ‘Allah’ı bırakıp, uydurma tanrılar mı istiyorsunuz? Âlemlerin Rabbi hakkındaki zannınız nedir?’ İbrahim yıldızlara bir göz attı ve ‘Ben rahatsızım.’ dedi. Onu bırakıp gittiler.” (Sâffât sûresi, 37/83-90)

Hz. İbrahim (aleyhisselâm), bu “Ben hastayım.” cümlesiyle esas rahatsız olduğu noktayı kastediyordu. O, doğduğundan beri putlardan rahatsızdı. Onları ortadan kaldırmadıkça da, onun bu rahatsızlığı geçecek gibi değildi. O, “Ben rahatsızım.” dedi, yanındakiler de onu bedenen hasta zannederek çekip gittiler. Yoksa ısrarla onu da dinî törenlerine götürmek istiyorlardı. Zaten onlar gider gitmez, hemen putların başına binmekle, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), hakikî rahatsızlığının ne olduğunu ortaya koymuş oluyordu. Ne var ki, târiz yapıp, onların başka türlü anlayacakları bir malzeme kullandı. Ancak, sözlerinde kullandığı bu malzeme asla yalan değildi. Sadece İbrahim’in (aleyhisselâm) gayesinden habersiz olanlar, onu yanlış anlamışlardı. Zaten anlayışları bu derece kıt olmasaydı, hakka kulak verir, onu da anlarlardı. Evet, onlar bir ömür boyu direttiler, direttiler de bir gün olsun hak ve hakikati dinlemeye yanaşmadılar; işte asıl yanlışlık da buradan kaynaklanıyordu…

Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) ifadesi bir târizdi ama o, o derece doğru idi ki, yaptığı bu târiz onu, vicdanen mahşerde bile rahatsız edecek ve kendisine gelip şefaat için müracaat edenlere “Ben hayatımda üç defa yalan söyledim. Onun için şefaata ehil değilim.”[22] diyecektir.

Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm), hayatında bir kere söylediği “Ben rahatsızım.” gibi târizi, günümüzün hizmet erleri, (başkalarını söylemeye gerek yok) günde birkaç defa, kendini mecbur bilerek veya bilmeyerek söyledikleri nazara alınacak olursa Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) târizinde ne derece masum olduğu -zannediyorum- daha iyi anlaşılacaktır. Hâlbuki bugün, yalanla doğru arasında gidip gelmeler çok kolaylaştığından, târize dahi (yalana değil) cevaz verirken, çok iyi düşünmek gerekir. Çünkü yalanla doğru aynı dükkânda satılır olmuş ve âdeta iç içe girmiş gibidirler.

İstitradî olarak arz edeyim, durum böyle olunca, Efendimiz’in yalana cevaz verdiği üç yer[23] mevzuunda dahi dikkatli olmamız gerekmektedir. Zira, Asr-ı Saadet’te yalanla doğru arasında büyük uçurum vardı. Sahabi efendilerimiz doğruyu, Müseylime ve adamları da yalanı temsil ediyorlardı. Doğru ile yalan arasındaki mesafe bu kadar genişti. Şimdi ise durum oldukça farklı…

Evet, hakkı temsil eden insanlar, ister içtimaî hayatlarında ister ferdî yaşantılarında kat’iyen yalana yer vermemelidirler. Bu, emniyet insanı olmanın ilk şartıdır. Yalan bizden, biz de ondan olabildiğince uzak bulunmalıyız. Şimdi, biz, bu meseleye bu kadar hassasiyet gösterirsek, doğruyu kendilerinden öğrendiğimiz nebilerin, ne denli hassasiyet göstereceklerini siz düşünün. Hele o nebi, doğrular doğrusu Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın ceddi, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) ise…

2. “Belki O Yaptı”

İkincisi: Bu hâdise de Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır:

وَلَقَدْ آتَيْنَا إِبْرَاهِيمَ رُشْدَهُ مِنْ قَبْلُ وَكُنَّا بِهِ عَالِمِينَ * إِذْ قَالَ ِلأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَا هَذِهِ التَّمَاثِيلُ الَّتِي أَنْتُمْ لَهَا عَاكِفُونَ * قَالُوا وَجَدْنَا آبَاءَنَا لَهَا عَابِدِينَ * قَالَ لَقَدْ كُنْتُمْ أَنْتُمْ وَآبَاؤُكُمْ فِي ضَلاََلٍ مُبِينٍ * قَالُوا أَجِئْتَنَا بِالْحَقِّ أَمْ أَنْتَ مِنَ اللاَّ عِبِينَ * قَالَ بَلْ رَبُّكُمْ رَبُّ السَّمَوَاتِ وَاْلأَرْضِ الَّذِي فَطَرَهُنَّ وَأَنَا عَلَى ذَلِكُمْ مِنَ الشَّاهِدِينَ * وَتَاللّٰهِ لَأَكِيدَنَّ أَصْنَامَكُمْ بَعْدَ أَنْ تُوَلُّوا مُدْبِرِينَ * فَجَعَلَهُمْ جُذَاذاً إِلاَّ كَبِيراً لَهُمْ لَعَلَّهُمْ إِلَيْهِ يَرْجِعُونَ * قَالُوا مَنْ فَعَلَ هَذَا بِآلِهَتِنَا إِنَّهُ لَمِنَ الظَّالِمِينَ * قَالُوا سَمِعْنَا فَتًى يَذْكُرُهُمْ يُقَالُ لَهُ إِبْرَاهِيمُ * قَالُوا فَأْتُوا بِهِ عَلَى أَعْيُنِ النَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَشْهَدُونَ * قَالُوا أَأَنْتَ فَعَلْتَ هَذَا بِآلِهَتِنَا يَا إِبْرَاهِيمُ * قَالَ بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَا فَاسْأَلُوهُمْ إِنْ كَانُوا يَنْطِقُونَ

“Andolsun ki, daha önce İbrahim’e de akla, vicdana uygun olanı (rüşdü) göstermiştik. Biz onu biliyorduk. İbrahim, babasına ve milletine: ‘Bu tapınıp durduğunuz heykeller nedir?’ demişti. Onlar da ‘Babalarımızı onlara tapar bulduk.’ demişlerdi. İbrahim, ‘Andolsun, siz de babalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz.’ deyince, ‘Sen bize gerçeği mi getirdin yoksa şaka mı ediyorsun?’ dediler. O da şöyle dedi: ‘Hayır, Rabbiniz, yerin ve göğün Rabbidir. Onları O yaratmıştır. Ben de buna şahitlik edenlerdenim.’ Allah’a yemin ederim ki, siz ayrıldıktan sonra, putlarınıza bir tuzak kuracağım.’ Sonra hepsini paramparça edip, içlerinden büyüğünü ona başvursunlar diye sağlam bıraktı. Milleti: ‘Tanrılarımıza bunu kim yaptı? Doğrusu o zalimlerden biridir.’ dediler. Bazıları: ‘İbrahim denen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk.’ deyince, ‘O hâlde bunların şahitlik edebilmeleri için onu halkın gözü önüne getirin.’ dediler. İbrahim gelince ona: ‘Ey İbrahim! Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?’ deyince de İbrahim: ‘Belki o yapmıştır, işte büyükleri, konuşabiliyorlarsa sorun (bakalım) onlara…’ dedi.” (Enbiyâ sûresi, 21/51-63)

Hz. İbrahim’e (aleyhisselâm) soruluyor: “Ey İbrahim! Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın?” Cevap veriyor: “Belki o yaptı.” Ve sözün burasında duruyor. Zaten Kur’ân-ı Kerim’de de بَلْ فَعَلَهُsözünde vakıf vardır. Sözün burasında durulacaktır.

Hz. İbrahim (aleyhisselâm), “ـهُ” zamiriyle, onların, “İbrahim” diye seslendikleri şahsı yani kendisini kastediyor. Fakat söz söyleme ustalığı ile onların dikkatlerini büyük puta çekiyor. Esasen burada iki ayrı cümle söylenmiştir; ancak telaffuzda bu iki cümle, tek cümle hâline getirilmiştir ki, zaten muhataplar da bundan dolayı, onu düşüncelerinde yakalayamamışlardır. Birinci cümle “Belki o yaptı!”, ikinci cümle ise “İşte büyükleri.” Şimdi bu iki cümle birleştirilince: “İşte büyükleri, o yaptı.” şeklinde anlaşılıyor.. ve bu bir târiz oluyor. Ayrıca, burada küfürle, putçulukla bir istihza vardır. “Büyükleri şu.” derken Hz. İbrahim (aleyhisselâm), onların bu basit anlayışlarıyla istihza etmiştir. Fakat onlar kafalarını öyle putçuluğa takmışlar ki, bunu dahi anlayacak durumda değillerdir. O, onların putlarına “Büyük” dedi ya, ne kasdettiği umurlarında bile değil…

Veyl putperestliğe! Veyl saplantıya! Veyl dumura uğramış beyinlere ve Allah’a kapalı sinelere!

3. “Kardeşim”

Üçüncü hâdisede ise, onda yalanın zerresi dahi söz konusu değildir. Hatta, buna, târiz bile denmez. Olduğu gibi doğru, hem de apaçık bir doğru… Eğer Nemrut veya adamları sorarlarsa, Sârâ Validemiz: “Ben onun kardeşiyim.” diyecektir. Veya Hz. İbrahim’e (aleyhisselâm) sorarlarsa Sârâ için “Kardeşim” diyecektir. Zira, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), onun zevcesi olduğunu söylese, Sârâ Validemiz’e kötülük yapmaları muhtemeldir. Muhtemeldir ki zevcesiyle Hz. İbrahim’i (aleyhisselâm) zor durumda bırakacaklar.. ve belki de oraları terk etmeye mecbur edeceklerdi. Ancak, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) bu hususta söylediği de yine vâkıa mutabıktır. Zira Cenâb-ı Hak, mü’minleri bütünüyle kardeş saymaktadır. İnanan insanların ilk birleşme noktaları, iman bağıdır. Bu bağla birbirine bağlanmayanlar, aynı anadan-babadan dahi olsalar kardeş sayılmazlar. Oysaki, zaman ve mekân ayrılıkları bile iman kardeşliğine mâni değildir. İnananlar bütünüyle birbirlerinin kardeşleridirler ve bu mevzuda, kadın-erkek ayırımı da yoktur. Diğer bütün yakınlıklar ise, bu kardeşlikten sonra gelir. İnsan karısını boşarsa, karı-kocalık bağı ve yakınlığı ortadan kalkar; fakat iman kardeşliği yine devam eder.

İşte Hz. İbrahim (aleyhisselâm), esas olan bu yakınlığa dikkat çekmiş ve Sârâ Validemiz’e “Kardeşim” demiştir. Bu söz, doğrunun ta kendisidir. Ve târiz dahi değildir. Ancak, gözüne perde inmiş olanlar ve kulakları bu türlü inceliklere kapalı bulunanlar bunu hiçbir zaman anlayamayacaklardır.

Bu mevzuun bize vermek istediği mesaj şudur: 1) Hz. İbrahim (aleyhisselâm), asla yalan söylememiştir. 2) Nebilerin yolunu tutup giden hizmet erleri de hep yalana kapalı kalmalıdırlar. Aslında, hakikî mü’min, gözüne isabet eden bir haram veya dudaklarından dökülen bir yalan karşısında bütün bir ömür boyu ızdırap çeker ve gözyaşı döker. Ne seviyede olursa olsun bütün rehberlere, hayatlarını ruhanîler gibi geçirmek düşer.

Babasına Duası

Şimdi son olarak da, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) babası için yaptığı dua ile alâkalı zellesine bir göz atalım:

Acaba, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), dalâlette olan babası için neden Cenâb-ı Hak’tan mağfiret talebinde bulunmuştu? Onun gibi bir peygamber, getirdiği mesajları kabul edenlerle iktifa etmesi gerekmez miydi? Niçin inanmayan babasının arkasına bu kadar düştü ve ardından, onun affedilmesi için Cenâb-ı Hakk’a onca dua ve niyazda bulundu? Bu bir hata mıydı? Hata ise ufku hatalara kapalı bir nebiyle nasıl telif edilebilirdi?. Bu böyle olunca onların başka hususlarda da hata etmediklerini nereden bileceğiz?. Bileceğiz de gönül itminanıyla arkalarından gideceğiz?

İşte dünkü mülhitlerin, bugünkü modern kâfir ve şüphecilerin dile doladıkları istifhamın esası!

Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) duasında: وَاغْفِرْ لِأَبِي إِنَّهُ كَانَ مِنَ الضَّالِّينَ“Babamı da bağışla. Şüphesiz o, sapıklardandır.” (Şuarâ sûresi, 26/86) Hz. İbrahim’i (aleyhisselâm) bu duaya sevk eden âmili de Kur’ân-ı Kerim şöyle anlatmaktadır:

مَا كَانَ اسْتِغْفَارُ إِبْرَاهِيمَ ِلأَبِيهِ إِلاَّ عَنْ مَوْعِدَةٍ وَعَدَهَا إِيَّاهُ فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُ أَنَّهُ عَدُوٌّ ِللّٰهِ تَبَرَّأَ مِنْهُ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ لَأَوَّاهٌ حَلِيمٌ

“İbrahim’in, babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allah’ın düşmanı olduğunu anlayınca da ondan uzaklaştı. Doğrusu İbrahim çok içli ve yumuşak huylu idi.” (Tevbe sûresi, 9/114)

Hz. İbrahim (aleyhisselâm), babasına nasıl söz vermişti. Kur’ân buna temas eder:

قَدْ كَانَتْ لَكُمْ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ فِي إِبْرَاهِيمَ وَالَّذِينَ مَعَهُ إِذْ قَالُوا لِقَوْمِهِمْ إِنَّا بُرَءَؤُا مِنْكُمْ وَمِمَّا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ كَفَرْنَا بِكُمْ وَبَدَا بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةُ وَالْبَغْضَاءُ أَبَداً حَتَّى تُؤْمِنُوا بِاللّٰهِِ وَحْدَهُ إِلاَّ قَوْلَ إِبْرَاهِيمَ لِأَبِيهِ لَاَسْتَغْفِرَنَّ لَكَ وَمَا أَمْلِكُ لَكَ مِنَ اللّٰهِ مِنْ شَيْءٍ

“İbrahim (aleyhisselâm) ve onunla beraber olanlarda, sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır. Onlar milletlerine şöyle demişlerdi: ‘Biz sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız; sizin dininizi reddediyoruz. Artık bizimle sizin aranızda, Allah’a inanmanıza kadar ebedî düşmanlık ve öfke başgöstermiştir.’ Yalnız İbrahim babasına: ‘Andolsun ki senin için mağfiret dileyeceğim, fakat sana Allah’tan herhangi bir şeyi savmaya da gücüm yetmez.’ demişti.” (Mümtehine sûresi, 60/4)

Bu âyette, imanla küfür arasındaki düşmanlığın ebedî oluşuna açıkça delâlet vardır. Küfrün ruhunda, imana karşı nefretin ve bunun küfrün tabiatı olduğuna işaret eder. Bu itibarla kâfirin, müslümanı bir türlü sevemeyişini bu noktada aramak icap eder.

Kur’ân-ı Kerim, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) babasının dalâlette olduğunu gösteriyor. Babasının böyle olması, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) için bir nakîse ve kusur da değildir. Efendimiz’in cedleri içinde de tam tevhide ulaşamayanların olduğu söylenebilir. Abdülmuttalip, Hâşim ve Lüey nasıl bir tevhid anlayışına sahiplerdi bilemeyeceğim. Ancak, fetret devrinde yaşamış olduklarından dolayı, fetret devri insanları gibi muamele göreceklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bununla beraber onlarda olması muhtemel kusurların, Efendimiz’in risalet vazifesiyle gönderilmesine mâni olması da söz konusu değildir.

Evet, evvelâ bilinmelidir ki, eğer, Âzer, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) babası ise ve Hz. İbrahim (aleyhisselâm) de ona dalâlette diyorsa, bunun Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) peygamberliğine hiçbir zararı yoktur. Bazen Cenâb-ı Hak, Âzerlerden İbrahim (aleyhisselâm), bazen da Hz. Nuh (aleyhisselâm) gibi nezih ruhlardan Kenanlar yaratır. Avam ifadesiyle söyleyecek olursak, yer yer velidlerden pelitler, pelitlerden de velidler meydana gelebilir. Evet, bazen, şeytan gibi insanlar, melekler için kuluçkaya yatarlar, bazen da melek gibiler şeytana kuluçkalık yaparlar.

Allah (celle celâluhu), ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır. O’nun kudreti her şeye yettiği gibi, kimse O’na hesap da soramaz. Evet, O, Âzer gibi bir ölüden, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) gibi, insanlara hayat üfleyen bir diriyi de yaratabilir.. yaratır ve onu iki altın silsilenin mebdei yapabilir. Evet, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) iki oğlu da peygamberdir. Hz. İshak’ın (aleyhisselâm) soyu Hz. İsa Aleyhisselâm’la noktalanırken, Hz. İsmail Aleyhisselâm’ın nesli de İki Cihan Serveriyle varlığa gaye olma ufkuna ulaşır.

İkincisi: Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) babasına dua etmesi, tamamen fıtrî ve insanî bir harekettir. Nitekim Efendimiz de, amcası Ebû Talib’i yana yakıla tevhide davet etmiş; ardından da: “Eğer men olunmazsam, senin için hep istiğfar edeceğim.”[24] demiştir. Ebû Talip ki, O’nu tam kırk yıl bağrına basmış ve her zaman O’nun yanında olmuştur. O’nunla bütün sıkıntılarını paylaşmış, hatta Kureyş’in ilan ettiği boykotta bile O’nu yalnız bırakmamıştır. Allah Resûlü’ne, hayatı boyunca bu kadar hizmet eden ve O’nu hep himaye etmeye çalışan amcasına, ısrarla dini telkin etmesi ve onun müslüman olmasını istemesi ne derece mâkul ve fıtrî ise, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) yaptığı dua da o derece tabiîdir. Çünkü babası, onun vücuduna sebeptir. Belli bir devreye kadar onu büyütüp yetiştirmiştir. Ayrıca düşünceleri ne olursa olsun, din, onlara, (yani ana-babaya) “üf” bile dememeyi emretmektedir.[25]

Üçüncüsü: Tebliğ, peygamberlerin varlık gayesidir. Hidayete erdirmek ise onların elinde değildir. Onların vazifesi hak ve hakikati sürekli anlatmak ve bu mevzuda meşru olan her vesileyi kullanmaktır. İşte Hz. İbrahim (aleyhisselâm) de, bu mânâda babasını yumuşatıp, onun gönlünü hidayete hazırlamanın gayretini göstermektedir. Ona vaad ettiği dua da, bu cümleden olsa gerektir. Zira dua da hidayet vesilelerindendir ve kimsenin hidayeti hususunda ümitsizliğe düşmemek lâzımdır. Düşmemek lâzımdır; zira: إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَâyeti,[26] saraheten bazı kâfirlerin hidayete ermeyeceğini söylemesine rağmen Efendimiz, Ebû Cehil, Ebû Leheb, İbn Ebî Muayt gibi kâfirlerin yanına sık sık gitmiş ve onları doğru yola davet etmiştir. Hidayet Allah’ın (celle celâluhu) elindedir.. ve Hz. İbrahim (aleyhisselâm) buna çok iyi inandığı için, dua vesilesine kadar babasına karşı her yolu denemiştir. Evet, onun içindir ki, babasının hidayeti için Cenâb-ı Hakk’a dua edip yalvarmıştır. Bunda da Cenâb‑ı Hakk’a iman ve itminan vardır. Ancak o, meşîet-i ilâhiyeye vâkıf olunca, derhal duadan vazgeçmiş, âdeta فَلِلّٰهِِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ“Hâkim irade Allah’a aittir.” (En’âm sûresi, 6/149) demiştir.

Hem Hz. İbrahim (aleyhisselâm), Efendimiz’e uzanan yolda âlemşümul bir mesajla gelmişti. Onun vazifesi, herkese tebliğdi ve babasını istisna etmesi için de hiçbir sebep yoktu. Bir de buna, cibillî yakınlık eklenince elbette hem bir evlât, hem de bir nebi olma durumu, onu babasının hidayetinde ısrar etmeye itiyordu. Kur’ân-ı Kerim, onun babası karşısında nasıl yanıp tutuştuğunu ve ondan gördüğü kabalıklara hiç aldırmadan nasıl “Babacığım, babacığım!” dediğini ve onu doğru yola davet ettiğini şu âyetleriyle ne güzel dile getirir:

وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِبْرَاهِيمَ إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقاً نَبِيّاً * إِذْ قَالَ ِلأََبِيهِ يَا أَبَتِ لِمَ تَعْبُدُ مَا لاَ يَسْمَعُ وَلاَ يُبْصِرُ وَلاَ يُغْنِي عَنْكَ شَيْئاً * يَا أَبَتِ إِنِّي قَدْ جَاءَنِي مِنَ الْعِلْمِ مَا لَمْ يَأْتِكَ فَاتَّبِعْنِي أَهْدِكَ صِرَاطاً سَوِيّاً * يَا أَبَتِ لاَ تَعْبُدِ الشَّيْطَانَ إِنَّ الشَّيْطَانَ كَانَ لِلرَّحْمَنِ عَصِيّاً * يَا أَبَتِ إِنِّي أَخَافُ أَنْ يَمَسَّكَ عَذَابٌ مِنَ الرَّحْمَنِ فَتَكُونَ لِلشَّيْطَانِ وَلِيّاً

“Kitapta, İbrahim’e dair anlattıklarımızı da an; o, şüphesiz dosdoğru bir peygamberdi. Babasına şöyle demişti: ‘Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun? Babacığım! Doğrusu sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Bana uy, seni doğru yola eriştireyim. Babacığım! Şeytana tapma. Çünkü şeytan, Rahmân’a baş kaldırmıştır. Babacığım! Doğrusu sana Rahmân katından bir azabın gelmesinden korkuyorum ki, böylece şeytanın dostu olarak kalırsın.” (Meryem sûresi, 19/41-45)

Evet, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), başkalarına sunduğu nurlu mesajı, babasının geçeceği yollara da serpiyor ve onun için âdeta yollara dökülüyordu. Hangi evlât vardır ki, babasının hidayeti için böyle yürekten, kemal‑i ciddiyetle ve samimî olarak gayret göstermez. Hele o insan, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) gibi Halîm, Selîm ve Evvâh bir peygamber olursa…

Dördüncüsü: Bazı tefsirciler, Arapça’da اَبٌkelimesinin “ata” mânâsına da geldiğine dikkati çekerler ve Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) يَا أَبَتِdiye hitap ettiği şahsın, onun öz babası değil de dedesi, amcası veya bir başka yakını olabileceği ihtimali üzerinde de dururlar.[27]اَبٌkelimesinin çoğulu olan آبَاءُKur’ân-ı Kerim’de de geçer ve “Atalar” mânâsına kullanılır.

Meselâ Hz. Yusuf (aleyhisselâm): وَاتَّبَعْتُ مِلَّةَ آبَآئِـي إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَder. “Atalarım, İbrahim, İshak ve Yakub’a uydum.” (Yusuf sûresi, 12/38) Görüldüğü gibi آبَائِي kelimesi bu âyette “atalarım” mânâsına kullanılmıştır. Hele آبَاؤُنَا اْلأَوَّلُونَ tabiri Kur’ân’da çok sıkça geçer ki; “O ilk atalarımız.” demektir. Durum böyle olunca, ihtimal ki Hz. İbrahim (aleyhisselâm), Âzer’in oğlu değil de onun torunu veya yeğenidir. Nitekim bir rivayete göre o, Târah’ın oğludur.[28] Bir başkasının da olabilir. Mülâhaza dairesi böyle açık olunca, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), ne babasının gölgesinde kalan bir insandı, ne de onun dalâletini bildikten sonra, onun için istiğfar edecek bir insandı. Kur’ân-ı Kerim, onun bir duasını da bize şu şekilde naklederek onu bize de talim buyurmak istemiştir: رَبَّنَا اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِنِينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ“Rabbimiz, beni, anne-babamı ve mü’minleri hesabın görüldüğü gün mağfiret buyur.” (İbrahim sûresi, 14/41) Burada ise ana-baba mânâsına وَالِدَيَّ “Valideyye” tabiri kullanılmaktadır.

Meseleye, arz ettiğimiz hususlar zaviyesinden bakacak olursak, açıkça görülür ki, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), nezihti, temizdi, masumdu, günahsızdı ve ismet sahibi yüce bir nebiydi.. O, her zaman hak söylemiş ve daima hakkın yanında olmuş kutlulardan bir kutluydu.

Hz. İbrahim tam bir tevhid insanıydı ve teslimiyet, onda zirvede idi. Onun içindir ki “hillet”, ona tahsis edilmiş ve “Allah İbrahim’i dost edinmişti.” (Nisâ sûresi, 4/125) mealindeki âyet bu hilleti anlatmaktadır. O, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerinden ne pahasına olursa olsun, zerre kadar inhiraf etmemiş; hatta O’na “Evlâdını kes!” deyince bile, zerre kadar tereddüt geçirmemişti.[29]“Hanımını ve çocuğunu ıssız bir çölde bırak!” emri geldiğinde, hemen emri yerine getirmiş.. sonra da arkasına bakmadan çekip gitmişti. Başka bir seferinde o, kendi canıyla imtihan olmuş.. onun için hazırlanan cehennemî bir ateşin içine atılmış; ama zerre kadar endişeye kapılmamıştı.. hatta, bu arada melek gelip de yardım teklifinde bulununca, O Hak dostu bu teklifi reddetmiş ve “O biliyor ya!”, demişti. Tabiî onun içini “berd ü selâm” hâline getiren bu teslimiyet, ateşi de “berd ü selâm” etmişti.

Hz. İbrahim (aleyhisselâm), işte böyle bir nebiydi ve Rabbiyle münasebeti bu kadar kuvvetliydi. Bütün bunlara rağmen, onun günaha girebileceğini düşünmek, başka değil, sadece onu bilmemenin, tanımamanın, daha açık bir ifadeyle kapkara bir cehaletin ifadesidir…

Evet o, bir şefkat âbidesiydi.. ve işte bu şefkat âbidesi, babasının hidayetini talep etmişti.. etmişti ama onun hakikî mahiyetini öğrenince de derhal bu isteğinden vazgeçmişti. Bir rivayette; ahirette de Allah (celle celâluhu) babasını ona, bir keler şeklinde temessül ettirecek ve o, bu manzarayı gördükten sonra, babasına olan cibillî alâkasından da vazgeçecektir.[30]

Her şeyin en iyisini Allah (celle celâluhu) bilir.

D. …Ve İffet Âbidesi Hz. Yusuf (aleyhisselâm)

Tevrat, Hz. Yusuf’la (aleyhisselâm) alâkalı iftiralarla doludur. Akla-hayale gelmedik ne kadar iftira varsa, hepsi malzeme olarak kullanılmış ve -hâşâ- Hz. Yusuf (aleyhisselâm), âdî bir insan durumuna düşürülmüştür. Hâlbuki o, sîretiyle-sûretiyle pâk ve nezih bir nebidir. Ve her peygamber gibi o da ismet sıfatıyla donatılıp techiz edilmiştir.

Ancak, burada üzülerek itiraf etmeliyim ki, bizim tefsircilerimizden bazıları da dikkatsizce Tevrat’tan veya daha umumî mânâda İsrailiyattan yaptıkları alıntılarla, o Yüce Nebi’ye yakışmayacak ve onun ismetine dokunacak yakıştırmalarda bulunmuşlardır. Biz yine, mevzu edindiğimiz diğer peygamberlerde olduğu gibi, Hz. Yusuf’la (aleyhisselâm) ilgili hâdiseleri de Kur’ân’dan takip ederek, Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm) iffet ve ismetini Kur’ân âyetleri içinde bulmaya çalışacağız. Tabiî ki, bu çalışma, sadece mevcudu ortaya çıkarma gayretidir. Yoksa Kur’ân’da bu husus gayet sarih ve açık olarak belirtilmektedir. En âmî bir insan dahi, Yusuf sûresini, bir kere -tabiî mânâsına inerek- okusa, arz edeceğimiz hususları rahatlıkla bulabilecektir. Yeter ki, ona peşin fikirliliğin körelttiği bir gözle bakmış olmasın..

Hz. Yusuf (aleyhisselâm), çocukluğunda kardeşleri tarafından kuyuya atılmış ve sonra da köle gibi satılmıştı. Onu Mısır’da bir vezir satın almış, sonra da bir evlâtlık gibi bağırlarına basmışlardı. Ancak, Yusuf çocukluk devresini aşıp, gençlik çağına girince, vezirin hanımı, Yusuf’a karşı başka duygular beslemeye başlamıştı. Derken, Kur’ân’ın anlattığı gibi, bir gün kapıları sıkıca kapatıp ondan kâm almak istemişti. Ancak, gelen tekliften ürperen ve o güne kadar aklının, hayalinin ucundan dahi geçirmediği bir şeyle karşılaşan Hz. Yusuf (aleyhisselâm), derhal oradan uzaklaşmak istedi ama, kadın arkasından yetişip gömleğinden çekince, Hz. Yusuf (aleyhisselâm) yakalandı, gömleği de yırtıldı. Tabiî, bu arada kapı açılınca, birden bire vezirle karşılaştılar.. ve Hz. Yusuf’a bir imtihan yolu daha göründü.. zira, kadın, kocasını görünce derhal iftiraya başladı ve “Karına kötülük yapmak isteyenin cezası nedir? Hapis veya işkence değil midir?” (Yusuf sûresi, 12/15-25) dedi. Bu bir iftiraydı ve iftira her yönüyle kendisini ele veriyordu.

Şimdi naklettiğimiz hâdiseyi bir de, âyetlerin satır aralarında takip ederek Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm) ismetine delâlet eden hususları yakalamaya çalışalım:

وَرَاوَدَتْهُ الَّتِي هُوَ فِي بَيْتِهَا عَنْ نَفْسِهِ وَغَلَّقَتِ اْلأَبْوَابَ وَقَالَتْ هَيْتَ لَكَ قَالَ مَعَاذَ اللّٰهِ إِنَّهُ رَبِّي أَحْسَنَ مَثْوَايَ إِنَّهُ لاَ يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ

“Evinde bulunduğu kadın onu kendine çağırdı, kapıları sıkı sıkı kapadı ve “Gelsene!” dedi. Yusuf: ‘Maâzallah! Doğrusu senin kocan benim efendimdir, bana iyi baktı. Haksızlık yapanlar kat’iyen başarıya ulaşamazlar’ dedi.” (Yusuf sûresi, 12/23)

Evvelâ, Kur’ân, gıybet etmiyor. Kadının ismini vermiyor, onu sadece “evin hanımı” unvanıyla ele alıyor.

Bütün kapıları kapatan, kadındır. Bu arada ilk ses de, bütün şûhluğu ile kadından gelir. Arkadan o iffet âbidesinden de bir ses yükselir: “Maâzallah!” Yusuf (aleyhisselâm), bu hareketiyle kıyamete kadar gelecek bütün gençlere ne büyük bir irade timsalidir!

Âyette, sarihan Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm), gelen teklif karşısında kat’î bir tavır belirttiği açıktır. Hz. Yusuf (aleyhisselâm) “Rabbim” derken kimi kastediyor? Ya bu ifade ile kasdı Cenâb-ı Hak’tır ki, günaha girmek, O’nun kendisine bunca bahşettiği nimetlere karşı nankörlükle mukabele etmek demektir. Nankörler ise asla kurtuluşa eremezler. Ya da kadının kocasıdır ki, daha önce geçen اَكْرِمِي مَثْوَيهُ“Ona iyi bak.” ifadesine bir telmihtir. Hakikaten kadının kocasının, Yusuf’a çok büyük iyilikleri dokunmuştur. Bütün bu iyiliklere karşı Yusuf, nasıl nankörlükle mukabele edebilirdi ki?

Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da, Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm) günahtan kaçınması, hiçbir zaman efendisinin veya Cenâb‑ı Hakk’ın kendisine olan ihsan ve lütuflarından dolayı değildir. Bu, sadece meselenin temel esaslarından biridir ve kadının anlayış seviyesine göre bir tenezzüldür. Hâlbuki Hz. Yusuf’un günahtan kaçınma sebebi, daha ağzından dökülen ilk cümlede gizlidir: “Maâzallah – Allah’a sığınırım!” Demek ki onun günahtan kaçınması doğrudan doğruya Allah (celle celâluhu) korkusu, Allah mehâbetiyle alâkalıdır ki, makbul olan takva da budur.

Günah, nasıl bir netice doğurur, Hz. Yusuf (aleyhisselâm) bunun da şuurundadır. Günah bir zulümdür, bir haddi tecavüz etmektir ve bir fasit daireye girmektir. Neticesi ise hem dünyada hem de ahirette hüsrandır.

Hz. Yusuf (aleyhisselâm) hakkında yanlış anlama ve anlatmalara sebep olan âyet ise, hemen bu âyetin ardından gelen وَلَقَدْ هَمَّتْ بِهِ وَهَمَّ بِهَا لَوْلاَ أَنْ رَأَى بُرْهَانَ رَبِّهِ âyetidir.[31]

Âyete mânâ vermeden önce bazı kelimeler üzerinde durmamız yararlı olacaktır: Bu âyette, yanlış-doğru anlamalar üzerine nirengi kelime هَمَّ kelimesidir.

هَمَّ fiili mazî bir kelimedir. Bu kelimenin çeşitli mânâları vardır ve failin durumuna göre, bu mânâlardan birini tercih etmemiz gerekir. Lügat ilminde de bir kaide vardır (eğer aksi bir delil yoksa veya mevzua mutabakatsızlığı söz konusu değilse) kelime için esas ve hakikî mânâ ilk sıradaki mânâdır. Bölge farklılıkları mahfuz, bu mevzuda lügatçilerin referansı önemlidir. هَمَّ kelimesine, lügatte verilen ilk mânâ, اَقْلَقَ ve حَزِنَ mânâlarıdır. أَقْلَقَ: “Gönül ızdırabına düşme, hafakanlara girme, hasretle yanıp tutuşma, yanıp yakılma ve mahzun olma.” demektir.

Bu fiil, Zeliha’ya nispet edildiğinde, “Zeliha, Yusuf’tan (aleyhisselâm) ötürü kalaktan kalağa girdi, sıkıntıya düştü, hüzne gömüldü.” mânâlarına gelir. Tabiî Hz. Yusuf (aleyhisselâm) da kendi dünyası adına bir kalak ve hüzne boğuldu. Çünkü o, bu evde bir esirdir. Kaçsa bile yakalanıp geri getirilecektir. Ayrıca bu kadın da ona musallattır. Öyle ise, kadın, onun için yanıp yakılırken üzülüp ızdırap çektiği gibi Hz. Yusuf (aleyhisselâm) da, ismet ve iffeti adına ızdırap çekmektedir. Rabbi ona burhanını göstereceği âna kadar da, teminat altında olduğunu tam bilememektedir.

Evet, Allah (celle celâluhu), ona çamur attırmayacaktı. O, Yusuf’un (aleyhisselâm) etrafını burhanlarla karantinaya almıştı. Ancak bunlara tam uyanacağı âna kadar dehşet, endişe ve ürperti yaşayacaktı. Bence evvelâ üzerinde durulması gereken husus da budur. Mevzu ile alâkalı tefsirler, bu noktadan çıkış yapılarak tekrar gözden geçirilmelidir.

İkincisi: Zeliha, sürekli bir gayret, azim ve kararlılık içindeydi.. evet o, kendisine bir hedef seçmişti; Yusuf (aleyhisselâm) mutlaka onun olmalıydı ve onun bütün derdi buydu. Nitekim, başka bir âyette onun durumu anlatılırken: قَدْ شَغَفَهَا حُبّاً“Aşkı kalbini delmişti.” (Yusuf sûresi, 12/30) deniyor. Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm) durumu ise: كَذَلِكَ لِنَصْرِفَ عَنْهُ السُّوءَ وَالْفَحْشَاء إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُخْلَصِينَ âyetiyle: “İşte ondan kötülüğü ve fenalığı böylece engelledik. Çünkü o, bizim ihlâs kesilmiş kullarımızdandı.” (Yusuf sûresi, 12/24) iffetâmiz, ihsan buudlu sözlerle anlatılmaktadır.

Âyette geçen “muhlas” tabiri de çok mühimdir. Evet, bir “muhlis” vardır, bir de “muhlas”… Hz. Yusuf (aleyhisselâm), bu ikinciden yani muhlas olanlardandır. Her peygamber muhlastır.

Muhlis, ihlâslı insan demektir. O, yaptığı her işi Allah (celle celâluhu) için yapar ve bütün yaptıklarında, sırf Cenâb-ı Hakk’ın rızasını gözetir. Bu itibarla, safvet ve samimiyet içinde, hep Allah’a (celle celâluhu) bağlılığı araştıran insana biz, “muhlis” diyoruz. Fakat görüldüğü gibi o, daha araştırma safhasındadır ve henüz yoldadır. Yani tasavvufî ifadesiyle “seyr ilallah” mertebesindedir. Allah’a (celle celâluhu) doğru giderken, amel ve davranışlarında istikamet mücadelesi vermektedir. Muhlas ise, bütün endişelerden kurtulmuş, ihlâsın zirvesinde taht kurmuş bir babayiğittir. O, “muhlis”in gitmekte olduğu yolları çoktan aşmış ve yolculuğunu “seyr minallah”la taçlamıştır bile. İşte böyle bir insan için, artık, yer yer bizim içine düştüğümüz varta ve sürçmeler söz konusu değildir ki, Yusuf (aleyhisselâm) da bunlardandır. Öyle ise, bir muhlise dahi yakışmayacak davranış veya düşünce, muhlas olan Hz. Yusuf’a (aleyhisselâm) nasıl yakışır?

Ayrıca Kur’ân: وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ“İşte biz muhsinleri böyle mükâfatlandırırız.” (Yusuf sûresi, 12/22) diyerek Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm), muhsinlerden olduğuna da işaret etmektedir. Bizler, iman yoluyla amele, amelle de iman-ı tahkikîye ulaşır, yolun sonunda da ancak ihsan mertebesine çıkabiliriz. Bizler için kavs-i urûçta mukadder bu son basamak, bir nebi için, işin başı ve yolculuğunda ilk kaldırım taşıdır.

İhsan; أَنْ تَعْبُدَ اللّٰهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ، فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ hadisinde de anlatıldığı gibi, Allah’ı (celle celâluhu) görüyor gibi, O’na kulluk yapmaktır.[32] İşte, bizler için son ve ufuk nokta olan bu merhaleye peygamberler, daha işin başlangıcında mazhar edilmiş.. ve onların yolculuğu, bir ölçüde bizler için münteha sayılan bir noktadan başlamıştır. Öyleyse peygamberlerin durumunu tahlil ederken, meselelere hep bu perspektiften bakmak icap edecektir. Aksine, onları kendimizle kıyas edersek, hep yanılırız ve doğruya da bir türlü varamayız.

Zeliha ile Hz. Yusuf (aleyhisselâm), tamamen ayrı iki dünyanın insanıdırlar. Biri, aşkından gözü dönmüş, iradesi felce uğramış, kendi hislerini yaşayan bir insandır, diğeri de, gözü ötelere açılmış, ihsan şuuruna ermiş ve ihlâsın özü hâline gelmiş bir nebi.. tabiî, o da hep kendi iklimine doğru kanat çırpmakta.

Bunlardan her ikisi için de هَمَّkullanılır. Fakat kullanılan bu kelimenin mânâsı, her ikisinin gaye ve hedefi ölçüsünde birbirinden farklıdır.. evet, هَمَّkelimesine, onların himmetlerinin düşünce yapılarının, bilgi birikimi ve kültürlerinin farklılığına göre mânâ verilmelidir. Zaten aradaki fark, biraz sonra meydana gelecek tablodan da anlaşılacaktır. Yusuf (aleyhisselâm), ismet ve iffete doğru, Zeliha ise, şehvet ve günaha doğru koşmaktadır.. ve ikisi de âdeta yarışmaktadır. Yusuf (aleyhisselâm) kaçıyor, diğeri kovalıyordu. Eğer Yusuf’ta (aleyhisselâm), zerre kadar meyil olsaydı, böyle bir kovalama olmazdı ki! Demek ki, Yusuf’un azmi, niyeti ve hedefi tamamen başkaydı. Ve o, o yüce hedefe doğru koşmaktaydı. Zaten ikisi arasında cereyan eden mücadeleyi izlerken de bu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

Evet, Hz. Yusuf, Zeliha’dan öyle kaçmaktadır ki, kadın, arkasından çekip odadan çıkmasına mâni olmak isteyince, Yusuf’un (aleyhisselâm) gömleği arkadan yırtılmıştır. Tam bu sırada Yusuf (aleyhisselâm) kapıyı açar ve dışarıya fırlar, kadın da arkasındadır. Ve bu kovalamaca ile vezirin karşısına çıkılır. Böyle bir durumda, ne diyeceğini, ne yapacağını şaşırmış olan kadın hemen kendini müdafaaya geçer ve Hz. Yusuf’a isnatta bulunur.. bulunur ama, dediklerine, ne kendisi ne de kocası inanmıştır. Zaten ortada bir de şahit vardır. Suskun hâliyle, en büyük hatipleri dahi susturacak bu şahit, şüphesiz Yusuf’un (aleyhisselâm) yırtılan gömleğidir. Ve kadının akrabasından birisi veya henüz konuşmasını bilmeyen bir çocuk da bu şehadete imza atar.

Mesele anlaşılmıştır; ve Yusuf (aleyhisselâm), zerre kadar günaha bulaşma meyli göstermemiştir. Çünkü gömlek arkadan yırtılmıştır. Eğer niyet Yusuf’ta (aleyhisselâm) olsa ve kadın korunmak isteseydi, gömleğin yırtığı, ön taraftan olmalıydı. Yusuf (aleyhisselâm), burhanlardan birini orada hemen görmüştü. İşte Rabbi, bir yırtık gömlekle onu korumuş ve muhteşem geleceğe doğru bir adım daha attırmıştı.

Bu itibarla, Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm) “hemm”i, düşüncesi, kendi sevdası; Zeliha’nınki de kendi sevdası istikametindeydi. Cenâb-ı Hak’la halvete ermiş bir insanın ve daima Allah (celle celâluhu) murâkabesiyle yaşayan bir nebinin “hemmi”ni, gözü şehvetten başka bir şey görmeyen bir kadının hemmiyle aynı teraziye koyup tartan ve ikisinin düşüncesini de cismaniyetin sis ve dumanları içinde ele alan bir kısım müfessirler, bu inceliği göremediklerinden büyük yanılgı içindedirler. Bence, Kur’ân ve Sünnet-i Seniyyeden referanslı olmayan bütün yorumlar bir daha gözden geçirilmelidir. Yeniden yapılacak bu düzeltme -öyle zannediyorum ki- o samimî, fakat İsrailiyat kurbanı büyüklerimizi de memnun edecektir; zira onlar, bu hatalarından dolayı kim bilir ne füyûzattan mahrum kalmışlardır..?

Evet, kat’iyen inanıyoruz ki nebiyi, herhangi bir beşer gibi değerlendirip tartmak isteyenler, onun mânevî atmosferinden ve diriltici ikliminden mahrum kalırlar.

“Hz. Yusuf (aleyhisselâm), tam gönlüyle Zeliha’nın teklifine meyledecekti ki, Yakup Aleyhisselâm’ı gördü. Eli dudağında Yusuf’a hayretle bakıyordu.” gibi safsatalar, nebinin ismetine, muharref kitapların attığı iftira çamurları cümlesindendir ve bunlar bizim kitaplarımızdan mutlaka silinmelidirler!..

Abdülaziz Debbâğ isimli büyük veli وَلَقَدْ هَمَّتْ بِهِ وَهَمَّ بِهَاâyetinin tefsirinde: “Zeliha kendi düşünce ve tasavvuruna göre harekete geçti, Yusuf (aleyhisselâm) onu bu işten vazgeçirmek için harekete geçti, belki Zeliha’yı dövecek, ona elini kaldıracaktı.” demekte ve هَمَّkelimesini bu şekilde izah etmektedir.[33] İlâhî nefahatın, ümmiyet ufkunu ağartarak ona söylettiği daha nice pırlantalar var!

Hem zaten, başka türlü nasıl düşünülür ki, Allah Resûlü kendisine “Sen kerîmsin” diyenlere:

إِنَّ الْكَرِيمَ بْنَ الْكَرِيمِ بْنِ الْكَرِيمِ بْنِ الْكَرِيمِ يُوسُفُ بْنُ يَعْقُوبَ بْنِ إِسْحَاقَ بْنِ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلِ اللّٰهِ yani: “Kerîmoğlu, kerîmoğlu, kerîmoğlu kerîm, İbrahim Halîlullahoğlu, İshakoğlu Yâkuboğlu Yusuf’tur.”[34] dediği bir yüce kamet. Onun büyük dedesi Hz. İbrahim, dedesi İshak ve babası Yakup’tur. İşte Yusuf, böyle kerîmoğlu kerîmdir.. ve Allah Resûlü, bu ifadeleriyle Hz. Yusuf’u (aleyhisselâm) öyle bir noktada işaretlemektedir ki, biz hayallerimizle bile oraya ulaşamayız.

Bizim gibi sıradan ve varlığın özünden değil de, tortusundan yaratılmış insanlar bile, böyle bir günahı aklından geçirmezken, o pâk dâmen, o büyük nebinin böyle şeylere tenezzül edeceğine ihtimal vermek, akıl harici bir safsatadır. Ne akıl ne de nakil böyle bir safsatayı kabul edemez.

O nebi ki, kadınların fettanlığı artıp, kullanılan oyunlar ayrı buudlar kazanmaya başlayınca, Rabbine “Rabbim, hapishane benim için bunların teklifini yapmaktan daha iyidir.” (Yusuf sûresi, 12/33) der, ve saraydaki zevk ü safa dolu bir hayatı terk edip, hapishanenin ufûnetli, tahammül edilmez hayatına iffeti adına razı olur. Evet, dokuz seneye yakın bir mihnet dolu hayatı, sırf ismet ve iffeti uğruna göğüslemesi, onun ismetini ispata yetmez mi? O kadınlar ki, onun güzelliği karşısında kendilerinden geçmiş ve ellerini kesmişlerdi. O kadınlar ki, onu zor durumda bırakmak için, Zeliha’nın ona olan tutkusunu yaymış.. ve ona yakın olabilmek için nice oyunlar denemişlerdi. Ne var ki her defasında karşılarında, bu granit imanlı genci bulmuş ve ondan bir dirhem dahi meyil koparamamışlardı.

Dua etti. Fasit daireye girmemek için, Rabbine yalvardı. Rabbi de, onun duasını kabul etti ve onu hapishanede garantiye aldı. Ardından her devrin çilekeşleri için, hapishane kapıları hep açık kaldı ve hapishaneler, iman ve Kur’ân hizmetkârları, hakikat işçileri için birer “Medrese-i Yusufiye” oldu.

O iffetine o kadar düşkün idi ki bir gün geldi, ona “Hapisten çık.” dediler. O, diretti ve “İffetim herkesçe bilinmedikçe hapisten çıkmam.” (Yusuf sûresi, 12/50) dedi. İffetli yaşamak ayrı bir iş, onun ispatı da ayrı bir işti.. bunların ikisi de, onun gelecekteki misyonu adına büyük önem taşıyorlardı. O, hapisten çıkmadı.. Zeliha herkesin bulunduğu bir yerde suçunu itiraf etti. Ardından da onun nasıl bir iffet âbidesi olduğunu söyledi.

Zeliha bile günahını itiraf edip onun ismetini ilan ederken, hâlâ o şanı yüce bir nebiye günah isnat edenlere bilmem ki ne demeli?.

[1] Buhârî, merdâ 1; tevhid 31; Müslim, munâfıkûn 58-60.
[2] Bakara sûresi, 2/35; A’râf sûresi, 7/19.
[3] Tirmizî, tefsir (7) 3.
[4] Taberânî, el-Mu’cemü’s-sağîr, 2/52; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 10/60; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 3/102; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 1/522.
[5] Tâhâ sûresi, 20/121.
[6] Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 1/428.
[7] Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân, 3/49.
[8] Ahzâb sûresi, 33/30.
[9] Serahsî, Mebsût, 22/67.
[10] Buhârî, kader 11; Müslim, kader 13.
[11] Buhârî, enbiyâ 40; Müslim, fedâil 17. (Lafız Müslim’den)
[12] Râzî, Mahsûl, 5/538; Âmidî, İhkâm, 1/343; İbn Kesîr, Tuhfetü’t-Tâlib, 1/174; İbn Hacer, Telhîsu’l-Habîr, 4/192.
[13] Buhârî, tefsir (9) 12, 13.
[14] Buhârî, tefsir (21) 8; Müslim, iman 270-272.
[15] Seyyid Kutup, Fî Zılâli’l-Kur’ân, 1/301-302.
[16] Buhârî, enbiyâ 11; Müslim, iman 238.
[17] Buhârî, enbiyâ 8; Müslim, fedâil 154.
[18] Tirmizî, menâkıb 45; Ebû Dâvûd, edeb 92.
[19] Tirmizî, Şemâil, s. 199; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 5/357.
[20] Sâffât sûresi, 37/89.
[21] Buhârî, enbiyâ 8; Müslim, fedâil 154.
[22] Buhârî, enbiyâ 9; Müslim, iman 327-328.
[23] Müslim, birr 101; Tirmizî, birr 26.
[24] Buhârî, cenâiz 81; menâkıbu’l-ensar 40; Müslim, iman 39-40.
[25] Bkz.: İsrâ sûresi, 17/23.
[26] Bakara sûresi, 2/6.
[27] Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, 13/38-40.
[28] Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, 13, 37-40.
[29] Sâffât sûresi, 37/102-103.
[30] Buhârî, enbiyâ 8; Hâkim, el-Müstedrek, 2/260.
[31] Yusuf sûresi, 12/24.
[32] Buhârî, iman 37; Müslim, iman 1-7.
[33] Abdülaziz ed-Debbağ, el-İbrîz, s. 212.
[34] Buhârî, enbiyâ 18-19; menâkıb 13; Tirmizî, tefsir (12) 1.

Kaynak: Sonsuz Nur / M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy