İslam’da Namaz-5

Yazar Egeli

a. Şeytanın Vesvese Vermesi

Şeytan, Allah’ın emrine isyan ettiği anda söylediği, فَبِمَا أَغْوَيْتَنِي لَأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ  “Beni rahmetinden uzaklaştırmana karşılık, and içerim ki ben de onları (kullarını) saptırmak için Senin doğru yolunun üstüne oturacağım.”[93] sözüne sadâkat içinde yaşar ve her daim önden, arkadan, sağdan, soldan yaklaşmak suretiyle mü’minleri baştan çıkarmaya çalışır. Şeytan, bu sözü her türlü iyilikten mü’mini alıkoyma adına söylemiştir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), onun bu sinsiliğini, إِنَّ الشَّيْطَانَ يَجْرِي مِنَ ابْنِ آدَمَ مَجْرَى الدَّمِ “Şeytan, Âdemoğlunun damarlarında dolaşır.”[94] sözüyle ifade eder.

Şeytan, mü’mine daha çok namazda yaklaşır. Çünkü namaz, diğer bütün ibadetlerin ihtiva ettiği mânâları kapsar. Dolayısıyla hiçbir ibadet onun seviyesine ulaşamaz. Onun bu hususiyetinden dolayı da şeytan namazda insana musallat olur; mü’minin kalbine vesvese, kafasına da şüphe ve tereddüt okları atar; onu dünyevî meselelerle meşgul eder ve bu şekilde namazını ifsat etmeye çalışır.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bir yerde ezan okunduğunda şeytan oradan bir hınçla uzaklaşır; ezanı duyamayacağı yere kadar koşar. Ezan bitince tekrar gelir. Kâmete başlanınca yine uzaklaşır, kâmet bitince geri dönüp kişi ile kalbinin arasına girer ve ‘Şunu hatırla, bunu düşün!’ diye aklında daha önce hiç olmayan şeylerle vesvese verir. Öyle ki (buna kapılan) kişi kaç rekât kıldığını bilemeyecek hâle gelir.”[95] hadisiyle, şeytanın daha çok, namaz vesilesiyle miraç yapan insanlara musallat olacağını; mâneviyat adına boş ve harap gönüllere uğramayacağını bildirmektedir.

Evet, şeytan, mâneviyatsız insanlara musallat olmaz. Zira onlar, zaten şeytanın, “Tamamen orduma iltihak ettiler.” deyip yakalarını bıraktığı, dolayısıyla hayatlarında namazın, orucun, haccın, hatta bazıları itibarıyla Allah inancının yeri olmayan insanlardır. Bu hâlleriyle onlar, kendi kendilerinin şeytanı olmuşlar ve birbirlerini baştan çıkarmakla meşguldürler. Bu yüzden o, hep mâneviyatla dopdolu gönüller arar ve onu yağma etmek için etrafında döner durur. Kendisini ibadete vermiş insan ne büyük insandır ki merede-i şeyâtîn (şeytanların en azılıları) kendisine musallat olduğu hâlde, diğerlerinden daha iffetli, daha namuslu yaşayabilmekte ve ahlâken daha mazbut olabilmektedir. Onun tek düşüncesi, gece-gündüz mescit yolunda olmak, uyanık bir kalb ve gönülle Rabb’in huzurunda durabilmektir. Zaten böyle olabilenler için şeytan, إِلَّا عِبَادَكَ مِنْهُمُ الْمُخْلَصِينَ  “Senin has kulların hariç (diğer bütün insanları yoldan çıkaracağım).”[96] demektedir. Yani başta nebiler olmak üzere kendilerini aşmış, dünya ve içindekileri ayağının altına almış, sürçtükten sonra tekrar kalkmasını bilmiş ve yoluna devam etmiş, günde beş defa kalbî huzuru temin etmiş, başkalarıyla meşgul olma yerine kendi nefsiyle kavgayı seçmiş insanlara dokunamayacağını, onları saptıramayacağını ve bu husustaki aczini itiraf etmektedir.

Evet, şeytan, mamur gönüllere musallat olacaktır. Namazda başını yere koyup aczini, fakrını ve küçüklüğünü itiraf içinde, “Sana geldim Rabbim!” diyen insanlara sokulacak, onlara vesvese vermek suretiyle namazlarını ifsat etmeye çalışacaktır. Ancak bu mevzuda bir hadis-i şerif karşımıza şu müjdeyle çıkar: “Âdemoğlu secde âyeti okur ve secde ederse şeytan oradan ağlayarak ayrılır ve: ‘Yazık bana, insanoğlu secdeyle emredildi ve secde etti, mukabilinde ona Cennet var. Ben de secdeyle emrolundum ama ben itiraz ettim, benim için de ateş var!’ der.”[97]

Biz, kendimizi bütün bütün sıfırlayıp secdeye kapandığımızda belki o, sinek kanadı kadar bir değer ve kıymeti haiz olmayan ve Cenâb-ı Hakk’ın vaaat ettiği şeylerle teraziye dahi konmayacak olan makam ve mevkimizi, memuriyetimizi, harmanımızı, dükkânımızı, malımızı, mülkümüzü nazara verecek, onlara dikkatimizi çekmeye çalışacak ama biz, bir miraç yaptığımızı düşünecek, bir an evvel merdivenin başına çıkma heyecanıyla soluk soluğa koştuğumuzu ve Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle yüz yüze geldiğimizi hatırlayacağız. Sonra da, “Ey mel’ûn! Rabbimiz bize Cennet ve Cemalullah vaat ediyor, ya senin sermayen nedir?” deyip secdede daha bir derinleşmek suretiyle bu vesveselerden kurtulmaya çalışacağız.

b. Şeytanın Namazdan Hırsızlaması

Namazda sağa-sola bakmaya, şeytanın namazdan hırsızlaması denir. Yani o, namazı tamamen çalamıyor da bir kısmını hırsızlıyor. Erkânı çalamıyor. Son kozunu, nazarları çalma ile kullanıyor. “Sağa baktırabilir miyim, sola baktırabilir miyim?” diye çabalıyor.

Namazdan hiçbir şey çaldırmamak lazım. Şeytan, hiçbir şey çalmamalı namazdan. O bir emanettir. Tam tekmil namaz emanetinin emini olan insanlar, hakikat-ı namaz, misal âlemindeki mahiyeti itibarıyla neden ibaretse, namazlarını ona uygun şekilde eda etmelidirler. Orada rahatsızlık yaşamamak için sizin burada namaza rahatsızlık vermemeniz ve hırsız elinin ona uzanmasına mâni olmanız gerekir. Bütün kalbiniz, hissiyatınız ve letâifinizle Allah’a (celle celâluhu) müteveccih olmalı; namazın hiçbir yerinden hiçbir şey çaldırmamalısınız. İşin henüz başındakilerin o meseleyi duyarak yapması zordur. Fakat Allah bir gün o kapıyı aralayabilir. Hele siz dişinizi sıkın, en önemli, en müsait vaktinizi namaza verin ve zorlayın kendinizi. İnşâallah bir gün gelir, onu güzel bir şekilde eda etme imkânı doğar.

c. Namazlara Karşı Tembellik

Her meselenin başı ve esası iman olduğuna göre, namazlara karşı tembellik gösterme meselesine de öncelikli olarak bu çerçeveden yaklaşmak gerekir. Şöyle ki, imanın şartları arasında sayılan esaslar, ferdin dünyaya bakışını şekillendirir. Buna göre Allah’a iman, kalbî huzurun yegâne esası ve teminatıdır. Allah’a imandan nasibi olmayan kalbler, bu boşluğu kat’iyen başka bir şeyle kapatamazlar. أَلَا بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ  “Dikkat edin. Kalbler başka değil ancak Allah’ı zikir ile tatmin olur.”[98] âyeti bu hakikati hatırlatır.

Peygamberlere iman, maziyi karanlık, geleceği ise endişeler içinde görme bahtsızlığından kurtaran önemli bir faktördür. Biz, onlara ve hususiyle de Nebiler Sultanı’na iman sayesinde, dünya ve ukbânın en tehlikeli yerlerini berk-i hâtif gibi geçeceğimize inanır, O’nun şefaat-i uzmâsı ile hayal ufuklarımızı aşan nimetlerle serfiraz olacağımıza iman ederiz.

Kitaplara iman, semavî kitaplarda yer alan bilhassa ahirete ait tablolar, Cennet ve Cehennem tasvirleri, bunlara inanan insanların sürekli bir metafizik gerilim içinde kalmasını sağlar. Hesap gününün dehşetini kitaplardan takip eden biri hayatının her ânını en iyi şekilde değerlendirmeye çalışır.

Meleklere iman, bize, tek başına kaldığımız anlarda dahi onlarla beraber olduğumuz, onların kontrol ve gözetimi altında bulunduğumuz hissini verir. Bu mülâhaza ile davranışlarımızı kontrol altına alır ve hayatımızı duyarak, hissederek yaşarız.

Kadere iman, musibet veya müjde televvünlü başa gelen her şeyin O’ndan olduğuna, aksine ihtimal vermeyecek kat’iyette inanma demektir.

Ahirete iman, iman esasları içinde yer alan ve davranışlarımızı murakabe altına almamızı sağlayan en önemli bir unsur olmanın yanında, hadd ü hesaba gelmeyen nice dünyevî faydalar da sağlamaktadır. Ayrıca her bir mü’minin gaye-i hayali olan, Allah Resûlü ile yüz yüze görüşme ancak ahirette olacaktır. Enbiyâ-i izâm, selef-i salihîn, evliyâ-ı kiram, asfiya-i fihâm hazerâtının hemen hepsi ahirettedir. Dolayısıyla bunlara kavuşma aşk u şevki içinde bulunan mü’minlerin, ahirete imanları ve o imanın kazandırdıkları daha bir başkadır.

Şimdi bu esasların bütününe iman etmek, kişiyi, öncelikle akide konusunda oturması gereken yere oturtacak ve onu gerçek huzura kavuşturacaktır. Bundan sonra da bu huzuru ihlal eden unsurlar iradî olarak def edilecek ve yine huzurun devamını sağlayacak ibadetler yerine getirilecektir. Dolayısıyla namazlara karşı tembellik göstermenin sebebi, ibadet öncesindeki icmalen arz ettiğimiz iman esaslarında aranmalıdır. İmanı tam tekmil olanlar için böylesi problemler asla bahis mevzuu olamaz.

Namaz, yukarıda kısaca üzerinde durduğumuz iman esaslarını teker teker hatırlatan bir ibadettir. Namazda her zaman, potansiyel bir hatırlatma ve derin bir zevk vardır. O, Rab karşısındaki acz ve fakrımızı hatırlatır. Üstesinden gelinmesi mümkün olmayan ya da öyle gözüken problemleri çözme yollarını gösterir ki, bunun aslı ve esası da her şeye gücü yeten bir Kadîr-i Mutlak’a imandır. Bu son hususu, Fâtiha sûresinin âyetleri üzerinde durarak biraz daha açabiliriz:

اَلْحَمْدُ لِلهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ “Hamd, zerrelerden sistemlere kadar her şeyi yaratan, terbiye eden, yetiştiren, olgunlaştıran Allah’a mahsustur.” Binbir hâdise karşısında insanın elinden tutan ve boğulmaktan kurtaran böyle bir Rabbe inandıktan sonra insan ne için ümitsiz olsun ki?

اَلرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ “O, dünya ve ukbâda, kâfirlere de mü’minlere de merhametlidir.” Rahmeti, gazabını aşkındır. Öyleyse ne diye ümitsizliğe düşülsün ki?

مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ “O, hesap gününün tek sahibidir.” Her kulun burada yapmış olduğu en küçük amelleri dahi kendisine arz edecek ve hesabını soracaktır. Ama rahmeti gazabını geçmiş olan Allahım bana orada da yardım elini uzatacaktır.

إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “Kulluğumuzu sadece Sana hasrettik ve sadece Senden yardım diliyoruz.” Rubûbiyetin, ulûhiyetin karşısında Sana köle olduğumuzu ilan ve itiraf ediyoruz. Fakat bu ne şerefli bir kölelik! Sultanımız, Sultanlar Sultanı olan Sensin Allahım. Bizler, hiçbir mahlûka boyun eğmeyecek kadar aziz ve şerefliyiz. Senin hoşnutluğunun olmadığı her şeye başkaldırmaya hazırız ve biz sadece Seni dileriz.

اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ ۝ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ

“Bize hidayet ver, bizi doğru yola sevk et. Kendilerine lütuflarda bulunduklarının yoluna.. gazaba uğramışların ve yoldan çıkanlarınkine değil!”

İnsan, kendisi için en önemli yardımın ne olacağını bilemediğinden, Allah (celle celâluhu), rahmetinin eseri olarak ona en evvel istemesi gerekeni öğretiyor ve kuluna  اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ demesini buyuruyor.

Şimdi her tarafından tevhid inancı sızan ve şuurla yapılan böyle bir kulluğun Allah’a arz edilmesi ve O’ndan yardım dilenmesi, aslında Allah’ın lütuf ve ihsanları karşısında yapılması gerekli olan şükür ve ibadetin tam yapılamadığının bir itirafı, acz ü fakrının şuurunda olan insanın, Hâlık-mahlûk münasebetini kavramış olmanın esprisi içinde Ganîyy ü Kerîm ve Kadîr u Zü’l-Celâl olan Rabb’ine sığınışının beyanıdır. Bu anlayış ve bu düşünce içinde bulunan bir insan nasıl ümitsiz olur ki?

Evet, bu duygu ve düşüncelerle namaz kılmaya muvaffak olabilen bir insanın, dünyevî işlerini bahane ederek namaz kılmaması düşünülemez. Öyleyse imanın yanı sıra namaz hakikatinin de bu insanlara anlatılması ve mümkünse bunları duymasına yardımcı olunması şarttır.

İnsan, namaz ibadeti ile tıpkı günebakan çiçeklerinin güneşe bakarak gelişimlerini tamamlamaları gibi gelişmesini tamamlayabilir. Günde beş defa Rabb’ine teveccüh ederek, pörsüyen duygularını, solan şuurunu yeniden canlandırabilir. Zindeliğini yeniden kazanıp O’na olan ahd ü peymânını yenileyebilir.

Bu yönüyle namaz, Allah’ın bizlere en büyük bir lütfudur. Onun yokluğu, güneşin yokluğu gibidir. Güneş olmadığında –sebepler plânında– günebakan çiçekleri de olmayacağı gibi, ibadet olmadığında bir anlamda insan da olmayacaktır. Öyleyse ibadete gerçek anlamda muhtaç olan bizleriz.

Öte yandan namaz kılan ve Rabb’inin huzurunda manen dolan bir insan, atılacağı ticarî hayatında da mahzurlu şeylerden olabildiğine kaçınır. Özellikle gün ortasında kıldığı öğle ve ikindi namazları, insanın murakabe ve muhasebe hislerini coşturur; o mekanizmayı harekete geçirir ve insanı yanlışa düşmekten korur. Akşam, yatsı, teheccüt ve sabah namazları ise;

“Nâçar kaldığın yerde
Nâgâh açar ol perde
Derman olur her derde…”
(İbrahim Hakkı)

dizeleriyle anlatılmak istenen esrarın tecellî merkezleridir.

Ayrıca namaz, Müslüman’ın günlük hayatını düzen ve intizam altına alan cebrî bir faktördür. Günde beş defa Rabb’in huzuruna çıkan insan, ister-istemez, hayatını bir düzen içine sokar. Sabah namazından sonra işine başlar, altı-yedi saatlik yoğun bir mesai ile yorulunca öğle namazı ile yeniden zindelik kazanır. İkindiye kadar tekrar çalışır. İkindi namazı ile yeniden zihnî ve bedenî bir dinlenme faslı yaşar. Namazdaki bu esasları bilemeyen ve sezemeyen insanlar huzursuzluk girdabına kapılır ve bunalımdan bunalıma sürüklenir giderler.

Hâsılı, işlerinin çokluğundan namaza vakit bulamayanlar, ilâhî gerçeklere gözleri kapalı olanlardır. Buna göre imandaki zafiyet, iman esaslarına inanılması gerektiği ölçüde inanmama ve bir-iki noktasına temas ettiğimiz namaz hakikatini kavrayamama, maalesef insanımızı bu türlü düşünceler içine sokabilmektedir. Bunlardan kurtuluş yolu ise yukarıda kısmen izah etmeye çalıştığımız gibi, yakîn derecesinde bir iman ve onun hayata yansıtılmasıdır.

d. İbadet Yorgunluğu

Müslümanlar olarak bizim en büyük dertlerimizden birisi de ibadetlerimizin çehresindeki solgunluktur. Ne acıdır ki camilerimiz ve camilerde saf tutan insanlarımız hazan yemiş yapraklar gibi; kimisi esniyor, kimisi uzanmış yatıyor, kimisi mihrapta bile dünya konuşuyor, kimisi bir an önce namazın bitmesini ve kendisini dışarıya atmayı bekliyor. Suizan etmek istemiyorum ama dışa akseden görüntü, –istisnalar olsa da genel itibarıyla– Allah’la tam alâkası olmayan, Peygamberini iyi tanımayan, dedesinin camiye gittiğini gördüğü için mescidin yolunu tutan, babasının namaz kıldığına şahit olduğundan dolayı onu takliden safta yerini alan ve sadece şekil ve surette kalan kimselerin hâlini andırıyor. Bundan dolayı da caminin ve camideki cemaatin hâli başkalarına bir şey ifade etmiyor; ibadet, İslâm’a çağıran bir hâl dili olarak vazife görmüyor. Şayet biz tam bir inanmışlık hâli ortaya koysak, Hazreti Pîr-i Mugân’ın beyanıyla, “Eğer biz ahlâk‑ı İslâmiye’nin ve hakâik‑i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler. Belki küre‑i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.”[99] Fakat maalesef, biz İslâmiyet’i kendi cazibesiyle yansıtamıyoruz.

Aslında Müslümanlık bir farklılığın sesi ve soluğudur. Bu açıdan hakiki bir mü’minin rukûuna bakan ona hayran olmalı, secdedeki hâlini gören neredeyse bayılmalı, Mevlâ-i Müteâl karşısında inlemesini duyan kimse kendinden geçmeli ve onunla beraber secdeye kapanmalıdır. İşte İslâm bu şekilde temsil edilmeyince karşı tarafta da mâkes bulmuyor; hiç kimse şekle bağlı yatıp kalkmalarda namazın ruhunu ve onun kutsî cazibesini göremiyor.

Biz, aslında kulluktan yana bir yorgunluk yaşıyoruz. Hepimiz yorgun askerler gibiyiz, âdeta ibadetlerden yorulmuşuz. Bir bıkkınlık var üzerimizde. Müslümanlığa avamca bakıyoruz, kalblerimizde İslâm’ı çok daraltıyor, sığlaştırıyoruz. Ülfetin zebûnu hâline geldiğimiz için değerler, gözümüzde renk atmış, matlaşmış; içimizde heyecan uyarmıyor. İbadetleri şeker-şerbet yudumlar gibi eda edemiyoruz. Her namazda cemaatten bir iki insanın içi geçse bu konsantrasyon ruhlarda çok şey ifade edebilir.

Nasibi Yorgunluk Olan Namaz

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), رُبَّ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلَّا الْجُوعُ، وَرُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلَّا السَّهَرُ  “Nice oruç tutanlar vardır ki, açlık ve susuzlukları yanlarına kâr kalır. Nice namaz kılanlar da vardır ki, çektikleri zahmet ve yorgunlukları yanlarına kâr kalır”[100] buyurmaktadır.

Namazın ifade ettiği mânâ, bilhassa onun iç ifadesi, insanın iç derinliğiyle yakından alâkalıdır. Kur’ân’da da namazın anlatıldığı her yerde, onun bu iç derinliğine dikkat çekilmektedir. Mesela Mü’minûn sûresinde, felâh bulan insanlar anlatılırken, قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ ۝ الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ  “Namazlarında huşû duyan mü’minler kurtuluşa ermişlerdir.”[101] denilerek, namaz-huşû münasebeti nazara verilmektedir. Evet, huşû, gerçek mânâsını ancak namazda bulur. Öyleyse insan namazda, namazdan başka bir şey görmemeli, duymamalı ve düşünmemelidir.

İnsan, namazla, muhtaç olduğu ve elinin yetişemediği ihtiyaçların temini için, fiilî ve kavlî duaya geçmiş, Allah’ın yüceliği karşısında kemerbeste-i ubûdiyet içinde durmuş demektir. Namaz, kalbin gıdası, ruhun da miracıdır. Bütün sıkıntılara karşı o, ruhu dinlendirir ve kalbi kanatlandırır. Efendimiz, dünyevî işlerinden sıkılınca, يَا بِلَالُ أَقِمِ الصَّلَاةَ أَرِحْنَا بِهَا  “Kamet getir de bizi bir ferahlandırıver ey Bilal!”[102] diyerek ondan namaza çağrıda bulunmasını isterdi. Namaz, tembel ve uyuşuk insanın yapabileceği bir şey değildir. O, daima hüşyâr bir gönlün, uyanık kalb ve duyguların Rab karşısında eda edeceği bir vazifedir.

Namazda dünyaya ait işlerin muhasebesini yapan, onların matematiğiyle meşgul olan bir insan için, sadece namazın yorgunluğu yanına kâr kalacaktır. Rabbim, –sonsuz rahmetinden dileyelim– kimsenin yorgunluğunu yanına kâr bırakmasın. Kalbimizi, duygularımızı O’na karşı daima hüşyâr ve huşû içinde kılsın!

Okuduğumuz Kur’ân-ı Kerim ve yaptığımız evrâd u ezkârın şuursuzca yapılması matlup değilse de böyle yapılırsa da bir kısım duygularımıza hitap eder ve bu itibarla istifade etmiş oluruz. Ümit ederiz ki o kadarcık bir gayret bile tıpkı yağmur taneleri gibi, toprağın bağrındaki tohumların uyarılmasına vesile olur. İnsana düşen ise namazından daha derince istifade edebilmesidir. Daha derin mülâhazalara açılabilmek için de insanın kendini biraz zorlaması lazımdır. Her kelimeyi, her ifadeyi bir idrak ve şuur içinde, bir cehd ile kalbin derinliklerine indirmek gerekir. Şuurluca duyabilme, biri bin yapar.

Ne var ki “Şuurluca okuyamıyorum, ibadetlerimden zevk alamıyorum.” diyerek namazın terk edilmesi de hatadır. Zira böyle bir düşünce nefsin aldatmacasıdır. Önemli olan, içinde bulunulan en olumsuz şartlara rağmen, gerek şahsî, gerekse içtimaî vazifelerimizi eksiksiz yerine getirmektir. Bazen uzun bir sükût, uzun bir hutbeden daha beliğdir ve daha çok mânâ ifade eder. Her türlü ağır şart altında aşkımızı, şevkimizi devam ettirebilme, belki de aynı şartlarda dolu dolu ibadet etmekten daha hayırlıdır. Mesela, camide, yüreklerimiz hoplayarak kılınan bir namaz mı, yoksa tek başımıza bir yerde alnımızı secdeye koyup, hiçliğimizi idrak mi daha hayırlıdır, bilemeyiz. Bu sebeple belki de devamlı huzur içinde bulunanlar yanılıyorlardır. Zira Cenâb-ı Hakk’ın nelerden razı olacağını tam olarak kestirmemiz mümkün değildir.

Bir Hatıra ve Namazda Dikkat

Hiç unutamayacağım insanlardan birisi, Muhterem Mehmet Kırkıncı Hocanın rahmetli babası Celâl Efendi’dir. Celâl Efendi, Medine’de mücâvir[103]  kıymetli bir insandı. Orada vefat etti ve oraya defnedildi. Ziyaretine gittiğimde çok yaşlıydı. İlerleyen yaşına ve rahatsızlıklarına rağmen namazlarını aksatmıyor, sünnetleri de ayakta kılıyordu. Ama oturup kalkmakta zorlandığı için namazlarını yatağının yanında kılıyor, ayağa kalkabilmesi için yatağa tutunması gerekiyordu. Bu şekilde tamamladığı bir namazdan sonra bana demişti ki, “Hocam, ben böyle namaz kılarken yatağa tutunarak kalkıyorum, oluyor mu namazım?” Bu tabloyu hiç unutamayacağım. Bu ne güzel şuur! Her şeye rağmen kulluğunu gereğince eda etmeye çalışmak; ama yine de yaptığıyla yetinmemek ve daha iyisini aramak.

Evet, namaz, bizi ahirette kurtaracak bir sermayedir. Onun için namaz hususunda çok hassas davranmak gerekir. Allah (celle celâluhu) onun kıymetini ruhlarımıza duyursun ve eksiğiyle gediğiyle namazlarımızı kabul buyursun!

10. İ’lâ-yı Kelimetullah ve Namaz Dengesi

Her ibadetin kendine göre bir yeri ve ağırlığı vardır. Usûlünden fürûuna, en temel konularından teferruat meselelerine kadar bir mü’minin bütün mükellefiyetleri, ciddi bir tenasüp içindedir ve aralarında hiçbir uyumsuzluk yoktur. Namazsız ve oruçsuz bir cihad tesirli olamayacağı gibi cihadsız bir namazın da hakikatine uygun edası mümkün değildir. Evet, bunlar birbiriyle omuz omuza ve diz dizedirler. Mevcudiyetlerini tıpkı bir kubbede baş başa vermiş taşlar gibi beraber sürdürürler.

Akide mevzusu da böyledir; imansız İslâmiyet olamayacağı gibi İslâmiyet’siz iman da tam olmaz. İnsan, inanılması gereken şeylere sağlam inanacaktır ki sağlam Müslüman olabilsin. Bir insan, sağlam bir şekilde iman etmeden İslâmiyet’in emirlerini yerine getirse ya kendisi ya da nesli bir noktadan sonra o emirler hususunda tembellik göstermeye başlar. İnsan, hem sağlam iman etmeli hem de tam tekmil amel etmelidir. Amelle desteklenmeyen iman yavaş yavaş zayıflar ve çözülür ki günümüz nesli bunun canlı bir misalidir.

Binaenaleyh cihadla namaz birbirinden ayrılmamalıdır. Sahabe-i kiram hem Allah yolunda cihad eder hem de namaz kılarlardı. Çünkü namaz, kulun günde beş defa Allah’a karşı ahd ü peymânını yenilemesi, cihadla beraber sair vazifeler ise Allah nezdinde mükemmeliyete yürümesi demektir. Aslında insan, günde beş defa değil belki beş yüz defa ahd ü peymânını yenilese yeridir. Zira ancak bu sayede aşk u şevk, samimiyet ve ihlâsla cihad vazifesini de yapma iz’anına sahip olur.

Kur’ân-ı Kerim’de salât-ı havf (korku namazı) tafsilâtıyla anlatılır.[104] Bu namazla bize, düşmanın bizi oka tuttuğu, savaşın en çok kızıştığı zamanlarda dahi namazın ve cemaatin aksatılmaması gerektiği gösterilir. Evet, düşmanın okları altında dahi namaz kılınacak, hem de cemaat hâlinde. Şöyle ki cemaatin bir kısmı düşman karşısında dururken diğerleri gelip imamla birlikte namaza dururlar. Birinci rekât tamamlandıktan sonra cemaat hemen ayrılır ve cepheye vazife başına giderler; bu defa da düşman karşısında duranlar gelir ve ikinci rekâtta imama uyarlar. Bunlar da imamla birlikte ikinci rekâtı kılarlar. İkinci rekât da bitince bu sefer yine cemaattekiler ve cephedekiler yer değiştirirler. Bu şekilde dönüşümlü olarak cemaat hâlinde namazlarını kılmış olurlar.

Evet, düşman karşısında savaşırken dahi namaz kılınacak ve Allah hiçbir şekilde hatırdan çıkarılmayacaktır. Yümün ve bereket olması için insanlar bu vazifeyi yerine getirirken bunu O’nun emrinden dolayı yapacaklardır. Evet, namaz ve mücahede birbirinden ayrılmayan şeylerdir. Sahabe, savaş esnasında düşmanın karşısında namaz kılıyordu. Dolayısıyla da Cenâb-ı Hak onları hep destekliyordu. Bu itibarla destek görmeyenler, bunun sebebini Allah’la (celle celâluhu) münasebetlerinde aramalıdırlar.

Günümüzde, gece ibadeti olmayan bazı insanlar vardır ki bunlar işin sadece edebiyatını yapmaktadırlar. Oysaki bizim daha çok ruh sıhhatine, gönül selâmetine, iç temizliğine ve saflığına ulaşmaya ihtiyacımız vardır. Kur’ân,  عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ “Siz kendinizi düzeltmeye bakın!”[105] diyor. Allah, Kendi rızası istikametinde ibadet yapan ve Rabblerine karşı saygılı insanları sever. Kolaycılar ise hem “Ben, Allah’ın kuluyum, Allah’ın bana yüklediği vazifeleri yapıyorum.” derler hem de bin türlü isyan içinde bulunurlar.

Hakiki mü’mine gelince o, Allah’ın kendisine yüklediği vazifeleri yapmayı başkalarına müessiriyet adına önemli bir esas kabul eder. Çünkü Allah, bu hususta يَا عِيسَى عِظْ نَفْسَكَ فَإِنِ اتَّعَظَتْ فَعِظِ النَّاسَ وَإِلَّا فَاسْتَحْيِ مِنِّي  “Ey İsa! Önce kendi nefsine nasihat et. Eğer öğüt alırsa, sonra insanlara nasihatte bulun. Aksi takdirde Benden hayâ et.”[106] diyerek Hz. İsa’ya dahi tembihte bulunur. İnsanın asıl vazifesi, sorumluluklarını önce kendisinin yapması, sonra da fırsat buldukça bunları anlatmasıdır. Böyle birisi, misali başkalarından verse de hep yaptığı şeyi anlatıyor gibi olacaktır. Evet, bir insan mesela teheccüt kılmıyorsa, ona başlamadan başkalarına tavsiye etmeye ürpermelidir. Zira yaşanmadan anlatılan böyle bir şeyin tesiri olmayacaktır. Keza bir insanın “Haftada pazartesi ve perşembe olmak üzere iki gün oruç tutun!” diyebilmesi için önce kendisinin tutması lazımdır. Zira Allah يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ “Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?” buyuruyor.[107] Sanki “Utanmıyor musunuz?” der gibi.

Evet, namazı cihaddan ayıramayız. Cihad, nasıl mühim bir farz ise namaz da insanın nefsine karşı en mühim cihadıdır. Allah Resûlü bir savaştan dönenlere, “Şimdi küçük cihaddan büyük cihada döndünüz!” buyurmuş, sahabe büyük cihadın ne olduğunu sorunca da Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Nefis ile olan cihaddır.”[108] cevabını vererek asıl büyük cihadın nefisle boğuşma olduğunu ifade etmiştir. Namaz kılmayan insan nefsine yenik düşmüş demektir.

Diğer taraftan şayet kendinizi i’lâ-yı kelimetullaha adadığınıza inanıyorsanız, böyle bir vazifenin ve ona adanmışlığın ne ifade ettiğini de iyi düşünmeli ve ona göre bir tavır belirlemelisiniz. İ’lâ-yı kelimetullah, Allah’a imana çağrıdır; Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), sâir erkân-ı imaniyeyi ve İslâmiyet’i kabule davettir. İ’lâ-yı kelimetullah, Allah’ın yüce adının her yerde duyulması, bir bayrak gibi dalgalanması ve ruh-i revân-ı Muhammedî’nin en karanlık köşelerde bile şehbal açması için çok ciddi cehd ü gayret ortaya koymaktır. İ’lâ-yı Kelimetullah, zatında yüksek ve pek yüce olan “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlullah” hakikatini yükseltme; onu dünyanın dörtbir yanında gökkuşağı gibi görülür ve herkes tarafından duyulur hâle getirme demektir.

Öyleyse şayet siz, insanları Allah’ı bilmeye, O’nun mesajını dinlemeye, varlığın çehresindeki ilâhî tecellileri okumaya ve Ma’bud-u Mutlak’a kulluğa çağırıyorsanız, önce kendiniz o ilâhî mesaja kulak vermeli, o tecellileri okumalı, hakiki ve halis bir kul olmalı değil misiniz? Başkalarını kulluğa çağırdığınız hâlde, kulluğun esası ve özü olan namaz gibi bir ibadeti tam eda etmiyorsanız, size yalancı demezler mi? Her defasında “Hele şu işten bir sıyrılalım.” düşüncesiyle namaza duruyor, onu aradan çıkarma duygusuyla kılıyor ve sadece sizin için bir kısım formalitelerden ibaret olan hareketleri yapmakla yetiniyorsanız, kendi kendinizi yalanlamış olmaz mısınız? Hemen aradan çıkaracak kadar değersiz gördüğünüz bir şeye başkalarını çağırmanız mânâsız bir iş sayılmaz mı? Herkesi çağırdınız bir hakikatin sizin nazarınızda çok ciddi bir mesele olması lazım değil mi? Siz, herhangi bir mesele üzerinde kemal-i ciddiyetle durmuyorsanız, onun kıymetli olduğuna başkalarını nasıl inandıracaksınız ki!..

Tesir, Allah’la Münasebete Bağlıdır

Ayrıca i’lâ-yı kelimetullah yolunda ortaya konulan gayretlerin muvaffakiyetle neticelenmesi ancak Allah’ın kabulüne ve O’nun değerlendirmesine vâbestedir. Cenâb-ı Hak, kendisiyle irtibatı kuvvetli olmayanları kat’iyen tesirli kılmaz. O’nunla derin bir münasebet içinde bulunmayanlar, ne anlatırlarsa anlatsınlar hiç kimsenin ruhuna giremez, hiç kimseyi doğru yola iletemez ve tek kişiyi bile sıradan bir insan olmaktan çıkarıp kalb ve ruhun hayat derecesine yükseltemezler. Allah (celle celâluhu), Kendi yolundakilerin sesine-soluğuna değer atfeder; onların söz ve tavırlarına tesir lütfeder.

Bu açıdan da Kur’ân’ın hâdimleri, Hak nezdindeki kıymetlerini Allah’la münasebetlerinde aramalı ve sadece şekilden ibaret olan şeylerin dergâh-ı ilâhîde bir kıymet ifade etmediğini bilmelidirler. Evet, bir hadis-i şerifte de vurgulandığı gibi, Allah Teâlâ sizin şekillerinize, zâhirî hâllerinize, görünüşte yatıp-kalkmalarınıza değil, kalbî heyecanlarınıza, iç derinliklerinize ve gönlünüzden doğup gelen, içinizin yansıması olan samimi davranışlarınıza bakar ve onları değerlendirir.[109] Şayet davranışlarınızda kalbî bir derinlik yoksa ve onlar gönlünüzden kopup amel sahasına dökülmüyorsa, o zaman bütün cehd ü gayretiniz beyhûdedir.

Öyleyse iman hizmetine adanmış ruhlar, hem يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ  “Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?”[110] itâbına (azarlama) muhatap olmamak hem de “Neden insanları çağırdığınız hakikatleri hakkıyla temsil etmemek suretiyle yalancı durumuna düşüyor ve İslâm’ın çehresini karartıyorsunuz?” sualine maruz kalmamak için azamî gayret göstermelidirler. Konumuzla alâkalı olarak da farz namazları hakkıyla ikâme etmenin yanı sıra, tam bir namaz kahramanı hâline gelebilmek için şu hususlara çok dikkat etmelidirler:

‘Namaz Kahramanı’ Olabilmenin Üç Şartı

  1. Allah Resûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) bize bir hedef gösterirken, Cennet’te yüz mertebe bulunduğunu ve Firdevs’in, makam bakımından en yüksek derece olduğunu belirttikten sonra, “Allah Teâlâ’dan Cennet’i istediğiniz zaman, Firdevs’i isteyiniz.”[111]buyurarak, himmetimizi âli tutmamız gerektiğine işaret etmiştir. Ayrıca Firdevs talebinden de öte isteklerde bulunma edebini öğretmiş ve Cenâb-ı Hak’tan neler isteyebileceğimizi gösteren dualar talim buyurmuştur. Ondan öğrendiğimiz dualar sayesindedir ki sabah-akşam “Allahım, Cemâlini seyretme arzusuyla içimizi doldur, Sana kavuşma şevkiyle gönlümüzü coştur ve ötede Cemâlinle bizi serfiraz kıl!” diyoruz; Cemalullah’ı müşâhedeye, rıza-i ilâhiyi tahsile ve rıdvâna ermeye talip olduğumuzu ilan ediyoruz. Evet, Peygamber Efendimiz’den öğrendiğimiz bu dualar, himmetimizi hep âlî tutmamız gerektiğini salık veriyor.

Dolayısıyla namazın hakikatini idrak etme hususunda da yüce himmetli olmalı; Cenâb-ı Hak’tan, selef-i salihînin ibadet aşk u iştiyakını, onlardaki kulluk temkinini dilenmeli ve namazı şuurluca ikâme edebilmek için inâyet-i ilâhiyeyi talep etmeliyiz. Belki herbirimiz şöyle demeliyiz: “Allahım! Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) namazı hangi enginlikte ikâme ediyor idiyse, bana da o idraki lütfeyle; namazın mânâsını benim ruhuma da duyur. Rabbim, ben de Peygamber Efendimiz’in eda ettiği gibi namaz kılmak ve onu benliğimin bütün zerrelerinde duymak istiyorum.. namaz esnasında Sen’den başka bütün mülâhazalara karşı kapanmayı ve tamamen namazlaşmayı arzu ediyorum.. Ne olur Allahım, bu lütfunu bana da nasip eyle!..”

Evet, peygamberâne bir ibadet ufkuna mazhar olmayı istemek peygamberlik istemek değildir. Bu talep, her hususta takip edilmesi gereken İnsanlığın İftihar Tablosu’nu, ibadet hayatı itibarıyla da örnek alma ve namazda daha bir derinleşme talebidir. Sizin bu şekildeki bir duanız kat’iyen boşa gitmez. Bu duada istekli ve ısrarlı olursanız Allah sizi mahrum etmez; inşâallah o sayede maiyyete ulaşırsınız. Siz, bu kadarcık bir istek izhar edince Sultan-ı Ezelî de kendi ululuğu, azameti ve rahmetinin enginliği ölçüsünde Zât’ına yaraşır bir mukabelede bulunur. Bu açıdan yüce şeylere karşı iştiyaklı olmak ve ulvi hedeflere göz dikmek himmeti âlî tutmanın ifadesidir. Namazı ikâme hususunda da insan hep daha yükseğine talip olmalıdır.

  1. Namazın hakikatini idrak etme isteği kavlî ve kalbî bir duadır; bu duanın fiilî yanını ise, en başta bu mevzuda yazılmış eserlerin okunması teşkil eder. Namazı şuurluca kılmak isteyen bir mü’min şayet onunla alâkalı üç-beş kitap okumamış, büyüklerin bu konudaki mütâlaalarını öğrenme gayretinde bulunmamış ve meselenin nazarî yanını dahi ihmal etmişse onun bu talebinde samimi olduğu söylenemez. Öyleyse namaz yolcusu ikinci adım olarak, gönlüne ibadet iştiyakı salacak, onu namazın nurlu iklimlerinde dolaştıracak ve mânâ âleminin büyüklerinin namazla alâkalı engin anlayışlarını, derin duyuşlarını aktararak içine haşyet dolduracak makaleleri ve kitapları okumalıdır. Hazreti Üstad, bazı risaleleri önemli gördüğünden dolayı yüz on beş defa okumuştur. Bir mü’min, Zât-ı Ulûhiyet hakikatiyle, iman esaslarıyla ve ibadetlerin mânâ buuduyla alâkalı birkaç eseri hiç olmazsa birkaç defa gözden geçirmeli değil midir? Evet, Kur’ân talebeleri, Hazreti Gazzâlî, Hazreti Mevlâna ve Hazreti Bediüzzaman gibi Hak dostlarının namazla alâkalı mütâlaalarını ve günümüzde kaleme alınmış namaza dair makaleleri mutlaka okumalı ve konuyla alâkalı müzakerelerde bulunmalıdırlar.
  2. Hem kavlî hem de fiilî duada ısrarlı olma, matlubu elde etme mevzuunda kararlı ve istikrarlı bir tavır ortaya koyma ve aktif sabırla, adım adım hedefe yürüme de neticeye ulaşma yolunda çok önemli diğer bir şarttır. Namaz sevdası tâlibin gönlüne hemen düşmeyebilir; insan birkaç günde, birkaç ayda, hatta birkaç yılda namaz hakikatini duyamayabilir. Dolayısıyla talepte ve neticeye götürecek sebepleri yerine getirme mevzuunda ısrarlı olmak pek mühimdir.

Şayet namaz kahramanlığına adaysanız, sizi o ufka taşıyacak hiçbir argümanı kullanmayı ihmal etmemelisiniz. Hangi ses, hangi soluk sizi şahlandırıyor ve kalbinizi coşturuyorsa bir kere değil, belki yüz kere aynı vesileye başvurmalısınız. Belki bir kitabı onlarca kez okumalı, bir kaseti birkaç kere dinlemeli, bir büyüğün sözlerine defalarca kulak vermeli ve oturup-kalkıp hep gözünüzü diktiğiniz hedefi düşünmelisiniz. “Olmuyor!” diyerek, yoldan dönmeyi asla aklınıza getirmemeli ve kat’iyen aceleci davranmamalısınız. Unutmamalısınız ki bu yolda belki senelerce sular gibi çağlayacak, pek çok kayaya çarpacak ama her seferinde biraz daha arınacak ve sonunda ummana ulaşacaksınız. Niyetinizin derinliği ve gayret ü himmetinizin yüceliği nispetinde ötede siz de herbiri bir namaz âşığı olan “ilkler”in hemen arkasında yerinizi alacaksınız.

11. Mescitlerin Fonksiyonu

Müslümanlar nezdinde mescidin ayrı bir yeri vardır. Bundan dolayı onun imar ve inşası büyük önem arz eder. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), dünyada bir mescit yapana, Allah’ın (celle celâluhu) Cennet’te bir ev bina edeceği müjdesini vermiş[112] ve kendisi daha Medine’ye teşrif eder etmez, hem askerî ve sivil şuranın toplanıp devletle ilgili işlerin istişaresinin yapılacağı hem de bütün mü’minlerin topluca Allah’a kulluklarını arz edecekleri bir mescidin inşasına koyulmuştur. Hem öyle koyulmuş ki, ashabıyla birlikte kendisi de âdeta bir amele gibi çalışmış.. yerinde sırtına kerpiç alıp taşımış, yerinde eline manivela, kazma, kürek almış ve her türlü bürokratik anlayıştan uzak olarak toprak kazmış, taş kırmış.. insanlardan bir insan olarak iş yapmıştır. O’nun bu davranışı, kendisinden sonra gelen ümmeti arasında sünnet kabul edilmiş; İslâm ordularının komutanları, fethettikleri her yerde, ilk önce bir mescit açarak, öncelikle halkın toplanıp dua dua Allah’a yalvaracağı, semaya el kaldırıp arz-ı ubudiyette bulunacakları bir yer hazırlamışlardır.

Günümüzde mescitler, maalesef çoğu fonksiyonunu kaybetmiş ve sadece kulluğumuzu şeklen icra edebileceğimiz binalar hâline gelmiştir. Hâlbuki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), askerî, adlî ve idarî bütün meselelerini mescitte görmüş ve Müslümanlar bu sünneti uzun zaman devam ettirmişlerdir. Bütün işlerin mescitte yürütüldüğü dönemlerde insanlar, Rabb’e hesap verme havası içinde önce başını yere koymuş, sonra da kalkıp işlerini görmüşlerdir. Belki istemeden tekrar günahlara girmişler, ancak diğer vakit namazlarında tekrar Rabb’e müracaat edip arınmışlardır.

Namazın bu arındırma özelliğini, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahih bir hadislerinde şöyle ifade eder:

الصَّلَوَاتُ الْخَمْسُ، وَالْجُمْعَةُ إِلَى الْجُمْعَةِ، وَرَمَضَانُ إِلَى رَمَضَانَ، مُكَفِّرَاتٌ مَا بَيْنَهُنَّ إِذَا اجْتَنَبَ الْكَبَائِرَ

“Beş vakit namaz, Cuma namazı, diğer Cuma namazına kadar, Ramazan diğer Ramazan’a kadar hep günahlara kefarettirler. Büyük günah irtikâp edilmedikçe aralarındaki günahları affettirirler.”[113]

Başka bir hadislerinde ise; “Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve o kişi bu nehirde her gün beş kere yıkansa, acaba üzerinde hiç kir kalır mı, ne dersiniz?” diye sormuş. Ashabın, ‘Bu hâl, onun kirlerinden hiçbir şey bırakmaz!’ demesi üzerine de Efendimiz; “İşte bu, beş vakit namazın misalidir. Allah, onlar sayesinde bütün günahları siler.” buyurur.[114]

İnanıyoruz ki mescitler eski fonksiyonlarını ifa ettiği zaman, insanlar, vicdan duruluğu ve iç dinamizmiyle Allah’a hesap verme havası içinde iş yapacak, adımlarını ona göre atacak, cahiliye devrine ait şeyleri arkalarında bırakacak ve İslam’a bir adım daha yaklaşmış olacaklardır. Belki bu mevzuda şimdiye kadar bir takım adımlar atıldı ve hamleler yapıldı; ancak beklenen semere henüz elde edilemedi. Ümit edilir ki bundan sonra bu istikamette bir kısım kararlar alınarak camiler sadece bir kısım ibadetlerin yapıldığı yerler hâlinden çıkarılır ve topluma yönelik bazı vazifelerin de ifa edildiği mekânlar hâline getirilir. Kur’ân’ın ifadesiyle mescitlere gerçek fonksiyonunu kazandıracak ve oraları maddî ve mânevî açıdan imar edecek kimseler, Allah’a hakkıyla iman edenlerdir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:

إِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللهِ مَنْ آمَنَ بِاللهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَأَقَامَ الصَّلَاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَلَمْ يَخْشَ إِلَّا اللهَ

“Allah’ın mescitleri ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimselerle mamur olur.”[115]

Osmanlı hanedanından Sultan Ahmet cennetmekân, yani kadem-i pâk-ı Nebevî (Efendimiz’in ayak izi) diye İstanbul’da teşhir edilen o mübarek cisme, “N’ola tâcım gibi başımda gezdirsem kadem-i pâkini” diye temennada bulunan büyük hünkâr iliklerine kadar İslâm şuuru işlemiş bir insandır. Onun, Sultan Ahmet camiinin yapımı esnasında bir işçi gibi eteğine doldurduğu kumu-çakılı taşıdığı ve sonra da, “Allahım! Fakir Ahmet kulunun bu kadarcık hayrını kabul buyur, zâd-ı ahiret yap!” diye duada bulunduğu rivayet edilir. İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür; nasıl ölürse öyle dirilir. Eteğini taş ve çakılla doldurup, yaptırdığı mescitte Efendimiz’in çalıştığı gibi çalışan bu büyük insanı seneler sonra torunu rüyasında Cennet’te gezerken görür ve “Nasılsın dedeciğim?” der. O ise şu cevabı verir: “Cenâb-ı Hak yaptığım şeyleri kabul buyurarak beni mağfiret etti ve Cennet’ine koydu.”


[1]  Müslim, îmân 134; Tirmizî, îmân 9; Ebû Dâvûd, sünnet 15.

[2]  Mü’minûn sûresi, 23/1,2.

[3]  et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/185-186; el-Beyhakî, es-Sünenü’s-suğrâ s.20.

[4]  Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakatü’l-kübrâ 7/441.

[5]  Nisâ sûresi, 4/102.

[6]  Ebû Dâvûd, salât 144-145; Tirmizî, mevâkît 193; Nesâî, salât 9; İbn Mâce, ikâme 202.

[7]  İnşikak sûresi, 84/7-9.

[8]  Buhârî, ilim 35; Müslim, cennet 79.

[9]  Müddessir sûresi, 74/40-47.

[10]  Buhârî, tevhid 15, 35; Müslim, zikir 2, 19, tevbe 1.

[11] Bkz.: Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 141; Tirmizî, salât 348; Ebû Dâvûd, tatavvu 26; Nesâî, kıble 13, kıyâmü’l-leyl 2, 64.

[12] Müslim, salât 215; Ebû Dâvûd, salât 148; Nesâî, mevâkît 35, tatbîk 78.

[13] Secde sûresi, 32/16.

[14] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/352; 4/287, 295; Abdürrezzak, el-Musannef 3/582, 583.

[15] Nûr sûresi, 24/45.

[16] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/185-186; el-Beyhakî, es-Sünenü’s-suğrâ, s.20.

[17] Buhârî, ezân 30. Benzer mânâdaki hadisler için bkz.: Buhârî, mesâcid 36, büyû 49, bed’ü’l-halk 7; Müslim, mesâcid 275.

[18] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/437; Dârimî, tahâret 45.

[19] el-Bezzâr, el-Müsned 11/42.

[20] Buhârî, ezân 33, fezâilü’l-Medine 11; Müslim, mesâcid 280-281.

[21] Fetih sûresi, 48/29.

[22] Müslim, tahâret 39; Nesâî, tahâret 110; İbn Mâce, zühd 36.

[23] Buhârî, ezân 34, mevâkît 20; Müslim, mesâcid 252.

[24] Hâkka sûresi, 69/19, 20.

[25]     Bediüzzaman, Lem’alar, s.64 (On Birinci Lem’a, Birinci Nükte).

[26] Bediüzzaman, Sözler, s.552 (Yirmi Dokuzuncu Söz, Birinci Maksat), s.574 (Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat), s.759 (Lemeât).

[27] Nisâ sûresi, 4/142.

[28] İbn Mâce, zühd 21; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/30.

[29] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/428, 429; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 4/253.

[30]  es-Semerkandî, Tenbîhü’l-gâfilîn, s.23.

[31]  Bediüzzaman, Sözler, s.790-791 (Lemaât).

[32] Buhârî, rikak 23; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 13/549.

[33] Şuarâ sûresi, 26/219.

[34] Bkz.: Buhârî, ezân 18, edeb 27, temennî 9; Dârimî, salât 42.

[35] Nisâ sûresi, 4/142.

[36] Mâûn sûresi, 107/4-5.

[37] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/163, 7/505.

[38] Buhârî, daavât 66; Müslim, zikr 25.

[39] Müslim, mesâcid 150; Tirmizî, daavât 127; Nesâî, iftitâh 8.

[40] Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 84.

[41] Tevbe sûresi, 9/105.

[42] Bkz.: Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 141; Tirmizî, salât 348; Ebû Dâvûd, tatavvu 26; Nesâî, kıble 13, kıyâmü’l-leyl 2, 64.

[43] Bkz.: Buhârî, teheccüd 9; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 204.

[44] Müzzemmil sûresi, 73/8.

[45] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 12/84.

[46] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 3/263.

[47] Buhârî, ezân 95, 122, ist’zân 18, eymân 15; Müslim, salât 45.

[48] Müslim, salât ü’l-müsafirin 203; Ebû Davud, salât 155.

[49] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 11/54.

[50] Ahzâb sûresi, 33/72.

[51] İbn Mâce, sıyâm 21; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/373.

[52] Buhârî, rikak 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/256.

[53] İbn Mâce, zühd 15; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/412.

[54]  Bkz.: Buhârî, mevâkîtü’s-salât 6; Müslim, mesâcid 283-284.

[55] Nesâî, işretü’n-nisâ 1; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/128, 199, 285.

[56]  Ebû Dâvûd, taharet 79; el-Hâkim, el-Müstedrek 1/258.

[57]    Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 9/261.

[58]  ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ 7/207.

[59]  Bediüzzaman, Sözler, s.21 (Dördüncü Söz).

[60]  Bediüzzaman, Sözler, s.290 (Yirmi Birinci Söz, Birinci Makam).

[61]  Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz, s.42.

[62] Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 1/214; es-Suyûtî, Şerhu Süneni İbn Mâce, s.313.

[63] Necm sûresi, 53/9.

[64]  Tâhâ sûresi, 20/14.

[65]  Buhârî, tevhid 35; Müslim, sıyam 160.

[66]  Hûd sûresi, 11/114.

[67]  Bediüzzaman, Lem’alar, s.9 (İkinci Lem’a, Birinci Nükte).

[68] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler, s.509 (Yirmi Altıncı Söz, İkinci Mebhas, Yedincisi).

[69]  el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/491.

[70]  Bkz.: İsrâ sûresi, 17/107.

[71]  Tevbe sûresi, 9/82.

[72]  Müslim, zikr 73; Ebû Dâvûd, vitr 32; Tirmizî, daavât 68.

[73] Aliyyülkârî, Fethu Bâbi’l-İnâye 1/467.

[74]  Müzzemmil sûresi, 73/1-8.

[75]  İsrâ sûresi, 17/79.

[76]  Secde sûresi, 32/16.

[77]  Dehr sûresi, 76/25-26.

[78]   Buhârî, teheccüd 2, 21, fezâilü ashâbi’n-nebi 19, tabir 35, 36; Müslim, fezâilü’s-sahabe 139, 140.

[79]  Tirmizî, salât 188; Ebû Dâvûd, salât 144; İbn Mâce, ikâmetü’s-salât 202.

[80]  Ankebût sûresi, 29/45.

[81]  Şuarâ sûresi, 26/219.

[82]  Ebû Dâvûd, salât 161; Nesâî, sehv 18.

[83]  Nesâî, işretü’n-nisâ 1; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/128, 199, 285.

[84]  et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 12/84.

[85]  Müslim, salât 221-222; Ebû Dâvûd, salât 148.

[86]  Tirmizî, daavât 90; Ebû Dâvûd, edeb 97; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 10/124.

[87]  Mâide sûresi, 5/118.

[88]  Müslim, îmân 346; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/373.

[89]  Buhârî, teheccüd 9; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 204.

[90]  Âl-i İmrân sûresi, 3/190-191.

[91]  İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 1/442.

[92]  Buhârî, teravih 1; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 125.

[93]  A’râf sûresi, 7/16.

[94] Buhârî, i’tikâf 11, 12, bed’ü’l-halk 11, edeb 121, ahkâm 21; Müslim, selâm 23, 24.

[95] Buhârî, ezan 4, el-amel fi’s-salât 18, sehv 6, bed’u’l-halk 11; Müslim, salât 19, mesâcid 83.

[96]  Hicr sûresi, 15/40; Sâd sûresi, 38/83.

[97]   Müslim, îmân 133; İbn Mâce, ikâme 70; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/442.

[98]  Ra’d sûresi, 13/28.

[99]  Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası 2/142.

[100]  İbn Mâce, sıyâm 21; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/373.

[101]  Mü’minûn sûresi, 23/1-2.

[102]  Ebû Dâvûd, edeb 85.

[103]    Mücâvir; mübarek bir yerde inzivaya çekilip ibadet eden, kendini o yerin hizmetine adayan kimse.

[104]  Bkz.: Nisâ sûresi, 4/101-103.

[105]  Mâide sûresi, 5/105.

[106]  Ahmed İbn Hanbel, ez-Zühd 1/54; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 2/382.

[107]  Saf sûresi, 61/2.

[108]  el-Beyhakî, ez-Zühd 1/165; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 13/523.

[109]  Bkz.: Müslim, birr 34; İbn Mâce, zühd 9.

[110]  Saf sûresi, 61/2.

[111]  Buhârî, cihâd 4; Tirmizî, cennet 4; İbn Mâce, zühd 39.

[112]  Buhârî, salât 65; Müslim, mesâcid 24, 25, zühd 43-44.

[113]   Müslim, tahâret 10, 15, 16; Tirmizî, salât 46; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/359.

[114]  Buhârî, mevâkîtü’s-salât 6; Müslim, mesâcid 283-284.

[115]  Tevbe sûresi, 9/18.

Kaynak: Miraç Enginlikli İbadet: Namaz / M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy