İlimlerde kalb-kafa izdivacı

Yazar Egeli

Soru: Günümüzde İslâm’a hizmet, öncelikle İslâmî ilimleri mi, yoksa tabiî ilimleri öğrenmekle mi daha iyi yapılır?

Her Müslümanın –derecesine göre– ilim öğrenmesinde zaruret vardır. Ancak bu ilimler arasında farz-ı ayn olan (tek tek her ferde düşenler) ilimler olduğu gibi, farz-ı kifâye olan (bazı kimselerin yapmasıyla diğer kimselerin üzerinden düşen) ilimler de vardır. Mesela kişinin, dinî hayatını, Resûl-i Ekrem’in getirdiği çerçeve içinde muhafaza edecek kadar dinî ilimleri öğrenmesi farz-ı ayndır. İman nasıl olur ve nasıl rüsuh bulur? İman edilmesi gereken esaslar nelerden ibarettir? Namaz, oruç, hac, zekât vs. gibi ibadetler nelerden ibarettir ve bunların eda şekilleri nasıldır? Dahası hikemiyatları nelerdir? Evet, her mü’minin bunları bilip hudû ve huşû içinde ibadet ü taatini yapması farzdır. Ancak bazı mü’minlerin tıp ilmi okumaları, bazılarının askerlik sanatına vâkıf bulunmaları, bazılarının hendese ve diğer fünûn-u müsbeteyi tahsil etmeleri, bu mevzuda hiçbir nas olmadığı iddia edilse bile maslahat-ı mürsele ve istihsan açısından zaruridir.

Müslümanların, onur ve izzetleriyle İslâm milleti ve devleti olarak pâyidâr olabilmeleri ve ayakta durabilmeleri için fünûn-u müsbete ile mücehhez olmaları şarttır. Öyleyse neslimiz ve devrimizin insanı, bir büyüğümüzün ifadesiyle, kafasını devrin fünûn-u müsbetesiyle, kalbini de ulûm-u imaniye ve Kur’âniye ile tenvir etmelidir.[1] Kalb ve kafa izdivacı yapıldığı takdirde nesebi sahih terkipler, komprimeler, devrini anlama, irşad, halka nüfuz etme ve insanların gönlüne taht kurup oturma imkânı doğacaktır. Bu sebeple bir mü’min, her iki alanla alâkalı hususları çok iyi bilmelidir. Bu aynı zamanda irşad, tebliğ ve kendi milletimiz için de, hayat-ı içtimaiyemizde olması gereken hayatî bir mevzudur.

Bu mevzuda belli kimselerin çok da ehemmiyete alınmayacak kadar küçük teşebbüs ve gayretleri olsa da, esasen insanımız ciddi bir sistem içinde yurtlar yapmalı, fen ve sosyal bilimlere dair okullar açmalı, İslâmî ilimlerin tahsil edildiği İmam-Hatipler kurmalı ve buralarda okuyan talebeleri ufuklu yetiştirmelidirler. Her mü’minin, bir sistem içinde kendi vatanında ve kendi milleti namına mevcudiyetini gösterebilmesi, dahası huzursuzluklar karşısında muvazene unsuru olabilmesi için kendi devrini bilen biri olarak yetişmesi, hem fünûn-u müspete hem de ulûm-u diniye ile mücehhez olmasını gerektirir.

Belli bir dönemde medresemiz bunu ihmal ettiği, tekke ve zaviyeler sadece dervişlere tesbih verir hâle geldiği için geri kaldığımız söylenebilir. Geçmişte Ekberî tarikatının kurucusu Muhyiddin İbn Arabî, kendi devrindeki insanlara yedi asır evvel ilmin, fünûn-u müsbetenin en ince esrarından bahsetmişti. Elektrik akımlarını ampulün içine sokarak bu potansiyeli verimli hâle getiren azmin timsali büyük deha Edison, ampulle alâkalı yazdığı bir yazıda, “Üstadım Muhyiddin İbn Arabî’yi hayırla yâd ederim ve hayırla yâd edilmesini isterim.” demişti. Çünkü Ekberî tarikatının şeyhi Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri, asırlar önce kendine has üslûbuyla elektrik enerjisinden bahsederek Edison’a ilham kaynağı olmuştu.[2] Ayrıca ben, Fütuhât-ı Mekkiye’nin dördüncü cildinde anlatılan ifadelerden paratoneri de çıkarıyorum. Orada, havada zâid-nâkıs yüklü bulutlar üst üste geldiği zaman bazı binaların yıkılacağı, İbn Arabî’nin bu işi bakır ve çinkoyla nasıl önlediğine işaret edilmektedir ki, bütün bunlar o hazretin, kendi devrine ait fünûnunun çok ötesini bildiğini göstermektedir.

Evet, tekke ve zaviyeler sadece tesbih verme ile yetinen kitap okumazların mahalli hâline gelince, medreseler Aristo mantığını tekrar edip duran mukallitler yuvası olunca İslâm da nazariyeler mecmuası şeklinde algılanmaya başlamıştı. Bunlar, işin bize ait yönüydü. İşin doğrusu böyle davranmakla biz, İslâm’a ihanet etmiştik. Gibb, İmam Gazzâlî’yi anlatırken, “Ben hayatımda kendi devrini aşarak, üç-dört asır sonrasına hükmünü kabul ettirecek böyle bir insan görmedim. Onun, devrinde bilmediği fünûn yoktu.” demektedir. O İmam Gazzâlî ki, ahlâka dair en büyük kitabı İhyâu ulûmiddin eserini yazarak ümmet-i Muhammed’e hediye etmiştir. Aynı İmam Gazzâlî, devrinde zirveye çıkan felsefeyle ve onun temsilcisi filozoflarla boy ölçüşecek seviyede felsefeye de vâkıf bir insandı!

İmam Rabbânî Hazretleri, kendi devriyle ele alınacak olursa, o da yed-i tûla sahibi bir âlimdi. Ancak biz, daha ziyade menkıbe edalı yerlere dalarak yüce bir kâmet olan o hazreti, ceviz kabuğunun içine koyup öyle görmeye çalıştık. Aslında bugüne kadar biz, böylesi büyük önderleri parça parça ve tek yanlarıyla mütalâa edegelmişizdir. Bu da bizim cehlimiz ve fakrımız demektir. Bizde bir dönemde buna karşı bir reaksiyon olmuştur. Hususiyle Avrupa’ya gidip okuyan Ali Suaviler, Namık Kemaller ve Ziya Paşalarla başlayan bu nesil, tekke ve zaviyenin fersûdeleşmesi karşısında reaksiyon göstermişlerdir ama bunlar da gidip taklit ettikleri dünyanın bozbulanık iklimine gömülüvermişlerdir. Bu durum –Cemil Meriç Hoca’nın ifadesiyle– zavallı entelijansiyamızın sergüzeşt-i hayatının bir hikâyesidir.

Ve maalesef bu hikâye henüz bitmemiştir ve günümüzde de devam etmektedir. İki tarafı eksik tek yanlı bir anlayışın ifadesidir. Bir dönemde topun plân ve hesabı medreselerde yazılıp çiziliyor, caminin içinde sinüs-kosinüs hesapları yapılıyor ve mâbed, bir mektep ve medrese gibi hizmet veriyor ve ulûm-u diniye, fünûn-u medeniye ile atbaşı gidiyordu. Evet, Selçukî devrinde mescitte gökyüzünde yıldızlar rasat ediliyor; Ay’ın menzilleri Manisa’daki Hatuniye Camii’nin deliklerinden görülüyor ve seyrediliyordu. Selçukî döneminde ve Osmanlı’nın bidayetinde biz, fen ve teknikte Avrupalıdan çok ilerdeydik. O gün bizim onlara hediye ettiğimiz bir saatin tik tak etmesi karşısında onlar, çıkan sesin cinler tarafından çıkarıldığını zannediyorlardı. Bu itibarla da biz bugün, çok müstahkem bir kale iken yıkılıp harâbezâr olmuş bir kalenin tamiriyle meşgul bir kısım adanmış fertler olarak hem Batı’nın fünûn-u müsbetesini, bir kısım fersûde fikirlerden sıyrılarak öğrenecek, hem ulûm-u İslâmiyeyi talim edecek, hem de lâf u güzafı bırakıp İslâm’ın ruhî hayatına dönerek kalbî ve ruhî hayat yörüngesindeki yolculuğumuza devam edeceğiz.

Hâsılı, işte bu türlü insanları yetiştirdiğimiz zaman devrimizin veçhesi değişecek ve bununla müteşeyyihîn gürûhu silinecek ve yerini devrini bilen gerçek mürşitler alacaktır. Bu sayede tesbih verenler değil ruh verenler, verdiği tesbih sayısıyla müridinden tesbih isteyenler değil, birini bin yapıp mamur gönülle mürşidin huzuruna gelen büyük insanlar yetişecektir. Vâkıa, o devre bugün bitip kapanmış görünse de bir kere daha gerçekleşmesine hiçbir mâni yoktur. Aslında bugün öyle bir gelecek bütün ihtişamıyla hak erlerinin simasında mevcelenmektedir. Bunun yarınını da siz göreceksiniz. Ben ancak bu kadarını hissediyorum.

[1] Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası 2/ 168.
[2] Bkz.: İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye 4/398.

. Kategori Kendi Ruhumuzu Ararken, M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy