Göç Hatıraları | Esra Kaya

Yazar Editör

Bir gece vakti başladı göç yolculuğum.
Yolda Aristo’yu, Hugo’yu, Dadaloğlu ve Akif’i gördüm.
Bildim ki bu yolun ne ilk ne de son yolcusuyum.
Uzun ve maceralı yolculuğumun ardından, ismini bile telaffuz edemediğim
bir yerdeyim. Kış hükümranlığını ilan etmiş ama içimdeki o güçlü merak, soğuğu
hissettirmiyor. Tıpkı; hayatı yeni keşfeden, bir şeylerden eksik kalırım korkusuyla
yorgun bile olsa uyumak istemeyen çocuk gibi etrafa bakıyorum. Hayatımda hiç
ağaç görmemiş değilim, evet! Bizim orada da kar böyle yağar. Hatta güneş buralara
gelmeden kim bilir memleketimin nerelerine uğrayıp gelmiştir. Lakin göç; hayatı
bana, yabancısı olduğum renklerle tanıtıyor. Başka şarkılar sunuyor kulağıma,
idrakime başka anlamlar katıyor. Âşinası olmadığım zorlukları beraberinde getirse
de “eski” tarafından hırpalanmışlık ve hayata “yeni” bir sayfa açma umudu,
yaşanan zorlukları nezdimde küçültüyor.
Kaldığımız kampta her daim kontrol ettiğimiz uzun uzun listeler var. Bir
sabah haber geliyor, “Hadi, falanca şehre gidiyorsunuz!” Kalp atışlarım hızlanıyor,
omuzlarıma endişe ve heyecan bastırıyor. “ Orası neresi sahi?” Ailecek ilk işimiz
haritaya bakmak oluyor, yerini buluyoruz, konumuna ve uzaklığına bakıyoruz.
Kampta tanıştığımız diğer göçdaşlarla helalleşip yanımızda iki çanta ve iki çocukla
gün ağarmadan yola koyuluyoruz.
Bindiğimiz tren, tepelerinde kaleler bulunan dağların arasından süzülerek
gidiyor. Tren gidiyor, karlar eriyor; tren gidiyor, üzerimizdeki montlar bizi
bunaltmaya başlıyor; tren gidiyor, güneş sanki üzerimize eğiliyor ve kış ayazında
bindiğimiz trenden bahar sıcaklığında iniyoruz. Anlamadığımız bir dilde yazılmış
yol tarifiyle tanımadığımız bir şehirde adres arıyoruz. Akıllı telefonlarımız yetişiyor
imdada. Mavi küremizi küçültüp bir top gibi sunuyor karşımıza. Adresi elimizle
koymuş gibi buluyoruz.
Üzerimizde çok aşamalı bir macerada finale ulaşmanın huzuru var. Öyle
güçlü ki bu huzur, eski bir hastane odasında kalmak bile keyfimi kaçıramıyor. Kirli
duvarlar, dokunsam kırılacak pencereler, demirden dolaplar seksenli yılların
sonuna ışınlanmışım gibi hissettiriyor. Olsun. Bunlar dert değil. Onca kaçışın,
saklanmanın ardından “Özgürlük!” diye bağıra bağıra sokaklarda gezesim var.

Haftalar geçiyor, bürokratik işlemler, bugün git, yarın geller, dosyalarca
evrak… Elimde dijital sözlük, sanki hayat iksirini şifreleyen bir bulmaca çözmeye
çalışıyorum. Dil, sarsılmaz bir dağ gibi karşımda duruyor. Ama pes etmek yok,
demirden korksak trene binmezdik, değil mi?
Kursun ilk günü… Ah şu tez canlılığım. Telefon uygulamalarından
öğrendiğim birkaç bilgiye dayanarak ilk kurları atlıyor ve nihayet kursa
başlıyorum. Yüzümde bana göre nazik ama diğerlerine göre aval aval bir gülüşle
etrafa bakıyorum. “Yapabilirim evet, iyi dinlersem anlayabilirim hocayı.” Hocayı
anlamanın yeteceğini sanıyorum. Gel gör ki henüz derdini anlatamamanın ne
demek olduğunu kavrayamamışım. Daha bilmiyorum, zihnimde gayet veciz
cümleler kurarken, ağzımı açıp tek laf edememenin ne demek olduğunu… Değil
uzmanı olduğum alanlar, çocukların bile rahatça fikir beyan edeceği konularda dut
yemiş bülbül gibi kalmayı anlamıyorum.
Konuşamadıkça bir gerginlik sarıyor benliğimi. Bütün eğitimim, birikimim,
bilgim, neyim varsa cam bir şişeye doldurup sallayıp atmışım gibi. Arada hocanın
kendi yapıp kendi güldüğü, aşağılayıcı esprilerini yakalıyorum. Zoruma gidiyor bir
şey diyememek ve sineye çekiyorum.
Akşam, ortak kullanım alanındaki tuvaletleri ve banyoları temizlemem
gerekiyor. Temizlemek sorun değil, “Ah, klozetin tepesine çıkıp hacet göreni bir
bulsam dersini vereceğim.” diye hayıflanıyorum. Sonra da gülüyorum kendime.
Nasıl ders vermeyi düşünüyorum acaba, hangi dilde? Anca kaşlarımı çatıp kendi
kendime söylenirim. Her yeri güzelce yıkıyorum, temizliyorum. Vicdanım rahat
bir şekilde çekiliyorum odama. Ertesi gün kurs dönüşü, yan komşum kızgın bir
ifadeyle beni karşılıyor. Temizlik yapmamakla suçlandığımı anlıyorum. Ama
kendimi savunamıyorum, uğraşıyorum, izah etmeye çalışıyorum, ama karşı taraf
anlamıyor veya anlamak istemiyor. Bir süre sonra pes edip odama dönüyorum.
Hani çocuklar, ilk konuşmaya başladıkları zaman, bazı şeyleri ifade etmeye güçleri
yetmez, sinirlenir ve o sinirden ağlarlar. Ağlamak istiyorum ben de. Olay bittikten
sonra kelimeler geliyor aklıma ama ne çare, olan olmuş bir kere.
“İnsan kendi ülkesinin alimi de olsa başka ülkenin cahili oluyor.” diyordu bir
yazar. Ne kadar doğru! Okuma yazma öğrenen çocuk kadar bile değilim.
Beynimde sanki bir mercek var ve gördüğüm, duyduğum her şeyi bulanıklaştırıyor.
Aradan aylar geçiyor, merceğin derecesi yükseliyor, algım açılıyor ve netleşiyor her
şey. Kelimelerim artıyor, güzel cümleler ortaya çıkmaya başlıyor. Sanki zeka
seviyem yükseliyor insanların nezdinde. Boş gözlerle bakmıyorum artık. Sorular ve
cevaplar arasında, asla bitmeyecek hissi veren uzun dakikalar yok.

Dili hallettikten sonra mesleki entegrasyon için kursa başlıyorum. Öz
güvenim yerinde, gayet rahatım ama bir gün teneffüste hoca yanıma geliyor.
“Dediklerimin hepsini anlıyor musun? Bak, anlamadıysan muhakkak söyle!” Kötü
niyetli değil biliyorum. Ama koca sınıfta bir sürü insan varken gelip sadece bana
söylemesi gücüme gidiyor. Onun endişesini ya da ön yargısını tetikleyen şeyin
başörtüm olduğunu anlıyorum. Verdiği istatistik sorularını doğru ve hızlı çözerek
endişesinin yersiz olduğunu ona gösteriyorum. Şaşkınlığını izlesem de
sevinemiyorum. Akabinde yaşadığım benzer tecrübeler bana, üniversite mezunu
herkesin yapabildiği sıradan işleri ben yaptığımda, olağanüstü tepkilerle karşılayan
insanlarla yaşamayı öğrenmem gerektiğini gösteriyor.
Bu süreçte göç, hakiki bir öğretmen oldu bana. Alışkanlık tuzağından
kurtulup hayata bambaşka gözle bakmayı, olumsuzluklara rağmen umut
etmeyi…Kelimelerin ne kadar değerli olduğunu, kendini ifade edememenin
çıldırtıcılığını, bundandır ki kendini anlatamayan insanlara ses olmak gerektiğini,
ön yargı duvarı ne kadar güçlü örülmüş olursa olsun, ona takılmadan devam
edebilmeyi ve daha birçok şeyi… Benim gibi göç yollarından geçmiş, gurbete ram
olmuş yüceleri hatırlıyorum sonra ve onlardan aldığım ilhamla, kendi göçümü iki
mısrayla özetliyorum.

Göçtüm de bad-ı sabada en şahane guruba
Attım eğerimden deva tanımaz dertleri gayrı

Kaynak:Esra Kaya 

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy