Fetanet Açısından Efendimiz’in Vasıfları: Rahmet ve Şefkat

Yazar Egeli

Allah Resûlü’nün rahmet ve şefkati de O’nun fetanetinin bir buudunu teşkil eder. O’nun şefkat ve rahmetinde, aynı zamanda muhteşem bir kavrayışın ayrı bir derinliği gizlidir. Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cenâb-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyetinin yeryüzündeki biricik temsilcisi olarak, bu iki mübarek sıfatın tesirini bir iksir gibi kullanmış ve bütün gönüllerde taht kurmuştur. Zaten, şefkat, re’fet, yumuşaklık, yürekten ve samimî olmak kadar insanı kitlelere kabul ettiren ikinci bir vesile yoktur. İşte, Allah Resûlü iç inceliği, kabiliyet-i fevkalâdesi ve fetanetiyle, rahmet ve şefkati fetanetinin ayrı bir buudu olarak çok iyi değerlendirmiştir ki, bu da O’nun peygamberliğinin ayrı bir delili sayılır.

Allah (celle celâluhu), O’nu bütün âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Evet O, pırıl pırıl Hak rahmetini aksettirmektedir. Sanki O, çöl ortasında bir su menbaı, bir kevser havuzudur da, kabını eline alıp gelen herkes o havuzun başına varmış, hem kabını doldurmuş hem de kana kana içmiştir. İşte O, rahmet buuduyla böyle herkese açık bir kevser kaynağı gibidir.. isteyen her fert O’ndan istifade edebilir.

Şu kadar var ki, O, muhteşem fetanetiyle, mahiyetindeki bu rahmeti, o rahmete muhtaç ruhlara, âdeta Cennet’e götüren bir nurlu tuzak yapmıştır. Kim o tuzağın büyüleyici atmosferine girerse kendini zirvelerde bulur. İşte “rahmet”, Allah Resûlü’nün elinde böyle sihirli bir anahtardır. O, paslanmış küflenmiş ve açılamaz zannedilen bütün kilitleri bu anahtarla açmış ve her sinede bir iman meşalesi yakmıştır.

Evet, bütün insanlar arasında, bu altın anahtar, altın ruhlu ve madeni som altın Hz. Muhammed Mustafa’ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) teslim edilmiştir. Zira, beşer içinde o anahtarı almaya en lâyık O’dur. Evet, Allah, her zaman emaneti ehline verir. İnsanlara emanet olarak verdiği kalbin anahtarını da, o işe en ehil olan İki Cihan Serveri’ne vermiştir.

Evet, Allah (celle celâluhu), O’nu âlemlere rahmet olarak göndermiş, O da bu rahmeti fevkalâde muvazene içinde en iyi şekilde değerlendirmiştir. Rahmette muvazene de çok önemlidir.

Rahmette İfrat ve Tefrit

Her meselenin bir ifrat ve tefriti olduğu gibi, rahmeti kullanmanın da ifrat ve tefriti vardır. Rahmetin suiistimale uğramasının en tipik misalini, hümanist geçinen bazı grupların düşünce ve davranışlarında görmek mümkündür. Onlar, bir yanda dengesiz bir sevgi ve hümanizmden söz etmekle, diğer yandan da hiçbiri, bir mü’min ve mütedeyyine karşı samimî bir alâka duymamakla, bu hususta en canlı örnek teşkil ederler. Evet, ellerinden gelse Müslüman ve dindar insanları bir kaşık suda boğmak isterler. Onların sevgileri sadece kendilerine ve kendileri gibi düşünenleredir. Aslında bu sevgi de, bizim anladığımız mânâda hasbî değil, menfaat üzerine kurulmuştur. Hâlbuki İki Cihan Serveri’nin rahmeti bütünüyle istikamet içinde cereyan etmiş ve sadece insanlığı değil bütün varlığı kuşatmıştı ve kuşatmaktadır da…

Allah Resûlü’nün temsil ettiği rahmetten, mü’minler istifade eder. Çünkü O, mü’minlere karşı “Raûf” ve “Rahim”dir.[1] İçtendir, yumuşak yüreklidir ve çok merhametlidir. O’nun temsil ettiği rahmetten mü’minlerin yanında, kâfir ve münafıklar da istifade eder. Hatta bu rahmetten Cibril’in dahi kendisine has bir istifadesi vardır.[2] Bu rahmetin enginliğini şununla ölçün ki, şeytanın dahi bu rahmete bakıp ümitlendiği olmuştur.[3]

O’nun temsil ettiği rahmet, belli insanlara ve belli gruplara inhisar etmez. O, bazılarının yaptığı gibi rahmeti istismar vesilesi olarak da kullanmaz.

Hümanizm Aldatmacası

Günümüzdeki bir kısım cereyanların, insanı aldatmak için onu paravan olarak kullandıkları bir gerçektir. Rica ederim; bunun insanı sokmak için onun yanına sokulan yılanın, çıyanın yakınlığından farkı nedir? Allah Resûlü’nün temsil ettiği sevgi kat’iyen bu türlü sevgi anlayışıyla karıştırılmamalıdır. Evet, İslâm’ın sevgi anlayışı da, bütün meselelerde olduğu gibi kendine mahsus, dünya-ukbâ buudlu ve dengelidir.

Hz. Muhammed Aleyhisselâm, bir mesaj olarak bütün insanlığı ve bütün varlığı içine alan bir sevgiyle insanları kucaklamıştır. Ancak, yukarıda da arz ettiğimiz gibi, O’nun bu engin şefkati ve derin rahmeti, bu meseleleri istismar edenlerin sevgi ve şefkat anlayışlarında olduğu gibi sadece bir düşünce olarak ve kitap sayfalarında kalmamış; aksine en kısa zamanda pratiğe dökülmüş ve bütün derinlikleriyle temsil edilmiştir. Zaten, Efendimiz’in tatbike sunulmayan hiçbir düşüncesi yoktur. O, bütünüyle bir aksiyon ve hamle insanıdır.

Allah Resûlü, bütün varlığı ihata eden o engin rahmet anlayışını en içten, en samimî şekilde ve varlığın sinesinden yükselen bir mânâ olarak ortaya koyduğundan, söylenenler hep tatbik görmüştür. Meselâ O, hayvanlara karşı şefkatli davranmayı şöyle ibretli ve müşahhas misallerle anlatır. Allah Resûlü’nün anlattığı bu iki örnek unutulacak gibi değildir:

“Allah (celle celâluhu) bir köpek yüzünden, ahlâksız bir kadını affedip Cennet’ine aldı. Köpek bir kuyunun başında, susuzluktan dili sarkmış bir vaziyette soluyup duruyordu. Tam o esnada oradan geçmekte olan bu kadın, köpeğin hâlini görünce dayanamadı. Hemen belinden kemerini çıkarıp ayakkabısına bağladı, bununla kuyudan su çıkarıp köpeğe içirdi, böylece köpek ölümden kurtuldu. İşte bu kadının bir köpeğe karşı bu davranışı onun affına vesile oldu ve Allah (celle celâluhu), onu Cennet’ine koydu.”[4]

Aksi kutupta ikinci örneği de Allah Resûlü şöyle anlatıyor:

“Bir kadın bir kedi yüzünden Cehennem’e girdi. Ne o kediye yedirdi, içirdi ne de salıverdi. Ve kedi açlıktan öldü. O kadın da bu yüzden Cehennem’e girdi.”[5]

Allah Resûlü, bu engin rahmet mesajının tebliği vazifesiyle gelmiştir. O, “Menhelü’l-azbi’l-mevrûd”dur. Yani bir tatlı su kaynağıdır; kim O’na idrak kovasını daldırsa O’nda rahmet bulur. O’nun elinden âb-ı hayat içen ise, mânen ölümsüzlüğe erer.

Keşke, cebrî-lütfî bu kevser havuzunun başında bulunanlar O’nun kadrini bilselerdi!

Söylediğimiz sözleri mücerret bırakmamak için birkaç müşahhas misal arz etmek istiyorum. Ancak, ondan evvel, burada şu hususa da dikkatinizi çekmeden edemeyeceğim:

O, Her Şeyde Zirvedir

İnsanların arasında bazı mesleklerde ileriye gidenler, ileriye gittikleri mesleklerinin hilâfına, başka sahalarda o oranda, göze çarpacak kadar geridirler.

Meselâ, bir erkân-ı harp, bir muharip, her ne kadar askerlik mesleğinde muvaffak ve başarılı bir erkân-ı harp olsa da, bazen başka sahalarda bir çoban kadar anlayışlı, duyarlı ve şefkatli olamayabilir. Hatta bazen böyle birinin tabiatı öldürme ile bütünleştiğinden dolayı, bu insan hiç şefkatli de olmayabilir. Zira öldüre öldüre, hisleri belli bir ölçüde körelmiştir ve artık o, herhangi bir insanı öldürmekten duyduğu teessürü duymayabilir.

Bir siyasî, siyasette çok muvaffaktır. Ancak o oranda doğruluktan taviz verebilir ve insanların hukukuna saygıda kusur edebilir. Yani, siyasî sahada başarısı nisbetinde, doğrulukta, mürüvvette her zaman bir gerileme söz konusu olabilir. Bu, bir yerde sivrilip zirveleşirken, diğer yerde dibe doğru inmek demektir.

Yine kendisini pozitivizm akımına kaptırmış ve her şeyi deneye, tecrübeye dayandırma peşinde koşup duran bir insan görürsünüz ki, kalbî ve ruhî hayatında sıfırı aşamamıştır. Hatta bazen, akıl plânında Everest Tepesi gibi yükselirken, kalbî hayatında Lut Gölü gibi çukurlaşanlar da vardır.

Her şeyi maddeye irca etmeye çalışan, aklı gözüne inmiş nice insanlar vardır ki, vahyin mantığı karşısında aptallardan aptal ve mânâya karşı âdeta kördürler.

Bu kısa izahtan da anlaşıldığı gibi bazı kimseler, belli sahalarda muvaffak olmalarına karşılık, ondan daha hayatî ve mühim sahalarda hiç mi hiç başarılı olamamışlardır. Yani, insanlarda bulunan birbirine zıt vasıflar, âdeta bir diğerinin aleyhine işlemektedir. Biri gelişip inkişaf ederken, öbürü dumura uğramakta ve güdük kalmaktadır.

Hâlbuki, Allah Resûlü’nde bu durum hiç de öyle değildir. O bir muharip olmanın yanı başında, engin bir şefkat insanıdır.. bir siyasîdir.. ve bir o kadar da mürüvvet sahibi ve sımsıcaktır.. müşâhedeye, tecrübeye ehemmiyet verirken, ruhî ve kalbî hayatın da ta zirvelerindedir.

Uhud muharebesinde bunun en çarpıcı misallerini bulmak mümkündür. Düşünün ki, orada Allah Resûlü’nün canı kadar sevdiği amcası ve sütkardeşi Hz. Hamza şehit edilmiş.. şehit edilmenin de ötesinde vücudu paramparça ve lime limedir.[6] Yine orada, halasının oğlu Abdullah b. Cahş kütükte doğranan et gibi doğranmıştır.[7] Hatta bu arada kendi mübarek başı yarılmış, dişleri kırılmış, vücudu kan revan içinde kalmıştır.[8] Düşmanlarının gayz ve öfkeyle üzerine çullandığı ve bütün gayretleriyle O’nu öldürmek istedikleri bu hengâmede, o yüceler yücesi insan, kanı yere akarsa Allah onları mahveder endişesiyle tir tir titremekte ve:

اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِقَوْمِي فَاِنَّهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ “Allahım, kavmimi bağışla; çünkü onlar (beni) bilmiyorlar!” demektedir.[9]

Bu ne müthiş bir şefkat anlayışıdır ki, O’nu öldürmek isteyenlere O, dua dua yalvarmakta, tel’in ve bedduaya kapalı kalmaktadır.

Mekke’nin fethine kadar, düşmanlarının O’na yapmadığı tek kötülük kalmamış gibidir. Düşünün bir kere; size karşı boykotaj yapacak, sizi evinizden, yuvanızdan edecek, bir çöl ortasına bırakacak, sonra da zehir zemberek bir ahidnâmeyi Kâbe’nin duvarına asacak ve diyecekler ki: “Kovduğumuz bu insanlarla çarşı-pazarda alışveriş etmek, onlardan kız alıp vermek yasaktır…” Ve sizi bu ağır şartlar altında üç sene o çölde tutacaklar.. yakınlarınız bile yardım edemeyecek ve siz orada ağaç-ot yiyerek hayatınızı sürdürmeye çalışacaksınız.. çocuklar, yaşlılar açlıktan ölecekler.. hiç mi hiç insanlık ve mürüvvet görmeyeceksiniz.. bunlar yetmiyormuş gibi, sonra öz vatanınızdan çıkarılacak ve başka yerlere sürüleceksiniz.. hatta orada da rahat bırakılmayıp çeşitli hile ve desiselerle her gün ayrı bir tehdit altında bulundurulacaksınız.. sonra Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te defaatle onlarla yaka-paça olacak ve hep iz’âc edileceksiniz.. hatta, Kâbe’yi ziyaret gibi en tabiî haklarınızdan mahrum bırakılacaksınız.. bundan da öte, aleyhinizde zâhiren en ağır şartları kabul ederek geriye döneceksiniz ve ardından Cenâb-ı Hak lütufta bulunacak, büyük bir ordunun başında Mekke’yi fethedip oraya hâkim olacaksınız…

Acaba onlara karşı muameleniz nasıl olurdu? “Gidin, hepiniz hürsünüz, bugün size kınama yoktur!”[10] diyebilir miydiniz?

Ben, kendi hesabıma, eğer O’ndan bu dersi almış olmasaydım, kat’i­yen onlara bu şekilde davranamazdım. Tahmin ediyorum ki, hemen hepiniz benimle bu düşünceyi paylaşıyorsunuzdur. Ama O, sırtında zırhı, başında miğferi, elinde kılıcı, terkisinde okları, atını mahmuzlamış Kâbe’ye girerken aynı zamanda bir şefkat kahramanıydı. Mekkelilere sordu: “Benden nasıl bir muamele bekliyorsunuz?” Hepsi birden cevap verdi: “Sen Kerîmoğlu Kerîmsin? Senden ancak kerem beklenir!”

O da, Hz. Yusuf’un kardeşlerine dediği[11] gibi dedi: “Bu­gün size kınama yoktur. Allah sizi bağışlasın, O Erhamür­râ­hi­mîn’dir.”[12]

O, hayatında, tedbirde hiç kusur etmemişti. O’nun kadar tedbirle tevekkülü yan yana ve sımsıkı telif eden ikinci bir insan yoktur.

Bedir’e çıkarken ashabını denedi. Her biri bir atom bombası gibiydi.. ve tek başlarına bir orduya güç yetirecek gerilimi taşıyorlardı. Sa’d b. Muaz: “Sen atını Berk-i Gımâd’a kadar sür yâ Resûlallah! Bizden tek kişi dahi geride kalmayacaktır.” derken işte bu gerilimin örneğini veriyordu. Hele bu zatın devamla şöyle demesi ne kadar mânidardır: “Canımız işte burada, istediğin canı al yâ Resûlallah! Malımız işte burada, isteğin kadarını al ve istediğin yere ver yâ Resûlallah!”[13]

Asker hazırdı. Hepsi de âdeta birer Sa’d b. Muaz’dı. Ama bununla beraber, Allah Resûlü tedbirde kusur etmiyor, bir muharebe için gerekli olan bütün ön hazırlıkları eksiksiz yerine getiriyordu. Bu fiilî duadan sonra da ellerini açıyor ve kalbinin ta derinliklerinden yükselen bir yakarışla Cenâb‑ı Hakk’a dua ve niyaza başlıyordu. Hem de öyle kendinden geçercesine dua edip yalvarıyordu ki, üzerindeki ridâsı yere düşüyordu da bundan haberi bile olmuyordu. Bu manzarayı seyreden Hz. Ebû Bekir, dayanamayarak yanına sokuluyor, ridâyı üzerine koyuyor ve: “Yeter ey Allah’ın Resûlü. Allah Seni kat’iyen mahzun etmeyecektir, bu kadar yalvarış ve yakarış yeter.” diyordu.[14]

Evet, bir taraftan bu denli tedbir, diğer taraftan da bu seviyede Rabb’e tevekkül, ancak bu zirve insana müyesser olan apayrı bir hususiyetti…

Evrensel Rahmet

Sözün başında da ifade ettiğim gibi, Allah Resûlü, mü’min, kâfir ve münafık, herkesin kendisinden istifade ettiği rahmet timsali bir insandı. Mü’min O’ndan istifade eder; çünkü O, “Ben mü’minlere, kendilerinden daha yakınım..” buyurmaktadır.[15] Gerçi müfessirler اَلنَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ âyetine[16] istinad ederek: “Allah Resûlü, mü’minlere kendi canlarından daha azizdir.” derler. Fakat, aslında her iki mânâ da birbirine yakındır. Biz O’nu kendi canımızdan daha çok severiz; Allah Resûlü de kendisine bu denli muhabbet besleyenleri aynı ölçüde sever; çünkü O, en büyük mürüvvet insanıdır.

Bu bir muhakeme ve mantık sevgisidir. Bu sevginin hissî yanı olsa da daha çok mârifet buudlu ve mantık derinliklidir. Şayet kurcalanıp işlettirilebilse insanda öyle bir kökleşir ki; insan, Mecnun’un Leyla’sını aradığı gibi her yerde Resûlullah’ı arar durur. Arar durur da her adını anışta burnunun kemikleri sızlar ve O’nsuz geçen hayatı kendisi için bir hicran kabul eder.. ve O’nun için bir ney gibi inler gezer.

Evet, Allah Resûlü bize kendi nefislerimizden daha yakındır. Nasıl olmasın ki, biz nefislerimizden çok kere kötülük görürüz. Hâlbuki O’ndan hep kerem, iyilik, merhamet, şefkat ve mürüvvet gördük. O, Allah’ın rahmetinin temsilcisidir. Öyleyse elbette bize bizden daha yakındır.

O: “Ben mü’minlere kendilerinden daha yakınım.” İster­seniz şu âyeti okuyun: اَلنَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ diyor ve sonra da sözüne şöyle devam ediyor: “Kim bir mal bırakırsa o akrabalarınadır. Fakat kim de bir borç bırakır ve öyle giderse o banadır.”[17]

Bu hadisin arkasında şöyle bir hâdise var:

Bir gün bir cenaze getirildi. Namazı kılınacaktı. Allah Resû­lü sordu: “Bunun borcu var mı?” Orada bulunanlar: “Evet, yâ Resûlallah, çok borcu var!” dediler. Bunun üzerine Allah Resûlü: “Siz arkadaşınızın namazını kılın, ben borçlunun namazını kılamam.” buyurdular. Ancak bu durum kendisine de çok ağır gelmişti. Daha sonra Allah Resûlü bir kısım imkânlara ulaşınca, ölen mü’minler hakkında: “Onun mevlâsı benim, alacaklılar bana gelsin.” derdi.[18]

Dünya ve ahirette Allah Resûlü, mü’minlere kendilerinden daha yakın olma keyfiyetiyle bir rahmettir. O’nun bu rahmet yönü ebedlere kadar da devam edecektir.

O, münafıklar için de bir rahmettir. Münafıklar, bu engin rahmet sayesinde dünyada azap görmediler. Camiye geldiler, Müslümanların içinde dolaştılar ve Müslümanların istifade ettiği bütün haklardan istifade ettiler. Allah Resûlü onlar hakkında perdeyi yırtmadı. Onların çoğunun iç yüzünü biliyordu. Hatta bunları Hz. Huzeyfe’ye (radıyallâhu anh) söylemişti de.[19] Rivayete nazaran, bundan dolayı da Hz. Ömer, Huzeyfe’yi takip eder, onun kılmadığı cenaze namazını o da kılmazdı.[20]

Bununla beraber İslâm onları fâş etmedi. Onlar hep mü’min­ler arasında bulundular ve mutlak küfürleri en azından şüpheye, tereddüte dönüştü. Böylece, dünya zevkleri de bütün bütün acılaşmadı. Zira yok olup gideceğine inanan bir insanın dünyadan lezzet alması mümkün değildir. Ama, “Belki ahiret vardır.” diyecek kadar, küfürleri şüpheye bürününce, ihtimal, hayat o zaman bütün bütün acılaşmaz. İşte bu yönüyle Allah Resûlü, münafıklara da bir ölçüde rahmet olmuştur.

Kâfir de Allah Resûlü’nün rahmetinden istifade etmiştir. Zira, Cenâb‑ı Hak, daha önceki millet ve kavimleri küfür ve isyanları sebebiyle toptan helâk etmiş olmasına karşılık, Allah Resûlü’nün bi’setinden sonra toptan helâk etmeyi kaldırdı, dolayısıyla da insanlar, böyle bir azap çeşidinden kurtulmuş oldular. Bu da kâfirler için dünya adına büyük bir rahmettir.

Bu mevzuda Cenâb-ı Hak, Habibine hitaben şöyle buyurmaktadır: وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنْتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللّٰهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ “Sen onların içlerinde bulunduğun hâlde, Allah onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerken de Allah onlara azap edecek değildir.”[21]

Evet, Efendimiz’in hürmetine Cenâb-ı Hak toptan helâk etmeyi kaldırmıştır. Hz. Mesih: “Eğer azap edersen, onlar Senin kulların.”[22] derken, Efendimiz’in Allah indindeki kadrine, kıymetine bakın ki, Cenâb-ı Hak O’na: “Sen onlar arasında bulunduğun sürece Allah onlara azap edecek değildir.” buyurmaktadır.

Yani, Sen onların sinesinde yaşadığın sürece Allah onlara azap etmeyecektir. Sen yeryüzünde anıldığın ve dillerde yâd edildiğin sürece.. yani insanlar Senin yoluna baş koyduğu müddetçe Allah onların altını üstüne getirmeyecektir.

Kâfirin Allah Resûlü’nün rahmetinden istifade yönlerinden biri de Allah Resûlü’nün إِنِّي لَمْ أُبْعَثْ لَعَّاناً وَإنَّمَا بُعِثْتُ رَحْمَةً buyurmasıdır.

“Ben rahmet olarak gönderildim, lânet isteyici olarak değil.”[23] Ben herkes için Allah’tan bir rahmet olarak geldim. İnsanların başına belâ ve musibet yağdırılsın diye beddua edip lânet isteyen bir insan olarak gönderilmedim. Onun içindir ki Allah Resûlü, en büyük İslâm düşmanlarının dahi hep hidayetini istemiş ve onun için çırpınıp durmuştur.

Allah Resûlü’nün getirdiği nurdan, Cibril dahi istifade etmiştir. Bir gün Efendimiz, Cibril’e sorar: “Senin için de Kur’ân bir rahmet midir?” Cibril cevap verir: “Evet yâ Resûlallah! Çünkü ben de akıbetimden emin değildim. Ne zaman ki مُطَاعٍ ثَمَّ أَمِينٍ ‘Göklerde ona itaat edilir, vahiyler ona emanet edilir.’ (Tekvir sûresi, 81/21)  âyeti nazil oldu, ben de emniyete erdim.”[24]

Ve yine bir başka hadislerinde Allah Resûlü şöyle buyurur: أَنَا مُحَمَّدٌ وَأَحْمَدُ وَالْمُقَفِّى وَالْحَاشِرُ وَنَبِيُّ التَّوْبَةِ وَنَبِيُّ الرَّحْمَةِ “Ben Muhammed’im, Ben Ahmed’im, Ben Mukaffî –son peygamberim– Ben Hâşir’im. (Benden sonra haşir gelecek, araya başka bir peygamber girmeyecektir. Allah insanları benim önümde haşredecektir.) Ben tevbe ve rahmet peygamberiyim.”[25]

Tevbe kapısı kıyamete kadar açıktır. Zira Allah Resûlü bir tevbe peygamberidir ve hükmü de kıyamete kadar sürecektir.

O, yerinde ağlayan bir çocuk görse oturur, onunla ağlar. İnleyen ananın ızdırabını vicdanında duyar. İşte Hz. Enes’in rivayet ettiği bir hadis ve O’nun dillere destan şefkati:

“Ben namaza duruyor ve onu uzun kılmak istiyorum. Sonra bir çocuk ağlaması duyuyorum. Annesinin ona duyacağı heyecanı bildiğim için hemen namazı hızlı kılıp bitiriyorum.”[26]

Allah Resûlü, namazlarını oldukça uzun kılardı. Bilhassa nafile namazları, sahabinin bile tâkatini aşacak mahiyette idi. İşte O, böyle bir namaz kılma niyetiyle namaza duruyor, sonra da namaz esnasında bir çocuk ağlaması duyunca, hemen namazı hızlandırıyordu. Çünkü o günlerde kadınlar da Allah Resûlü’nün arkasında namaz kılmak için cemaate iştirak ediyorlardı. Efendimiz, ağlayan çocuğun annesi mescitte olabilir mülâhazasıyla namazı hızlandırıyor ve böylece kadını rahatlatıyordu.

İşte O, hemen her meselede böyle bir şefkat âbidesiydi. Bir çocuğun ağlaması O’nu dilgîr eder ve ağlatırdı. Ne var ki O, bu engin şefkatine rağmen dengeliydi. Meselâ, O’nun bu baş döndüren şefkati, hiçbir zaman dinî hadleri tatbikine mâni olamamış ve cezanın şekli ne olursa olsun onu mutlaka tatbik etmişti…

Mukarrin’in evlâtlarından biri hizmetçisini dövmüştü. Hizmetçi kadın, ağlayarak Allah Resûlü’nün yanına geldi. Efendimiz, bu hizmetçinin sahiplerini çağırdı: “Onu haksız yere dövdünüz, azat edin.” dedi. Ashab: “Yâ Resûlallah, başka hizmetçileri yok.” dediler. Bunun üzerine: “Onlara hizmet etmeye devam etsin. Ancak ona ihtiyaçları kalmadığında salıversinler gitsin!” buyurdu.[27] Evet, bu haksız tokatın karşılığı ahirete kalacak olursa, oranın tokatları çok daha şiddetli olacaktır. Binaenaleyh; tokatın bedeli hürriyet olmalı ki, ötedeki Cehennem azabının diyeti olsun…

Çocuklar

Hele, O’nun kendi çocuklarına karşı şefkati bütün bütün farklıydı. Çok defa, oğlu İbrahim’in süt emdiği ailenin yanına gelir, onu kucağına alır ve uzun müddet severdi.[28]

Akra’ b. Hâbis, Allah Resûlü’nün, Hz. Hasan’ı kucağına alıp sevdiğini görünce: “Benim on çocuğum var; daha hiçbirini öpmüş değilim.” dedi. Allah Resûlü şöyle cevap verdi: “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.”[29]

Diğer bir rivayette ise verdiği cevap şöyledir: “Allah senin kalbinden merhamet duygusunu almışsa, ben sana ne yapabilirim ki?”[30]

Bir başka hadis: اِرْحَمُوا مَنْ فِي اْلأَرْضِ يَرْحَمْكُمْ مَنْ فِي السَّمَاءِ “Siz yerdekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin.”[31]

Allah Resûlü, akrabalarına karşı olduğu gibi yakın-uzak dostlarına karşı da muhabbet ve rahmet hissiyle dopdoluydu.

Abdullah b. Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor:

Sa’d b. Ubâde hastalanmıştı. Allah Resûlü, bu vefalı dostunu ziyarete gitti, yanında bazı sahabiler de vardı. Sa’d b. Ubâde’nin hazin hâli öylesine rikkatine dokundu ki hıçkırıklarını tutamadı ve ağladı. Onun ağlaması, orada bulunanları da ağlattı. Bu ağlamanın başka türlü değerlendirilmemesi için de şöyle buyurdu: إِنَّ اللّٰهَ لاَ يُعَذِّبُ بِدَمْعِ الْعَينِ وَلاَ بِحُزْنِ الْقَلْبِ وَلَكِنْ يُعَذِّبُ بِهَذَا “Allah asla gözyaşından ve kalb üzüntüsünden dolayı azap etmez. Ancak şundan azap eder.” dedi ve dilini gösterdi.[32]

Evet, Allah gözyaşından dolayı azap etmez; aksine bazı gözyaşları sebebiyle azabı kaldırır da. Allah Resûlü bir başka hadislerinde şöyle buyurmaktadır: عَيْنَانِ لاَ تَمَسُّهُمَا النَّارُ: عَيْنٌ بَكَتْ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ وَعَيْنٌ بَاتَتْ تَحْرُسُ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ “İki göz vardır ki, Cehennem ateşi onlara dokunmaz. Allah korkusundan ağlayan (insanın) gözü, bir de gecesini Allah yolunda, nöbet tutarak geçiren göz.”[33]

Bu gözlerden biri “ruhban”a diğeri de “fürsân”a aittir. Geceleri bir rahip gibi kendini ibadete veren ve gözyaşı döken; gündüzleri de birer aslan kesilip küfürle yaka-paça olan insanların gözleri, yani hakikî mü’minin gözleri… Zaten sahabi de bize anlatılırken öyle anlatılmaktadır: Onlar geceleri birer rahip gibi ibadetle meşguldürler; gündüzleri de her biri birer aslan kesilir ve dört bir yanı velveleye verirler.[34]

Osman b. Maz’ûn vefat edince Allah Resûlü ona da koşarak gitti. O, Allah Resûlü’nün kendisine kardeş yaptığı şanlı bir sahabiydi. Cenazesinin üzerine o kadar ağladı, o kadar gözyaşı döktü ki, sanki cenaze Allah Resûlü’nün gözyaşıyla yıkanmış gibi oldu.[35] Tam o esnada biri, Osman b. Maz’ûn’u kastederek: “Kuş oldu, Cennet’e uçtu.” gibi bir ifade kullandı. Allah Resûlü hemen kaşlarını çattı ve: “Ben Allah’ın Resûlü’yüm, ne muamele göreceğimi bilmiyorum, sen onun Cennet’e gittiğini nereden biliyorsun!” dedi.[36]

Evet, O, denge insanıydı. Şefkati, ağlaması, asla bir yanlışı düzeltmesine mâni olmuyordu. Hıçkırıklarıyla, kardeşim deyip bağrına bastığı insanı sararken ve gözyaşlarıyla yuyup yıkarken, söylenen mübalağalı bir söz, O’nun uygunsuz bulduğu bu söz sahibini ikazına mâni olmuyordu. Vefa başkaydı, hak başka; Uhud şehitlerini her hafta ziyaret ediyordu ama, “Uçup Cennet’e gittiniz.” demiyordu. Biz “Onlar da Cennet’e gitmeyecekse…” desek bile, bu böyle..

Yetimleri himaye edenlere verdiği pâye, O’nun nasıl bir şefkat âbidesi olduğunu ispata yetmez mi? Bakın ne buyuruyor: أَنَا وَكَافِلُ الْيَتِيمِ فِي الْجَنَّةِ هَكَذَا “Ben ve yetimi gözeten Cennet’te şöyleyiz.” diyor, sonra iki parmağını yan yana getiriyor ve yetimi görüp gözetene ne kadar yakın olduğuna işaret buyuruyor.[37]

Sanki Allah Resûlü, yetimi görüp gözeten ve onu himaye edenle benim arama Cennet’te kimse giremez, diyordu.

Hayvanlara da Şefkat

O’nun şefkati hayvanları da içine alıyordu. Yukarıda bir kadının bir kedi yüzünden nasıl Cehennem’e girdiğini; yine ahlâksız bir kadının bir köpeğe su içirmesiyle nasıl Cennet’e “Buyur!” edildiğini arz etmiştim. Bir başka hâdiseyi de nakledip bu hususu da noktalayalım:

Bir muharebeden dönülüyordu. Dinlenme vaktinde, sahabeden bazıları bir kuş yuvası görmüş ve yuvadaki yavruları alıp sevmeye başlamışlardı. Tam o sırada anne kuş geldi ve yavrularını onların elinde görünce, orada çırpınıp pervaz etmeye başladı. Allah Resûlü bu duruma muttali olunca fevkalâde celâllendi ve hemen yavruların yuvaya konulmasını emir buyurdu.[38]

Evet, O’nun rahmeti hayvanları da kuşatıyordu. Zaten Allah, geçmiş peygamberlerden birini karınca yuvası yüzünden itap etmemiş miydi? Bu peygamber farkına vararak veya varmayarak karıncaları yakmış.. arkadan da Allah’tan azar işitmiştir.[39] Şimdi bu ve emsali vak’aları bize nakleden Allah Resûlü’nün başka şekilde davranması mümkün mü?

Sonra, O’nun ümmetinden öyleleri yetişecektir ki, adları “Karınca çiğnemez efendi” olacaktır. Çünkü onlar ayaklarına zil takacak ve yolda böyle yürüyeceklerdir. Ta haşereler zilin sesiyle uzaklaşsın ve ayak altında kalıp ezilmesinler…

Aman Allahım! Bu ne derin, bu ne cihanşümul bir şefkat ve merhamet örneğidir. Evet, O’nun rahmet dairesinden karıncalar dahi istisna edilmemiştir. Karıncayı bile ezmeyen bu insanlar acaba başkalarına zulmedebilirler mi? Hayır, bilerek ve kasıtla onların haksızlık yapmaları mümkün değildir!..

İbn Abbas anlatıyor: “Allah Resûlü’yle bir yere gidiyorduk. Birisi, kesmek üzere bir koyunu bağlamış, koyunun gözü önünde bıçağını biliyordu. Allah Resûlü bu şahsa: اَتُرِيدُ أَنْ تُمِيتَهُ مَوْتَاتٍ “Onu defalarca mı öldürmek istiyorsun?”[40] buyurdu. Bu; bir bakıma o şahsa itaptı.

Abdullah b. Mesud ve Ya’lâ b. Mürre (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Allah Resûlü, yanında birkaç sahabiyle zayıf mı zayıf bir deve gördü. Deve, Allah Resûlü’nü görünce sicim gibi gözyaşı dökmeye başladı. İki Cihan Serveri hemen devenin yanına gitti. Bir müddet o devenin yanında kaldı, sonra devenin sahibini çağırtarak, deveye iyi bakması hususunda onu gayet sert ikaz etti.”[41]

Günümüzdeki hümanistlerin iddia ettikleri sevgi ve şefkatin çok ötesinde merhametle dopdolu olan Allah Resûlü, bu cihanşümul rahmetini de her türlü ifrat ve tefritten korumasını bilmiş ve o her şeye yeten fetaneti sayesinde hiç mi hiç ifrat ve tefrite düşmemiştir.

Evet, O, hiçbir zaman hoşgörü adı altında, kötülüklere müsamaha ile bakmamış, kötülük ve günah seraları kurmamıştır. O, bir caniye ve bir canavar ruhluya, şefkat adına gösterilecek müsamahanın, binlerce masum insanın hukukuna tecavüz olduğunu çok iyi bilmekteydi. Üzülerek ifade etmeliyim ki, günümüzde işlenen bu türlü haksızlıklar her devirden çoktur. Anarşiste, ecdat ve mazi düşmanlarına gösterilen müsamahanın memleketi ne hâle getirdiğini yakın tarihimiz itibarıyla acı acı gördük ve hâlâ da kısmen görmekteyiz. Sevgi, şefkat, dengeli kullanılamazsa, fert için de cemiyet için de önü alınamayacak neticeler doğabilir. Hâlbuki Allah Resûlü için, menfî mânâda böyle tek bir hâdise dahi göstermek mümkün değildir.

Evet O, kendisini telef edecek kadar insanları seviyordu. Yer yer Kur’ân‑ı Kerim’in O’nu tadil etmesi bunun delilidir. Kur’ân: “Onlar Kur’ân’a inanmıyorlar diye, nerede ise kendini bitirip tüketeceksin.” (Kehf sûresi, 18/6) diyordu. Zaten nübüvvet atmosferi benliğini sarmaya başlayınca, O kendini bir mağaraya hapsetmemiş miydi? Vahiy de ilk defa O’na orada geldi. Demek ki O, insanları seviyordu ve bu yola baş koymuştu.

Esasen Allah Resûlü’nün cihad anlayışı da O’nun bu rahmet yanından kaynaklanıyordu. Evet, insanlar cihad sebebiyle belki dünya namına bazı zararlar göreceklerdir; fakat ebedî hayatları adına kazanacakları o kadar çok şey olacaktır ki, onların bu zararlarını hiçe indirecektir! Allah Resûlü, taşıdığı kılıcının ucuyla Cennet’e giden yolları açıyordu. Bu da O’nun âlemlere rahmet oluşunun ayrı bir buudu…

[1] Tevbe sûresi, 9/128.
[2] Kadı Iyâz, eş-Şifa, 1/17.
[3] Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 3/168.
[4] Buhârî, enbiyâ 54; Müslim, selâm 153-155.
[5] Buhârî, müsâkât 9; Müslim, selâm 151-152.
[6] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/44-45.
[7] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/47.
[8] Buhârî, megâzî 24; Müslim, cihad 101-104.
[9] Buhârî, enbiyâ 54; Müslim, cihad 104-105; Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân, 4/199-200.
[10] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/74; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 9/118.
[11] Yusuf sûresi, 12/92.
[12] Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 9/118.
[13] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 3/264.
[14] Müslim, cihad 58; Tirmizî, tefsir (8) 3.
[15] Buhârî, kefalet 5; istikraz 11; Müslim, cuma 43; ferâiz 14-16.
[16] Ahzâb sûresi, 33/6.
[17] Buhârî, istikraz 11; Müslim, ferâiz 14-16.
[18] Buhârî, kefalet 5; istikraz 11; Müslim, cuma 43; ferâiz 14-16.
[19] İbn Esîr, Üsdü’l-ğâbe, 1/468.
[20] İbn Esîr, Üsdü’l-ğâbe, 1/468.
[21] Enfâl sûresi, 8/33.
[22] Mâide sûresi, 5/118.
[23] Müslim, birr 87.
[24] Kadı Iyâz, eş-Şifa, 1/17.
[25] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/395; Müslim, fedâil 126.
[26] Buhârî, ezan 65; Müslim, salât 192.
[27] Müslim, eymân 31-33; Ebû Dâvûd, edeb 123.
[28] Buhârî, edeb 18; Müslim, fedâil 62-63; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/112.
[29] Buhârî, edeb 18; Müslim, fedâil 65.
[30] Buhârî, edeb 18; Müslim, fedâil 64.
[31] Tirmizî, birr 16; Ebû Dâvûd, edeb 58.
[32] Buhârî, cenâiz 45; Müslim, cenâiz 12.
[33] Tirmizî, fedâilü’l-cihad 12.
[34] Taberî, Câmiu’l-beyan, 15/26; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 10/89; Deylemî, Müsned, 2/400.
[35] Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, 5/481.
[36] Buhârî, cenâiz 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/237, 6/436; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 5/139; 9/37.
[37] Buhârî, talak 25; edeb 24; Müslim, zühd 42.
[38] Ebû Dâvûd, edeb 163; cihad 112; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/404.
[39] Buhârî, cihad 153; Müslim, selâm 148-150.
[40] Abdürrezzak, el-Musannef, 4/493; Hâkim, el-Müstedrek, 4/257, 260; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 9/280.
[41] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/173; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 9/81.

Kaynak: Sonsuz Nur / M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy