İslâm Fıtratı Ne Demektir? Hidâyet Nedir ve Hidâyete Nasıl Vesile Olunur?

Yazar Egeli

Sahih bir hadiste, ‘Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi (günümüzde de falan filan…..izm’den) yapar’ buyrulmaktadır.

1. Her insan, yaratılış itibariyle lekesiz, tertemiz, iman ve İslâm’a en müsait bir hüviyette doğar.

Fıtrat, yani yaratılış ve mahiyet itîbâriyle her insan, lekesiz, tertemiz ve iman ve İslâm’a en müsait bir hüviyettedir; evet, doğuşunda insan lekesiz, bembeyaz, üzerine her şey yazılabilecek bir kağıt veya üzerine hiç ses kaydedilmemiş bir bant, her şekle müsait bir macun, kalıplara dökülmeyi bekleyen maden cevheri veya eğilmeye müsait bir rüşeym, bir fidan gibidir.

Nasıl dupduru, saf ve berrak bir pınar suyu, kaynağı ve mahiyeti îtibâriyle tertemiz olup, en faydalı, en şifalı, en yararlı kalmaya müsaitse, ya da üzerine toz-toprak saçmak suretiyle bulandırılıp başka bir mahiyete sokulabiliyorsa, aynen öyle de her doğan çocuk, fıtrat ve kâinat kanunlarına göre hakikatları kabûle, bulanıklık ve dalâleti de reddetmeye muvafık ve müsait bir halde doğar. Bu sebeple, 5-15 yaş grubu çocuklara ne anlatırsanız, onlar hemen onu hâfızalarına kaydedip, iman ve İslâm adına kalb dünyalarına yerleştirirler. Sözgelimi, ‘Bir köy muhtarsız, bir iğne ustasız olmaz; öyleyse, şu koca kâinat da sahipsiz olamaz. O’nun sahibi de Allah’tır (cc).’ dediğinizde, karşınızdaki alıcı o kadar lekesiz ve bu tür mesajların öylesine frekansındadır ki, hiç parazitsiz söylediklerinizi hemen kaydediverir. Yaratılış vakumu, fıtratın manyetik sahası, mesajı hemen çeker. Öyle sîmalar görürüz ki, aşinası bulunduğumuz manâ ve ölçülere binaen kendileriyle karşılaşır karşılaşmaz, ‘temiz fıtratlı, iyi ahlâklı, çok müsait ve müspet bir insan’ deyiveririz.

2. Temiz ve selîm fıtrat, küfür ve günahlarla kirletilip, köreltilebilir.

İnsan, küfür ve inkârla, kâinat çapındaki delillere gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış, vicdanını söndürmüş ve fıtratını da köreltip, kendini bütün bütün ışık kaynaklarından mahrum bırakmış, karanlıklar içine gömülmüş ve temiz olan fıtratının üzerine Allah’ın (cc) sevmediği kapkara lekeler sürmüş sayılır. Buna karşılık insan, iman ve amelle, aslında temiz olan fıtratını muhafaza eder ve saffetini korur. O halde denebilir ki, insanın fıtratında iman aslî, küfür ise ârizî bir husustur. Yaratılışta temiz olan fıtrat, sonradan kirletilebilir. Şayet, fıtratın ilk baştaki hali korunmaz, imdadına koşulmaz ve bu yolda gerekli tedbirler alınmazsa, insanın ya Hıristiyan, ya Yahudi, ya da Mecusi olması veya aklınıza gelebilecek küfür cereyanlarından herhangi birisine yem olup gitmesi mümkün ve muhtemeldir.

3. Temiz fıtrat kirletilip bozulunca, insan ikinci bozuk bir fıtrat kazanmış olur…

Yumurtadan çıkan yavru kuş, uçamasa da yine kuştur. O, yaratılıştan uçmaya müheyyâ ve elverişlidir. Palazlanma döneminde koşup sıçradığını, düşe kalka uçmaya çalıştığını görür, ‘bu kuş, uçacak’ deriz. Ancak, haricî bir sebep devreye girer de kuşun uçma kabiliyetini götürürse, o zaman ne kadar kuş da olsa, uçamaz. İşte küfür de böyledir; yani küfür, uçmaya müsait bir kuşun kanatlarını kırma, güdük bırakma ve kümeslerde onun kabiliyetlerini öldürme gibi, insandaki ilk fıtratı köreltip, onu ikinci bozuk bir fıtrat ile uçamayacak hale getirir. İrâdenin su-i istimaline ve dış sebep ve saiklere binaen fıtratı köreltilen bir insan, ikinci bir fıtrat kazanmış, temiz ve selim yaratılışını da kirletmiş olur. Nasıl kuşun ilk haline bakıp da, ‘kuştur bu, uçar’ diyorsak, aynı şekilde yeni doğan bir çocuğa da ‘Müslüman bu’ veya ‘Müslüman olur bu’ deriz. Ne var ki, zamanla o yavrunun üzerinde muhalif sam yelleri eser ve o da irâdesini suiistimalle bunların üzerine tuz biber ekerse, işte o zaman kolu kanadı kırılır ve fıtrat çekirdeği küfür toprağının karanlıklarında gömülü ve örtülü kalır.. çimlenip filiz çıkarmak ve neticede her mevsim meyve veren bir ağaç olmak için gerekli ısı, ışık ve yağmuru alamaz ve dolayısiyla da hiçbir zaman sünbüllenemez, boy atıp gelişemez ve başak salamaz.

4. Tahşidatta bulunduğumuz bütün bu meselelerde kader mevzûuyla alâkalı iki hususun her zaman karşımıza çıkma ihtimali vardır: Dış sebepler ve irâde.

Evet, her doğan İslâm fıtratı üzerine doğar fakat, anne-baba, arkadaş, muhit, toplum ve okul gibi dış etkilerle, bunları lehinde veya aleyhinde değerlendirecek olan irâde, fıtrata müsbet veya menfi yönde müdahelede bulunur. Kaderde ise, bütün bunlar hesaba katılarak, ‘bu insan, ya fıtratını temiz tutup saîd olacak, ya da fıtratını köreltip küfre batacak ve şakî olacak’ diye yazılır.

Hidâyet: Hidâyet, cüz’î irâdesini kullanmasının neticesinde insanın içinde Allah’ın (cc) yaktığı bir nur ve ışıktır. Daha evvel de işaret ettiğimiz gibi, dalâlet de hidâyet de tamamen Allah’ın (cc) yaratması ile meydana gelir. Bir âyet-i kerimede, ‘Rabbin dileseydi, yeryüzünde kim varsa hepsi topyekün iman ederdi’ (Yunus/99); bir başka âyette ise, ‘Allah dileseydi, onları hidâyet üzere toplardı’ (En’am/35) buyurulmaktadır. Hatta Peygamber Efendimiz’e (sav), ‘Şüphesiz sen ölülere söz dinletemezsin, sağırlara da işittiremezsin… ve sen, körleri de dalâletlerinden hidâyete iletici değilsin’ (Rum/52-53) denmektedir. Zaten biz de, her namazın her rek’atında hidâyeti Rabbimiz’den diler ve günde kırk defa ‘İhdinâ’s-sırata’l-müstakîm’ deriz.

‘Sen sevdiğin kişiyi hidâyete erdiremezsin; fakat Allah, dilediğine hidâyet eder’ (Kasas/56) âyeti de, bu mevzûda zikredilecek âyetlerden biridir. Allah’ın (cc) Rasulü (sav) de, ‘Ben insanları hidâyete, imana davet edici olarak gönderildim. Hidâyete sevkedip, kalplere imanı koyacak Allah’tır (cc)’ buyururlar. Şeytan da küfür, dalâlet ve günahları süslü gösterir, kalbe vesveseler atar; fakat dalâleti ve günahları yaratan yine bizzat Allah (cc)’dır.

Hidâyete Vesile Olma:

Bir âyette, ‘Şüphesiz sen, doğru yola hidâyet edicisin’ (Şura/52); bir diğer âyette ise, ‘Şüphesiz sen onları doğru yola çağırıyorsun, davet ediyorsun’ (Mü’minun/73) buyurulur. Birinci âyette ‘hidâyet edicilik’ bahis mevzûu iken, ikincide ‘davet etme’ söz konusudur. Âyetlerden anlaşıldığına göre Efendimiz (sav), hidâyete vesile, şeytan da dalâlet ve günahlara vesiledir; fakat yukarıda ifâde ettiğimiz gibi, dalâleti de hidâyeti de yaratan Allah (cc)’dır.

Allah (cc), başta peygamberler olmak üzere çeşitli hidâyet vesileleri yaratmıştır. Şayet kullar bu vesilelere sahip çıkmaz ve irâdelerini hidâyet istikametinde kullanmazlarsa, Allah (cc) onlar için hidâyeti yaratmaz; yani, vesileleri yaratır da neticeyi yaratmaz. Meselâ, bu mevzûda Kur’ân’da, ‘Semûd kavmini hidâyet etmiştik; fakat onlar, körlüğü hidâyete tercih ettiler’ (Fussilet/17) buyurulmaktadır. Demek oluyor ki, işin bir yanı insana ait olup, onun meyillerine ve irâdesine bakarken, öbür yanı tamamen Allah’ın (cc) hidâyet veya dalâleti yaratmasına bakmaktadır.

Hidâyete Götürücü Vesileler Araştırılmalıdır:

Kur’ân, bir yandan küfre götürücü ve hidayetin önüne set çekici sebep ve vesilelere karşı tahşidat yaparken, diğer yandan da hakka götürücü vesilelere teşvikte bulunur. Yani, bir taraftan imana mani kibir, gurur, istiğna, kendini beğenme, çalım satma, şartlanmışlık, karşısındakini hafife alma, dünyayı tercih ve cehalet gibi vasıflardan uzak bulunmayı tâlim ederken, diğer taraftan da okumayı, düşünmeyi, kâinatı araştırmayı, ibret almayı, muhakemeyi, Hak adına konuşanları dinlemeyi ve onların aydınlık yollarını takip etmeyi terğib ve teşvik eder.

Kur’ân’da iki yerde ‘vesile’ kelimesi geçer. Bunlardan biri olan Maide Sûresi 35. ayette mealen, ‘Ey iman edenler, Allah’tan korkun. (Kur’ân ve kâinat kitabını mütalâa ile tanımaya çalıştığınız) Rabbinize karşı saygılı olun ve O’na yaklaşmaya vesile arayın; (sizi görmek istediği şekilde, küçüğüyle-büyüğüyle nefis, şeytan ve isteklerinize karşı olduğu kadar, dış dünyada sizi siz olmaktan çıkaracak ve her plânda içinize sızabilecek maddî düşmanlara karşı da) cihad edin ki, kurtulasınız’ buyrulur. Daha başka âyetlerde ise,’Ve, Bizim yolumuzda cihad edenleri Biz de mutlaka hayır yollarımıza erdiririz’ (Ankebut/69); ‘Kim Allah’tan korkarsa (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır’ (Talâk/2) buyurulmaktadır.

Âyetlerden anlaşıldığı üzere, kalbin derinliklerine doğru yolculuk yapıp, Allah’a (cc) seyr ile ermiş kimseleri, Allah (cc) katiyyen şaşırtmaz. Tasavvuf erleri ve erenler, hepsi de Allah’a (cc) giden değişik yollardan ve değişik usullerle cehd edip, Allah’a (cc) yürümüşlerdir. Hidâyet yolları olan bu yollarda, Allah (cc) onların gören gözleri, işiten kulakları ve tutan elleri olmuştur. Yani, Allah (cc) adına görmüşler, Allah (cc) adına duymuşlar ve Allah (cc) adına yürümüşlerdir; Allah (cc) da onlara başka yollara aid şeyler göstermemiş, duyurmamış ve ayaklarını başka yollara çekmemiştir.

Günümüzde ise, Hak ve hakikata tercüman olan, Din’e omuz verip sahip çıkan ve gönüllerde Allah (cc) adının, Rasûlül- lah (sav)’ın yâdının duyulması istikametinde çalışanları , Allah (cc), -İnşâallah- hidâyet ettiği yolunda şaşırtmayacak, yanıltmayacak, günahlar içine atıp helâk etmeyecek.. ve bugün artık inişe geçmiş bulunan mukaddes emanetin taşıyıcısı cemaatleri zayi etmeyerek, hedeflerine ulaştıracaktır.

Alllah Rasûlü (sav), hayatı seniyyelerinde -O’na bir ma’nâda ölmüş diyemiyoruz- son nefeslerine kadar daima bu vesilelik vazifesini eda etmişlerdir. Allah (cc), Habibini ‘En yakın akrabalarını inzâr et’ (Şuara/214); ‘Hatırlat, öğüt ver’ (Gaşiye/21); ‘Sana emredileni (başlarını çatlatırcasına) açıkça anlat’ (Hicr/94) fermanlarıyla imana davet adına harekete geçirmiştir ki, onun bütün eza ve cefalara, eziyet, işkence ve hakaretlere katlanması; dünyâ adına cezbedici bütün teklifleri reddederek, vazifesine -yine Kur’ân’ın beyanı içinde- nerdeyse intihar edecek ve kendisini mahvedecek derecede hırs, istek ve arzuyla koşup durması; gezip seyran eylediği Cennetleri bile ümmetinin kurtuluşu ve onları da alıp oraya götürmek için bırakıp, kavminin arasına dönmesi, evet bütün bunlar, onun da’va düşüncesi adına ne başdöndürücü fedakârlık örnekleridir..!

Mübarek ayaklarına taşların atılması ve bütün vücudunun kan revan içinde bırakılması pahasına Taif’e gidip Hakk’a tercüman olması, kendisine her türlü kötülüğü yapan insanları, bilhassa Mekke fethinde ‘Gidiniz, serbestsiniz!’ diye affetmesi ve Ashab-ı Kiramı’na, kılıçların kından çekilip, başların vücutlardan ayrılacağı dakikalarda, önce düşmana ‘iman ve İslâm’ davetinde bulunulmasını tavsiye etmesi; ayrıca, ‘Ey Ali, senin elinle bir kişinin hidâyete ermesi, yeryüzünde bulunan ve güneşin üzerine doğduğu her şeyden, (başka bir rivayette- vadî dolusu koyun ve develerden) daha hayırlıdır’ irşadı ve emsali daha başka pek çok hadîseler ve hadîs-i şerifler, hidâyete vesileliğin ne derece ehemmiyetli olduğunu göstermektedir.

Vesile olan, o işi yapan kadar sevap kazanır. Bu mevzûda Söz Sultanı, ‘Kim iyi bir çığır açar da hayra vesile olursa, onun açtığı bu çığırda yürüyenlerin sevabları eksiksiz olarak yürüyenlere verildiği gibi, o yolu açana da verilir; kötü ve günah çığırı açanlara da, o yolda yürüyenlerin günahları kadar günah yazılır’ buyurmaktadır. Bir mescid bina etmişseniz, bir cami yapmış veya yaptırmışsanız, o mescid veya camide namaz kılanların sevabı kadar bir sevap sizin defterinize kaydedilecektir; aynı şekilde, o mescid veya camiyi dolduracak nesilleri yetiştirme yolunda sa’y ü gayret etmiş, bu maksatla müesseseler kurmuş, burs vermiş, defter-kitap almış ve cihad etmişseniz, yetiştirdiklerinizin sevapları kadar bir sevap size de verilecek ve amel defterleriniz kapanmayacaktır. Kalbi imanlı, kafası aydın, anne-babasına itaatkâr, vatan ve milletine hizmetkâr fertleri bu millete kazandırma yolunda atacağınız her adım, alıp-vereceğiniz her soluk, ibâdet ve vesilelik adına yapıp geride bıraktığınız her amel, sizin için ahiret azığı ve saadet vesilesi olacaktır.

Vesilenin sadece bir vesile, buna karşılık, yapan ve yaratanın Allah (cc) olduğu çok iyi bilinmeli ve kat’iyen akıldan çıkarılmamalıdır. Bir kimse, imanımızın kurtulmasına, kuvvetlenmesine ve ibâdetlere alışmamıza vesile olabilir. Bu durumda, vesile olanın ‘ben olmasaydım sen kurtulamayacaktın; ben alıştırmasaydım sen namaz kılmayacaktın; imanını ben kurtardığım gibi, seni namaza alıştıran da benim’ demesi ne derece tehlikeli bir tefrit ve yanlış bir yol ise, aynı şekilde bizim de, ‘sen olmasaydın, ben küfür içinde yüzüyor olacaktım; ibadet nedir bilmeyecektim’ şeklinde düşünmemiz, o derece tehlikeli bir ifrattır. Bunun yerine, hidâyete vesile olan kişi şöyle düşünmelidir: ‘Allah’a (cc) hamdolsun; benim gibi nâehil, liyakatsiz ve muhtaç birini böylesi bir güzelliğe vesile kıldı. Ben, belki bir üzüm çubuğuyum ve Allah (cc) benim gibi kara, kuru ve çelimsiz bir dal parçasında şerbet tulumbacıklarını var etti.’ Birinin vesile olmasıyla hidâyete eren kişi de şöyle demelidir: ‘Sultanımın benim aczimi ve ihtiyacımı görüp, bir kapıcısı ve hizmetkârı ile bana elmastan hediyeler göndermesi karşısında, benim O Sultan’ı unutup, kapıcının ellerine sarılmam, ona temennâ durmam ve hediyeleri ondan bilmem, O’na karşı su-i edebdir. Hamd ve minnet ancak Sultanım’adır, yani Allah’adır (cc).’

Burada şu hususun belirtilmesinde de yarar var: Hamd ve minneti Sultan’a verip, hidâyeti O’ndan bilmek, hiç bir zaman, hidâyete vesile olan kişiye hürmet gösterip, şükran hisleriyle dolu bulunmaya mânî değildir. Her mevzûda olduğu gibi bu mevzûda da Kâinat’ın Efendisi’nin (sav) getirdiği ölçüler içinde hareket edip, mutlaka dengeyi korumalıyız. Meselâ, en büyük hidâyet vesilesi olan Peygamberimiz’i (sav) Yahudi ve Hıristiyanların peygamberlerini yaptığı gibi ‘ulûhiyet’ mertebesine çıkarmamalı; buna karşılık, onun için ‘abdühû ve rasûlühû’ derken, bütün bir beşeriyetin ona medyûn bulunduğunu unutup, ‘Medyûndur ona bütün bir beşeriyet Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret’ duâ ve inancından da uzak olmamalıyız. Çünkü, onun yolunda ve onun aşkıyla yaşanmayan bir hayata hayat değil, ancak ‘mevt’ olarak bakılır; Kur’ân’ın ifâde ve benzetmesiyle, belki de olanca hakikatıyla, onu kalplerinde taşımayanlara ve hayatlarında rehber ve getirdiklerini de hayata hayat edinmeyenlere ancak kabirdekilere bakıldığı gibi bakılabilir.

Evet, kaderde temiz fıtratların bozulup bozulmayacağı ve hayat boyu insanın karşısına çıkacak vesile ve sebeplerle birlikte, irâdenin bu vesile ve sebeplere karşı tutumunun da çok öncelerden bilinip kaydedilmesi, hayır ve şerrin Allah (cc) tarafından yaratılması meselesinden farklı değildir. İnsanın irâdesiyle devreye girdiği her yerde Allah (cc), hayrı da şerri de yaratır; fakat bazen atâ kanunuyla tecelli edip, şerri yaratmaz; çünkü O’nun şerre rızası yoktur. Buna rağmen, kul irâdesini şer yönünde kullanmada ısrar ederse, razı olmamakla beraber şerri de yaratır; zira dünyâ bir imtihan, bir müsabaka ve kulluk dünyasıdır.. Kaldı ki, şerrin yaratılmasının değil, kesbinin şer olduğunu, bizim şer bildiğimiz pek çok şeyde mühim hayırlar bulunduğunu, melekût cihetiyle, her şeyin hayır ve hikmet dairesinde olup bittiğini, dolayısıyla da şerri yaratmaya şer denemeyeceğini daha önce belirtmiştik.

. Kategori Kader M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy