İslâm’ın fikir ve hayata verdikleri

Yazar Egeli

Soru: İslâm, fikir ve hayata ne vermiştir?

Fikir de, hayat da ancak İslâm sayesinde gerçek anlamını kazanabilmiştir.

İnsan bazı hakikatlere kalb yoluyla muttali olur; evet, gözün göremeyeceği şeyler kalb yoluyla görülür. Bazen de hiçbir kitabın yazmadığı, anlatmadığı meselelere yine kalb ve his yoluyla âşina olur insan. Fakat her insanın hissi farklı olduğundan ve içinde bulunduğu âlemin rengini alıp değerlendireceğinden ötürü herkes isabetli bir hüküm veremeyebilir ve körlerin fil tarifi gibi hakikati sadece bir yönüyle değerlendirme durumunda kalabilir. Hiç fil görmemiş körlerin, filin bir yerini tutarak fili tarif etmeleri gibi insanlar da verdikleri hükümlerde bir kısım isabetsizlikler izhar etme durumuna düşebilirler.

İnsanda her ne kadar asıl mesele kalb ise de her fert kalben müşâhedesiyle verdiği hükümlerde bazen değişik hava ve tesirler sebebiyle, bazen de insanın serâdan süreyyâya kadar alçalma ve yükselme arasında, alçalıp hayvanlaşma veya yukarıya çıkıp melekleşme arasında seyriyle bu mertebelerin hükmüne tâbi olarak vereceği hükümler isabetsiz olabilir. Onun için İslâm, doğrudan doğruya insanın içi, kalbi, letâifi ve selim fıtratı olan bir kaynaktan doğan hakikatlere bir akıntı vermiş, bunları bir mecrâya çevirmiş ve insanın sinesinden doğan kulluk ihtiyacını; namaz, oruç, zekât şeklinde formüle etmiştir.

Hıristiyanlık hak bir din idi ve elinde Allah’tan gelme hak bir kitap vardı. Fakat zamanla bir anlamda muvazene bozuldu. “Yaratıcı Allah’tır.” dedikleri hâlde, Hazreti Mesih’e de ulûhiyet isnat etmeye durdular. Allah “Göklerin ve yerin yaratıcısı, ezelî ve ebedî Hâlık’tır.” dedikleri hâlde Hazreti Meryem’i –hâşâ– Allah’ın hanımı gibi gösterdiler ve Hazreti Mesih’e Allah’ın oğlu deyiverdiler. Bütün bunlar tevhidde muvazeneyi bozma mânâsına geliyordu. Çünkü bir varlık ya müstağni-i ale’l-ıtlâktır ya da muhtâc-ı mutlaktır. Allah, müstağni-i ale’l-ıtlâktır. O’nun, Hazreti Mesih ve Meryem olmadan evvel kimseye ihtiyacı olmadığı gibi onlardan sonra da ihtiyacı yoktur. Allah, muhtâc-ı mutlak olmadığına göre bunun ortası da yoktur. Hazreti Mesih ve Meryem, tarihin belli döneminde arz-ı dîdâr etmiş müstesna simalardır. O devreye kadar Allah’ın (celle celâluhu) –hâşâ ve kellâ– Hıristiyan’ın zihnindeki bu mevhum ihtiyacı ne ile giderdiği sorusunun cevabı yoktur. Keza Yahudilik de Hazreti Üzeyr’i aynı şekilde ele almıştır. İslâm’a göre bu düşünce tarzı tevhiddeki muvazeneye ters ve fikrî bir inhiraftır. Allah, Allah’tır, ezelî ve ebedîdir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Hazreti Mesih ve Meryem ise Allah’ın kullarıdır.

İşte Kur’ân bu şekilde Hıristiyan ve Yahudi’nin itikadını da tadil etmiş ve aynı zamanda düşünceye ayrı bir istikamet kazandırmıştır. Bazı tarihçilere göre Yahudilik maddiyeci; Hıristiyanlık da tamamen spritüalist bir zihniyetin temsilcisidir. İslâm bir taraftan bu maddeciliğe net bir tavır alarak tadil etmiş, her şeyi maddeye irca edenlere “dur” demiş, diğer taraftan da “Ruh da vardır, madde de; ikisi de ayrı tecellîlerdir; biri kudret, irade ve meşîetten ise öbürü de âlem-i emirdendir.” demiş ve dayanaksız faraziyelerin önünü alarak tefekküre bir istikamet kazandırmıştır.

Hıristiyanlık metafiziğe daha fazla ağırlık veriyor ve insanlara onu salıklıyordu. Tesirli de olabiliyordu. Hazreti Ömer’in amcası Hazreti Zeyd hanîflerden bir zattı. O, arkadaşı Varaka İbn Nevfel gibi Hıristiyan olmamıştı. Zira kendi içinde hissettiklerine göre onu tatmin edici bulmuyordu.[1] Bu mülâhaza ile idi ki, ciddi bir inkisar içinde ruhunu Allah’a teslim edeceği an, içlerinde oğlu Hazreti Said ve Hazreti Ömer’in de bulunduğu aile fertlerini yanına çağırdı, büyük bir hakikatin yakında zuhur edeceğini onlara müjdeledi. Tabiî kendisi o zamana yetişemeden vefat etti.[2] İşte hanîf olan bu Zeyd, Kâbe’nin önüne geliyor, ve âdeta “Ey büyük yaratıcı! Sana nasıl kulluk yapılacağını bilmiyorum. Bilsem öyle ibadet ederdim.” diyor ve secde ederek kulluğunu yerine getirmeye çalışıyordu.[3] Bu, tertemiz bir vicdanın garazsız, ivazsız hakikate âşina olmasının ifadesiydi. Ama öyle anlaşılıyor ki o, Mâbud-u Mutlak’ın adını dahi bilemiyordu. O’nun adını bilemediği gibi nasıl kulluk yapacağını da bilemiyordu.

Kendisine Cenâb-ı Hak kulluğun erkân ve âdâbını öğreteceği ana kadar Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) de nasıl kulluk yapılacağını belirleyemiyordu. Ama yine de kulluk yapmaya çalışıyordu. Hazreti Âişe’den rivayet edilen bir hadiste –ki, bunu başkalarından duymuş olması lâzım– Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hira dağında bir mağaraya çekilip orada uzun zaman ibadet ettiği anlatılır.[4] Bu ibadetin nasıl olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Biz bundan, Hazreti İbrahim’den, perdeler altında, o güne kadar devam ede gelen kulluk şekli nasılsa öyle ibadet ettiğini anlıyoruz. Ama Efendimiz kulluk yapardı. Kur’ân gelince kulluğu formüle etti ve hayat-ı içtimaiyeye ayrı bir istikamet verdi.

Efendimiz çok afifti. İçinde putların dolu olduğu Kâbe yıkıldığında O, Kâbe’nin inşasında çalışıyor,[5] Cahiliye’de, fiilen olmasa da, Ficar harplerine iştirak ederek Kâbe halkının yanında yerini alıyor[6] ve Hılfu’l-Füdûl’da bizzat bulunuyordu.[7] İslâm geldikten sonra Allah, nerede, ne zaman ve nasıl harp edildiğini öğretti: “Kim, savaşı Allah yolunda ve Allah düşüncesi ile yapıyorsa o, Allah yolundadır; gayrisi Allah yolunda değildir. Allah’ın yüce ve yüksek adının âfâk-ı âlemde bayraklaşmasına mâtuf yapılan savaş Allah yolundadır.”[8] beyanlarıyla İslâm, savaş sistemine de böyle bir istikamet kazandırıyordu.

Bütün bunlarla İslâm’ın topyekûn bir hayata istikamet kazandırdığı söylenebilir. Aslında beşer bünyesinde, kalbinde, ruhunda ve dimağında mündemiç olarak bulunan hakikatler İslâm sayesinde neşv ü nema bulma imkânına kavuştu, beşerdeki büyük potansiyel inkişaf etti. Medenî milletlere, medeniyet muallimi olma hâlini ve ufkunu kazandıran İslâm’la insanda canavarlığa sarf edilebilecek güç, cesaret, şecaat… gibi vasıflar hakperestlik istikametinde kullanılma istikametini elde etti.

İslâm tarihi ve İslâm medeniyet tarihi üzerine Voltaire’in insafsız bakış açısını bertaraf eden Arnold, Gibb ve Renan gibi insaflı kalemler İslâm hakkında hiç olmazsa tarafsız bir kısım şeyler söylemişlerdir. Bu konuda söylenilen sözlerden biri şudur: Beşer, Hazreti Âdem’den Hazreti Muhammed devrine kadar elde edebileceği terakkinin ancak yüzde yirmi beşini kazanmıştır. Hazreti Muhammed, getirdiği esaslarla fikre ve hayata kazandırdığı istikamet sayesinde yüzde yirmi beş daha terakki etmiş ve yüzde elliye ulaşmıştır. O günden bu güne, o formülleri kullana kullana biz ancak yüzde yirmi beşlik bir mesafe kat edebilmişizdir. Ve beşerin terakkisi için tanıdığımız en son noktaya –ümit ediyoruz ki– bundan sonra ulaşacağız.

Bununla Batılı müsteşrik, Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendi devrinde hem hayata hem de fikre önemli bir istikamet kazandırdığını söylemek istiyor. İslâm’da fikir, başkalarını aldatmak, iğfal etmek, şahsî hâkimiyetler kurmak ve bir baronluğa vesile olmak için kullanılmamış; bilakis topyekûn beşerin huzur ve saadetini temin edebilecek müesseselerin kurulmasına mâtuf kullanılmıştır. Mesela, İslâm’dan sonra gelen sistemler eskimiş fakat İslâm, üzerinden on dört asır geçmesine rağmen, İhvân-ı Safâ’dan Fârâbîlere kadar hiçbir düşünce sistemi, hiçbir fikrî akım, bunu rafa kaldırıp da onun yerine başkasını getirelim deme lüzumunu duymamıştır. Çünkü fikir artık tam istikamet kazanmıştır. Bugünkü ilmî ve fikrî tıkanıklık, inşâallah, erbabının elinde, demirin Hazreti Davud’un elinde balmumu yumuşaklığına gelip istenilen kalıba girmesi gibi kâmet-i kıymetine uygun şekilde açılacak ve inkişaf edecektir.

[1] Buhârî, menâkıb 24; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/54; el-Bezzâr, el-Müsned 4/165.
[2] İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 1/162; et-Taberî, Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk 1/529.
[3] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/54; ez-Zehebî, Târîhu’l-İslâm 1/91.
[4] Buhârî, bed’ü’l-vahy 3; Müslim, îmân 252.
[5] Buhârî, hac 42, menâkıbü’l-ensâr 25; Müslim, hayz 77.
[6] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 1/326; et-Taberî, Tehzîbü’l-âsâr 1/22.
[7] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/190, 193; el-Bezzâr, el-Müsned 3/235; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 1/129.
[8] Buhârî, ilim 45; cihâd 15; Müslim, imâret 149-151.

. Kategori Kendi Ruhumuzu Ararken, M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy