‘Gelecek projeksiyonu’ üzerine yorumlar ve cevaplar l Ahmet Kurucan

Yazar Editör

Bugün sizlere geçen hafta yayınlanan “Gelecek projeksiyonu… Ve hazır mısınız?” başlıklı yazımın devamı olacak değerlendirmeler yapacaktım. Bunu bir hafta ertelemeye karar verdim. Sebebi, o yazıya gelen geri dönüşlerin çokluğu ve bir cevap beklentisi. Ben yazımın okuyucuların ilgisini çekeceğini tahmin ediyordum ama bu ölçüde olacağını değil. Bu vesile ile düşüncelerini dile getiren herkese teşekkür ederim. Okuyucuların bu düşüncelerine tek tek cevap vermem köşe yazısının sınırlarını aşar. Onun için bunları üç ayrı kategoriye ayırarak kısaca cevaplar vermeye gayret edeceğim.

Ona geçmeden öncelikle şunu ifade edeyim, 2050 yılına ait muhtemel senaryolardan biri olarak sunduğum manzara benim ne temennimdir ne kehanetim. Aksine adı üzerinde senaryolardan ve yazının sonunda ifade ettiğim gibi rasyonel aklın evet diyeceği muhtemellerden biridir. İnanan bir insan olarak “Keşke böyle olmasa” derim, dualar ederim, çocuklarımızın dini kimliklerini inşa ve muhafaza etmeleri için elimden gelen gayreti gösteririm ama bunları yaparken realitelere de göz yumamam. İdealist olamam ve hissi yaklaşamam. Rasyonel teoloji adı verilen bir zeminde durmaya çalışırım ki o yazıyı kaleme almamın sebeplerinden biri de budur.

Bir de “Neden 2050 yılı?” sorusuna cevap vereyim… Bazılarının ifade ettiği gibi sizlerin ümitlerini kırmak değil aksine kırmamak için 2050 dedim. Yoksa 2021 de diyebilir, yakın ve uzak çevremde bizzat şahit olduğum örnekleri söyleyerek zaten o senaryonun şu an itibariyle kısmen yaşandığını beyan ederdim. İşte ettim. An itibariyle 20-30 yıldır Batı ülkelerinde mukim olup ikinci ve üçüncü nesillere sahip bazı ailelerde zaten bu manzara yaşanıyor ve örnekleri de birer ikişer artıyor. Bir okuyucum; “Yazdıklarınız şu an yaşanmakta burada. Benim kardeşlerim farklı millet ve dinden insanlarda evli,” diye yazdı bana. Gün geçmiyor ki bu eksende bir soru benim e-posta hesabıma düşmemiş olsun.

Toparlayayım: Söz konusu senaryoyu ifade eden yazım bir taraftan mevcut realiteyi anlatırken bir taraftan da geleceğe ait kuvvetle muhtemel bir tabloyu resmetmekte ve insanımıza “Perşembe’nin geleceğini Çarşamba’dan söyleme” deyimine uygun bir şekilde uyarıda bulunmaktadır. Kaldı ki beni yakında tanıyan, sohbet ve konferanslarıma katılanlar bilir, bu alandaki uyarılarımı şimdi değil belki 15 yılı aşkın bir süredir yapıyorum.

Şimdi geçelim tepkilerin kategorilere ayrılmasına. Birinci kategori, ihtimal Türkiye veya Müslüman ülkelerde hayatlarını idame ettiren ya da Batı ülkelerine yeni göç etmiş, ideolojik denebilecek bir yaklaşımla dini ele alıp geleceğe ümitle bakan bir zeminde duran kişiler. Yine ihtimal olarak söylüyorum bunların büyük bir çoğunluğunun çocukları henüz çok küçük yaşlarda ve Batı kültürünün “eritici kazanı” gerçeği ile henüz karşılaşmamışlar.

“Ümidimizi kırıyorsun; hadi köyümüze geri dönelim; çocuklarımızı kaybedeceksen niye hicret ettik ki? Üstad’ın, Hocaefendi’nin müjdeleri var; siz Allah’ın dinine hizmet edin çocuklarınızı Allah korur. Biz Hizmet cemaati olarak 50-60 yıl önce Batı’ya göç etmiş diğer Müslümanlar gibi değiliz, daha eğitimli, daha donanımlıyız, bizim çocuklarımız böyle olmaz vs.” Uzatmak istemiyorum ama bu grupta değerlendirdiğim kişilerin tepkileri genelde bu merkezde. Evet, ben de isterim hiç kimsenin ümidini kırmamayı, heyecanına, aşk ve şevkine dokunmamayı, sözünü ettikleri temennilerin hayat bulmasını ama bu sayıları az da olsa mevcut gerçeklere gözleri kapatmayı gerektirmemeli.

Ayrıca bizden önce Batı ülkelerine göç etmiş başka milletlere mensup Müslüman toplumları da çok hafife almayın lütfen. Hem dünleri hem de bugünleri itibariyle inşa ettikleri camiler etrafında dini kimliklerini korumuş, ikinci üçüncü nesillerini büyük bir oranda yaşadıkları topluma entegre edebilmiş, onlar arasından din adamlarını çıkartmış topluluklar onlar. Mukayese yapacak verilere sahip değilim ama bizim onlardan daha iyi olduğumuz ya da olacağımıza dair elimizde somut verilerin olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. 21 yıldır Amerika’da hayatın içinde yaşayan bir insan olarak bu sözlerimi lütfen yabana atmayın. Keşke yanılsam. Bu hususta yanılmaktan büyük mutluluk duyarım.

İkinci kategori, yaptıkları tahlillerden ve akıl dolu analitik analizlerinden anlayabildiğim kadarıyla Batı ülkelerinde yaşayan kişiler bu grupta yerini alıyor. Onlar Müslümanlar ve diğer din mensuplarını da içine alan dini kimlikler üzerine yapılmış çeşitli saha çalışmaları, istatistiki bilgiler, akademik makalelerden alıntılarla düşüncelerini dile getiriyor, itirazlarını yöneltiyor veya katkıda bulunuyorlar. Söz konusu senaryonun gerçekleşme ihtimalini akıldan dûr etmeden Müslümanlar olarak ister ferdi ister ailevi isterse topluluk (community) bazında neler yapmamız gerektiğine işaret ediyorlar. Ütopik söylemlerden kaçarak ayaklarımızın yere basması gerektiğini, bir taraftan kanunlara karşı hile yapmadan yaşadığımız ülkenin hukukuna saygılı vatandaşlar olma diğer taraftan entegrasyonun en önemli göstergelerinden biri olan sorunun değil çözümün bir parçası olmanın gereği üzerinde duruyorlar. Cemaat olarak hem tecrübe ve bilgi birikimimizi hem de insan kaynağımızı inkar etmeden, “Nesil yetiştirme konusunda muazzam tecrübesi olan bir topluluğuz; tek yapmamız gereken diasporada hakim kültür çatısı altında uygulamaya yönelik modifikasyonlar yapmalıyız” diyerek mega projelere atıfta bulunuyorlar. Hemfikirim ve müteşekkirim.

Üçüncü kategoride yazdıklarından anladığım kadarıyla din eğitimi almış, dindar bir çevrede yetişmiş, hayatlarının bir kısmını dindar olarak yaşamış ama şimdilerde dini hayatından kısmen veya tamamen çıkarmış kişiler yer alıyor. Bunlar din seçiminin tamamen çocuklarımızın kendisine bırakılması gerektiği, eğitimde Tanrı’yı denklemden çıkarıp onun yerine ahlaki değerleri koymayı teklif ediyorlar. Çocuklarımızı daha özgür ve daha bağımsız bir şekilde yetiştirmeye bizzat ailenin öncülük etmesini istiyor, zaten aile buna öncülük etmese de “Su içine girdiği kabın şeklini alır” misali bunun ister istemez gerçekleşeceği tahmininde bulunuyorlar. Çocukların anne babalarından farklı bir dini benimsemelerini de tarihin düz bir çizgi takip etmediği ve etmeyeceğini, başka dinlerin bunu asırlardır yaşadıklarını dolayısıyla din değiştirmelerin tabii karşılanmasının zaruri olduğunu söylüyorlar. Bu düşünceler arasında katıldığım yerler olduğu gibi itiraz ettiğim yerler de var. Nasip olursa gelecek yazımdan itibaren bunları da içine alan bir yazı serisine başlayacağım, söz verdiğim gibi.

“Ne gereği vardı şimdi bu yazıya?” diyenlere de bir çift sözüm var. Görebildiğim kadarıyla hangi kategoriye girerse girsin yazımı okuyup düşüncelerini paylaşma zahmetine katılan hemen herkes çocukları ve onların geleceği hakkında kaygı taşıyan insanlar. “Ne yapmalıyım, nasıl davranmalıyım?” sorusuna cevaplar arayan kişiler bunlar. Onlara diyeceğim şu: Madem bu kaygıları taşıyorsunuz “Ne gerek var böyle bir yazıya?” diyeceğinize çocuğunuzun dini kimliğini inşa ve muhafaza adına yazıda dile getirilen örneklere, yeni kaleme alacağım yazılarla birlikte bakmalı ve alıcı gözüyle değerlendirmelisiniz. Üstad’ın tabiriyle altın çıkarsa alır, bakır çıkarsa binbir gıybeti peşine takarak bana iade edersiniz.

Son olarak “Hazır mısınız?” sorusuna geleyim. Bu soru çoklarının canını yakmış, kalbini acıtmış, gözlerini yaşartmış, yüreklerini hoplatmış. Farkındalık uyarma adına bence iyi de olmuş. Aksi halde yazı vazifesini eda etmiş olmaz, Perşembe’nin geleceğini haberdar edememiş olurdu. Ama “Hazır mısınız?” sorusundan bu kadar etkilenen bazılarının sığınmış olduğu liman gözüme çok sığ göründü. Daha doğrusu metodolojik bir hata yapıldığını düşünüyorum. Bunlardan birisi bana şu soruyu soruyor: “İslam’ı güneşin doğup battığı her yere götürme düşüncesiyle yola çıkanlardan, kendi evlatlarının İslam’dan çıkmalarına hazır olmalarını mı istiyorsunuz?” Elbette hayır, tabii ki istemiyorum. O zaman sorumu değiştirerek sorayım: “İslam’ı güneşin doğup battığı her yere götürme düşüncesiyle yola çıkan insanların çocuklarının bir gün  ‘Ben artık Müslüman değilim?’ demeyeceğinin garantisi var mı?”

Bir soruyu da: “Ümîdvâr olun, şu istikbal inkilâbı içinde en yüksek gür sâdâ İslam’ın sâdâsı olacaktır” diye Üstad’ın ümit dolu gelecek tahminini anlatan okuyucuma sormak isterim: Diyelim ki İslam’ın sâdâsı istikbalde hâkim oldu. Senin çocuğun, benim çocuğum İslam dairesi için de mi yerini alacak dışında mı? Büyük resimden bahsetmiyorum; İslam’ın sâdâsının ne olduğu, istikbalde nasıl hakim olacağı sorularını bir kenara bırakarak küçük resimden, senin ve benim çocuğumdan, hatta senden ve benden söz ediyorum; biz o resmin içinde mi yer alacağız dışında mı? Büyük ideallerden söz ederken kendimizi unutmayalım. İdealite ve realite dengesi içinde doğru yerde duralım.

Neyse çok uzattım. Hata ettiysem affola. Haftaya görüşmek ümidiyle.

Kaynak: Ahmet Kurucan | Tr724

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy