Esmâ-i Hüsnâ

Yazar Egeli

Cenâb-ı Hakk’ın güzellerden güzel isimleri diyeceğimiz “esmâ-i hüsnâ”, ta devr-i risaletpenâhiden itibaren, “Zât-ı ulûhiyet”i evsâf-ı celâliye ve cemaliyesine uygun şekilde bilme ve tanıma adına yanıltmayan bir kaynak olmuş; onları doğru okuyup anlayanları inhiraflardan korumuş ve bu korunmuşlara ulûhiyet hakikatinin “hadd-i tâmm”ı ölçüsünde bilgi ifaza etmişlerdir. Mârifet yolculuğuna çıkan herkes, esmâ-i hüsnânın aydınlık çehrelerinde ve onların tecellî alanlarında imanda derinleşmeye yürümüş; mârifet, muhabbet ve zevk-i ruhanî avlamış; O’nu “mahiyet-i nefsü’l-emriye”sine uygun bilme hesabına bu isimleri birer sırlı anahtar gibi zâhir ve bâtın hâsselerinin eline vermiş ve onların araladığı kapılardan sızan ziya-i hakikatle O’nu görme, bilme ve duyma ufkuna yönelmiştir.

Esmâ-i hüsnâ, minelkadîm herkes için her zaman başvurulan bir “menhelü’l-azbi’l-mevrûd” olsa da, onların sistemli şekilde ele alınmaları ve şerhleriyle, izahlarıyla eserlere konu olmaları daha sonraki devirlerde gerçekleşmiş ve bu süreç günümüze kadar devam edegelmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın, bu güzel ve en güzel isimleriyle alâkalı, mücmel-mufassal, manzum-mensur o kadar çok eser yazılmıştır ki, bunların bütününü ne tespit etmek ne de sayıp dökmek mümkündür. Bizim burada ta’dat etmeyi düşündüklerimizse, deryadan bir damla mesabesindedir.

Bu cümleden olarak, Ebû İshak ez-Zeccac’ın “Tefsiru’l-Esmâi’l-Hüsnâ”sını, el-Halîmî’nin “el-Minhac fî Şuabi’l-İman”ını, Abdülkahir el-Bağdadî’nin “el-Esmâ ve’s-Sıfât”ını, Gazzâlî’nin “el-Maksadü’l-Esnâ fî Şerh-i Esmâillâhi’l-Hüsnâ”sını, Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’nin “el-Emedü’l-Aksâ”sını, Fahreddin Râzî’nin “Levâmiü’l-Beyyinât”ını, Kurtubî’nin “el-Kitabu’l-Esnâ fî Şerh-i Esmâillâhi’l-Hüsnâ”sını; Hâmid Ahmed Tahir, Eymen Abdürrezzak ve Yusuf Ali’nin İbn Kayyim el-Cevziyye, İmam Kurtubî, Allâme es-Sa’dî, İbn Kesîr ve Beyhakî’den derledikleri “el-Câmi’ li Esmâillâhi’l-Hüsnâ”sını, Muhyiddin İbn Arabî’nin “Keşfü’l-Ma’nâ an Sirr-i Esmâillâhi’l-Hüsnâ”sını, Abdülkadir Geylânî’nin manzum “Esmâullahi’l-Hüsnâ”sını, Ahmed b. Ahmed Zerrûk’un “el-Maksadü’l-Esmâ fî Şerh-i Esmâillâhi’l-Hüsnâ”sını, Ebû’l-Kasım el-Kuşeyrî’nin “Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ”sını, Muhammed İbrahim Efendi’nin Türkçe “Şerhü Esmâi’l-Hüsnâ”sını, önemli farklı yaklaşım ve fâikiyetiyle Suat Yıldırım Hoca’nın “Kur’an’da Ulûhiyet” kitabını, takdir ve Cenâb-ı Hakk’ın rızasına mazhariyetleri dileğiyle sayabiliriz.

Esmâ-i hüsnâ, en güzel ve en âlî isimler mânâsına Zât-ı Ulûhiyet’in esmâ-i sübhaniyesi demektir. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’da ilâhî isimler hep bu unvan-ı mübeccelle yâd edilegelmiştir. Yerinde görüleceği üzere bu mukaddes isimlerden “Allah” lafzı ism-i Zât, diğerleri ise birer ism-i sıfattırlar. Lafz-ı celâle olan Allah ism-i şerifi değişik delâlet çeşitleriyle bütün ilâhî isimleri câmi Hazreti Zât’ın unvan-ı mübeccelidir ve onun ifade ettiği mânâyı başka bir kelime ile ifade etmek de mümkün değildir.

Esmâ-i hüsnâdan, Kuddûs, Selâm, Ehad, Vâhid… gibi bazı isimler –ileride açılabilir– selbî sıfatlar mahiyetinde Zât-ı Hakk’ın kudsiyet ve nezahetini; Hayy, Alîm, Semî’, Basîr, Mürîd, Kadîr, Mütekellim… türünden esmâ-i mübeccele O’nun sübûtî sıfatlarının açılımını; Hâlık, Mübdi’, Muhyî, Mümît, Rezzâk, Vehhâb, Gaffâr, Settâr, Bârî’, Musavvir… nev’inden esmâ-i münezzehe ise tekvîn sıfatının değişik dalga boyundaki tecellîlerini işaretlemektedirler.

Zât-ı Ulûhiyet’e ait hangi hakikati aksettirirlerse ettirsinler ve hangi sıfatın açılımı mahiyetinde olurlarsa olsunlar, bütün esmâ-i ilâhiye, o müteâl Zât adına bir güzellik, bir kudsiyet, bir münezzehiyet ve bir tamamiyetin ifadesidirler; her anılışlarında, muhteva, mânâ ve nuraniyetleriyle, inanılacak hakâikin sınırlarını belirler, inanan gönüllerde saygı uyarır ve saygıyla çarpan sinelere vesile-i teveccüh olurlar. Öyle ki, vicdanın derinliklerinde duyularak anılan her ism-i mübarek, gözden-gönülden isi-pası siler, cismaniyete ait perdeleri yırtar ve ruhlara ta öteleri ve ötelerin de ötesini gösterir; birer şefaatçi gibi Müsemmâ-i Akdes’i hatırlatır; insan onlarla Hakk’ı yâd ettikçe, kalblerde itminan hâsıl olur. Dahası, “Bilginin değeri bilinenin kıymetiyle ölçülür.” disiplinine binaen, Zât-ı Ulûhiyet’le alâkalı bu mübarek isimleri bilen ve onlarda belli bir derinliğe eren insan, gök ehlince kıymetler üstü kıymetlere ulaşır ve huzur namzetleri arasına girer. Huzura namzet olma O’nu doğru bilip tanımaya vâbeste ise, O Zât-ı Ecell ü A’lâ celâlî ve cemalî evsâfıyla ancak bu isimlerin ziyadar atmosferinde doğru olarak bilinebilir. Biz, bildiğimiz varlıkları, fizikî darlıkları çerçevesinde ihsaslarımızın sınırlılığına göre bilebilir, değerlendirir ve ona göre bir hükme varırız. Cenâb-ı Hak, o müteâl varlığıyla ancak esmâ-i hüsnâsının bütününün birden bildirdiği münezzeh, mukaddes ve “bî kem u keyf” bir mahiyetle bilinebilir. Böyle bir yaklaşım aynı zamanda, O’nun sırf bir zihnî varlık olmayıp, aksine varlığı kendinden bir “Vacibü’l-Vücud” olduğunu da gösterir ki, bütün Müslümanların itikatları da bu merkezdedir.

Bir kısım mutasavvıfîn ve mütekellimîn, esmâ-i ilâhiyeyi, kâinat, eşya ve insan hakikatinin esası görmüş; hatta, hakikî “hakaik-i eşya” ilâhî isimlerden ibarettir, diyerek esmâ-i hüsnâya oldukça farklı bir yorum getirmişlerdir. Bunlara göre bütün varlık ve içindekiler birer mecâlî ve memerrden ibaret oldukları gibi, insan ve diğer varlıkların iradî ve gayri iradî davranışları da –şart-ı âdi planında kasd u azmin yer ve mevcudiyeti mahfuz– ilâhî isimlerin farklı tecellîlerinden ibarettir. Öyle ki onlara göre cismaniyet bir madde yığını, isimlerse birer ruh mesabesindedir. Onlar O’nun esmâsı, bütün varlık da bu esmânın değişik tecellîler çerçevesinde tecellî alanı ve mezâhiridir. Bu tecellî ve tezahürlerin tayin ve teşhisine ve hele bu mübarek esmânın birer hicap ve birer nikap bulundukları Zât-ı Ecell ü A’lâ mülâhazasına gelince, işte orada bize, derin bir temkin hissiyle tevakkufa geçip, Ehl-i Sünnet ulemâsının dediği gibi, “Aklına ne gelirse Allah onun gayrıdır.” veya İmam Rabbânî yaklaşımıyla, “O senin aklına gelen her şeyin ötesinin ötesinin… ötesindedir.” demek ve derince bir hayret mülâhazasına dalmak düşer. Bu konuda, his, heva veya “akl-ı meâş”tan –bu tabir İmam Gazzâlî’ye aittir– gelen bir kısım dürtüler kalb ve ruh atmosferimizi bozup bulandırsalar da biz, “İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez / Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.” (Ziya Paşa) der ve hep kendi düşünce atlasımızın sınırları içinde kalmaya çalışırız.

Esasen Cenâb-ı Hak, bize kendini esmâ-i hüsnâsıyla tavsif edip tanıtmasaydı, bizler sırf ef’âl âlemine bakarak o isimlerin hakikatlerine kat’iyen ulaşamaz ve Müsemmâ-i Akdes’i de tanıyamazdık. O, bu isimlerle, Zâtını, zâtî şe’nlerini, evsâf-ı sübhaniyesini bildirip tanıttırması sayesindedir ki, ama eksik ama kusurlu, bugün bilebildiğimiz hakikatlere muttali olabildik. Şimdi biz, bu isimlerin O’nun Zâtının unvanları olduğuna itikat ediyor; onlarla ulûhiyet hakikatini hecelemeye çalışıyor, O’nun herkese açık kapısının önünde isteklerimizi seslendiriyor ve O’nun muradını esas kabul etme şartıyla taleplerimize mutlaka cevap verileceği mülâhazasıyla gözlerimizi açıp kapayıp hep o isimleri temâşâ ediyoruz. İnanıyoruz değişik dert ve problemlerimizin, değişik sıkıntı ve gailelerimizin, her biri farklı bir iksir tesirindeki bu esmâyı şefaatçi yaparak O’na yönelme sayesinde aşılacağına ve birkaç asırlık huzursuzluklardan sıyrılacağımıza.

Esmâ-i hüsnâ Cenâb-ı Hak nezdinde ne mânâya geliyor ve Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ) onları nasıl yorumluyor ve nasıl algılıyorsa, biz de onları öyle kabul ediyor ve aksi mütalâa ve mülâhazaları da birer sapma sayıyoruz. Nasıl saymayız ki, Kur’ân-ı Kerim, isimleri inkâr etmeyi veya inkâr edalı bir tevile sapmayı ya da Allah’a nisbette gözetilen muhtevalarıyla başkalarına nisbet etmeyi ilhad addetmektedir.[1] Evet, Kitab-ı Mübin, “Allah, Kendinden başka mâbud-u bilhak ve maksûd-u bilistihkak olmayan zattır ve en güzel isimler de O’nundur.”[2] diyerek getirip, insan, varlık, kâinat ve bütün şuûnu o esmâ-i hüsnâya bağlamaktadır.

Aslında, her mükellef için Cenâb-ı Hakk’ı eksiksiz bilip tanımada, O’na yalvarıp yakarmada ilâhî isimlere başvurma çok önemli bir husus ve Hâlık-mahluk münasebetini aksettirme açısından da en belirleyici bir unsurdur: O’nun isimleriyle başlanılır her hayırlı işe.. onların vesayetinde sürdürülür her hizmet. Onlara başvurulmadan yapılan işlerin akim kalacağına inanılır. Hususiyle “Allah” ve “Rahmân” isimlerinin önemi hatırlatılarak onların nezd-i ulûhiyetteki yerlerine vurguda bulunulur[3] ve bunların dua ve niyazda ilk kelime, ilk kapı olduklarına dikkat çekilir.

Bir kısım felsefecilerle, onların tesirinde bazı kelâmcılar, sıfatlar konusunda farklı görüşlerde bulundukları gibi esmâ-i hüsnâ mevzuunda da değişik düşünceler serdetseler de Ehl-i Sünnet ulemâsı dikkat, tedbir, temkin ve her şeyin gerçek bilgisini Allah’a havale etmenin yanında, bazen, isimler Müsemmâ’nın aynı, bazen gayrı; bazen de sıfât-ı sübhaniyede olduğu gibi, yürekleri titreye titreye “ne aynı ne de gayrı” diyerek edeb ifade eden bir üslûpla işin içinden sıyrılmaya çalışmışlardır.

Bazı mutasavvıfîn de, bizim bildiğimiz ve ta’dat ettiğimiz “esmâ-i hüsnâ”, isimlerin isimleridir, hakikat-i esmâ ise bunların ötesindedir; Yunus’un ifadesiyle, “Süleyman var Süleyman’dan içeru”… der gibi bir üslûpla ilâhî isimlere yaklaşmış, cismanî kalbin hakikî kalble, bedenin ruhla münasebetine benzer şekilde, bildiğimiz esmâ ile varlığın perde arkasındaki ilâhî isimler arasında da aynı mülâhazayı seslendirmiş ve bunların ancak zevk-i huzurî ile duyulup hissedilebileceğine vurguda bulunmuşlardır.

İster öyle ister böyle, Cenâb-ı Hakk’ın “Kitab-ı Mübin”inde en güzel isimler diye bize talim buyurduğu esmâ-i hüsnâ, O’nunla bir çeşit kalbî ve ruhî münasebete geçme, kendi uzaklığımızı aşarak her zaman belli nispette vicdanlarımızda duyduğumuz O’nun yakınlığına ulaşma adına bizim için sırlı birer anahtar ve seslendirildiğinde cevap alan birer sihirli kelimedir. Bu anahtarlara sahip bulunan ve bu nuranî kelimeleri vird-i zeban eden, bunlarla dünyalara tâlip olsa talebi cevapsız kalmaz; öteleri peylese eli boş geriye dönmez.

Esmâ-i hüsnâyı kendi derinlikleriyle duyma ve bilme, kul için bir ilâhî mevhibe, onun ruhunu iğna edecek ledünnî bir haz, zâhir ve bâtın hâsseler için de O’nu görme, O’nu bilme, O’nu duyma ve O’nun tarafından görüldüğünün, bilindiğinin şuurunda olma mârifetidir ki, bu ufku idrak edenler “billâh” der işler, “bismillâh” der başlar, her işini O’na bağlar ve Bediüzzaman ifadesiyle “lillâh”, “livechillâh”, “lieclillâh” rızası dairesinde harekât ve sekenâtlarıyla ömürlerinin saniyelerini seneler hükmüne getirebilirler. Kul O’nun kulu, esmâ O’nun isimleri, bu isimlerle çağrılan O, yönelinen kapı da O’nun kapısı olduktan sonra niye olmasın ki!.

* * *

Bir kısım ulemâ, esmâ-i ilâhiye tevkîfîdir; Sahib-i Şeriat’tan şerefsudur olmayan isimler esmâ-i hüsnâdan sayılmaz, hele herhangi bir obje veya hâdisenin arkasında o obje ve o hâdiseye münasip birer isim belirleyip onları da ilâhî esmâdan saymak kat’iyen doğru değildir, demişlerdir. Ancak, Kur’ân-ı Kerim’de farklı isimlere esas teşkil edecek bir hayli fiilin bulunduğu da bir gerçektir. Ayrıca, Cenâb-ı Hak her ismini bize bildirmiş de değildir. Efendimiz’in:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي عَبْدُكَ وَابْنُ عَبْدِكَ وَابْنُ أَمَتِكَ…4

duasında işaret buyurdukları gibi, Allah’ın ismi olarak zikredilen esmâ-i hüsnâsının yanında, Kur’ân veya herhangi bir kitapla indirdiği, özel mahiyette bazı kullarına bildirdiği veya nezd-i ulûhiyetinde başkalarından ketmettiği isimleri de vardır. Ne var ki, O bunları bildirmezse kimse de bilemez. Biz ancak Sahib-i Şeriat’ın Kur’ân’la ve Sünnet’le bildirdiği esmâyı bilebiliriz. Hadiste Ebû Hüreyre’den rivayet edilen, –farklı kitaplardaki farklı rivayetler mahfuz[5]– doksan dokuz esmâ-i ilâhiyedir.[6] Vâkıa, esmâ-i hüsnâ hadisini az bir farkla Selman-ı Fârisî[7], Abdullah b. Abbas[8], Abdullah b. Ömer[9] ve Hz. Ali[10] de nakletmektedirler ama, hadis kriterleri açısından bu rivayetler zayıf bulunduğundan itibar görmemiş ve iştihar etmemişlerdir. Burada doksan dokuzun kesretten kinaye olduğunu söyleyenleri hatırlatmada da yarar var.

Esmâ-i hüsnâ tevkîfîdir diyenler, Kitap ve Sünnet-i Sahiha’da rivayet edilenlerin dışındaki herhangi bir ismi Cenâb-ı Hakk’a nisbet etmeyi uygun bulmamışlardır. Böyle bir tesmiyeyi uygun bulmamanın yanında, esmâ-i hüsnâdan addedilen isimlerden, müstakillen zikredildiklerinde Kur’ânî Zât-ı Ulûhiyet mülâhazasına uygun düşmeyen veya edebe münafi görünen esmâ ile de O’nun anılmasını tasvip etmemişlerdir. Bu cümleden olarak, “Züntikam”, “Dârr”, “Cebbâr”, “Kâbız”… gibi isimleri müstakillen zikretme yerine “Azîzün Züntikam”, “Dârr u Nâfi’”, “Kâbız u Bâsıt” demeyi tercih etmişlerdir. Kudretin umûr-u hasiseye mübaşeretine karşı esbabın vaz’edilmesi esprisiyle diyebiliriz ki, Zât-ı Ulûhiyet mülâhazalarında mü’minler her zaman edeb dairesi içinde hareket etmeli, saygılı olmalı ve hep hürmet hissiyle oturup kalkmalıdırlar. Allah, her şeyi yaratandır ama, onlar bu konuyu tâmime bağlamalı ve müstakillen “Hâlıku’l-hınzîr”, “Hâlıku’l-kıred”… gibi ifadelerle üslûp bozukluğuna düşmemelidirler. Vâkıa, böyle bir tenzihte de aşırılığa girerek Mutezile gibi, “Allah habâisi, çirkin şeyler ve kabîh işleri yaratmaz.” deme ifratına da düşülmemelidir. Zira, hayrı da şerri de yaratan O’dur; çirkinliklere gelince onlar sebebiyet verenlere aittir ve onlara nisbet edilir. Böyle bir yaklaşım, sıfât-ı mâneviyeyi gözetmenin yanında, ilâhî şe’n, evsâf ve esmâ-i ilâhiyenin ahkâmına da riayet etmenin gereğidir: Bir kere Allah, hem azamet ve izzet sahibi hem Rahmânu’r-Rahîm, hem Kâhir hem Hakîm, hem Şedîdü’l-ikab hem Sabûr, hem Celîl hem Cemîl, hem Âdil hem de Halîm’dir. O’nun hakkındaki mülâhazalar hep bu tür nuût-u ilâhiye ve esmâ-i sübhaniyeden hâsıl olan umumî mânâ ve mazmun çerçevesinde değerlendirilmelidir.

O’nun isimleri, diğer varlıklara verildiğinde bu müsemmânın hususiyetine göre anlaşılan mânâ, mikyas ve çerçevesiyle değil, o müteâl Zât’ın münezzehiyeti, mukaddesiyeti esasına göre ele alınarak yorumlanmalı ve tenzih esprisine bağlı kalınmalıdır: Meselâ, muhâdaa, keyd, mekr, istihza, hizy ve emsali kelimeler mutlaka ulûhiyet hakikatine ve şe’n-i rubûbiyete uygun birer tevil ve üslûpla ifade edilmelidir. Zira, isimlere saygı ve onlarda tenzih ve takdis üslûbuna riayet, Müsemmâ-i Akdes’e tazim ve O’na hürmetin ifadesidir. Hatta bazılarına göre sadece esmâ-i ilâhiye değil, onların tecellî alanı, merâyâ ve mecâlîsi olan ef’âl-i ilâhiye ve mahlukat-ı rabbaniye dahi –Cenâb-ı Hak kendini onlarla bildirmesi itibarıyla O’na delâlet, şehadet ve işaretleri açısından– ayıp, kusur ve eksiklik gibi mülâhazalardan mukaddes ve müberra addedilmişlerdir. Onlar bu mülâhazalarıyla, ef’âl-i ilâhiyeyi takdir, esmâ-i hüsnâyı tenzih ve Zât-ı Akdes’i tazim gibi önemli bir hususa işaret etmek istemişlerdir; evet her şey, kendi varlık ufku itibarıyla ve mahlûkiyet mertebesi açısından:

عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ وَكُلٌّ إِلٰى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشيرُ11

fehvâsınca, farklı beyan, farklı şive ve farklı ifadelerle hep O’nu dillendirmektedir. İnsan bir kere varlığa vicdan mekanizmasıyla bakabilse ve azıcık hâdiselerin diline kulak verse, canlı-cansız her şeyde –Hoca Tahsin’in de Türkçe bir manzumesinde ifade ettiği gibi–:

تَأَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَإِنَّهَ مِنَ الْمَلَإِ الْأَعْلٰى إِلَيْكَ رَسَائِلُ12

sözlerinin nümâyân olduğunu görecektir. Nasıl olmasın ki, bir mânâda O’nun Zât’ı o sutûr-u kâinatla ilan edilmekte; O’nun ilmi, hayatı, kudreti ve iradesi onlarla seslendirilmekte; esmâ-i sübhaniyesinin değişik tecellî dalga boyundaki farklılıkları onlarla ortaya çıkmakta ve her şey onlardaki nizam, intizam, âhenk ve sanatın ince nakışlarıyla bize iç içe şölenler yaşatmaktadır.

Bir kere daha hatırlatmakta yarar görüyorum: esmâ-i hüsnâ adına en sıhhatli rivayet Ebû Hüreyre’nin rivayeti olsa da, ulemânın büyük çoğunluğuna göre ilâhî isimler bu hadis-i şerifte rivayet edilenlere münhasır değildir. Aksine hem Kitab-ı Mübin’de hem de Sünnet-i Sahîha’da sarâhaten ve zımnen zikredilen daha bir hayli esmâ-i ilâhiyenin mevcudiyeti söz konusudur. İhtimal doksan dokuz esmâ-i mübareke, dua, tazarru, niyaz ve hususî teveccühler itibarıyla özel bir önem arz etmektedir. Yoksa, yukarıda da işaret edildiği gibi doksan dokuz esmânın yanında, hususî bazı şahıslara bildirilen ve hiç kimseye açılmayan değişik isimler de vardır. Hatta, Kur’ân’da fiil ve sıfat şeklinde bulunanlarla bazı hadis kitaplarında 100, 125, 133, 155, 167, 305, 313, 552, dahası bazı Ehl-i Beyt kaynaklarına göre 1000 olduğuna dair rivayetlerin bulunduğu da söz konusudur.

Bazı kültürlerde, Cenâb-ı Hak, Zât-ı Ulûhiyet mülâhazasına ters düşmeyen, Kadîm, Ezelî, Ebedî, Sermedî, Dâim, Vacibü’l-Vücud, Sâni’, Mukallibu’l-kulûb, Musarrifu’l-kulûb… gibi ad ve unvanlarla da anılmaktadır. Bizdeki Tanrı’yı ve İranlıların Hudâ’sını da aynı çerçevede mütalâa edebiliriz. Ancak bunca esmâ arasında, ta’dat edilince Cennet’e girme vaadi Ebû Hüreyre hadisiyle irtibatlı olarak rivayet edilmiş gibidir.. işin doğrusunu Allah bilir; tabiî ta’datla kastedilen hususu da.. hadis şârihleri; bu hususu, bunları belleyip vird-i zeban etme, Zât-ı Ulûhiyet hakikati mülâhazasında bu isimlerin bütününün birden nazara verdiği mazmun ve mefhuma saygılı olma, onları okuyanların okudukları isimlerde ilâhî ahlâkı görüp onunla ahlâklanması; bunların arka planındaki esrar-ı esmâyı duymaya çalışma, bu mübarek isimleri duyarak ve hissederek tekrar ede ede iç dünyalarını aydınlatma şeklinde anlamışlardır.

Bütün esmâ-i hüsnânın mukaddesiyeti müsellem, ancak bunlardan Allah, Rahmân, Rezzâk, Kuddûs, Muhyî, Mümît, Mâlikü’l-Mülk, Zü’l-Celâli ve’l-İkram, Ekber, A’lâ, Hâlık, Allâmü’l-Guyûb… gibi isimlerin Allah’tan başkası hakkında kullanılması tecviz edilmemiştir. Kullanılacaksa bu esmâ-i mübarekenin önüne “abd” gibi bir kelime ilave edilerek kullanılması uygun görülmüştür. İlâhî isimlerin bu şekilde anlaşılması, yorumlanması ve ulûhiyete ait hakâikin bu çerçevede mütalâa edilmesi, İslâm ümmetine ve Kur’ân cemaatine mahsus bir imtiyazdır. Yaratan’la yaratılan arasındaki farklılığı arızasız ve kusursuz olarak aksettirmesi açısından böyle bir yaklaşım Zât-ı Ulûhiyet’in hakkı, Mâbud-u Mutlak olmasının lâzımı, bizim de vazifemizdir.

Zaten, Cenâb-ı Hakk’ın, zâtî, sübûtî, selbî ve haberî sıfatları da bu hakikati vurgulamakta ve bizi doğru bir Zât-ı Hak mülâhazasına çağırmaktadır. Bu itibarla, herhâlde bize de, bir kısım sıfatları açısından O’na Alîm, Hayy, Kadîr, Semî’, Basîr, Mürîd, Mütekellim demenin yanında, O’nun ulûhiyetine yaraşmayan acz, fakr, kusur, madde, cisim ve enerji türünden yakıştırmalardan, sapıkça lükslerden de uzak durmak; O’nun İbrahim Hakkı ifadesiyle, yemez içmez, zaman ve mekâna muhtaç olmaz bir Zât-ı Ecell ü A’lâ olduğuna itikat etmek düşer.

Bunlardan başka ehl-i hakikat, ilâhî isimleri, esmâ-i Zât, esmâ-i sıfât ve esmâ-i ef’âl olarak farklı bir tasnife tâbi tutup esmâ-i Zât cetvelinde: Allah, Rab, Melik, Kuddûs, Selâm, Mü’min, Müheymin, Azîz, Cebbâr, Mütekebbir, Alî, Zâhir, Bâtın, Kebîr, Celîl, Mecîd, Hak, Metîn, Vâcid, Mâcid, Samed, Evvel, Âhir, Müteâlî, Ganî, Nur, Vâris, Zü’l-Celâl ve Rakîb gibi esmâ-i mukaddeseyi.. tecellî alanları itibarıyla, hayat, ilim, sem’, basar, irade, kudret, kelâm gibi evsâf-ı sübhaniyeye dayanan esmâ-i sıfât çerçevesinde, Hayy, Şekûr, Kahhâr, Kâhir, Muktedir, Kavî, Kâdir, Rahmân, Rahîm, Kerîm, Gaffâr, Gafûr, Vedûd, Raûf, Halîm, Berr, Sabûr, Alîm, Habîr, Muhsî, Hakîm, Şehîd, Semî’, Basîr gibi esmâ-i mübarekeyi.. esmâ-i ef’âl unvanıyla da, Mübdi’, Vekîl, Bâis, Mücîb, Vâsi’, Hasîb, Muğîs, Hâfız, Hâlık, Bârî, Musavvir, Rezzâk, Vehhâb, Fettâh, Kâbız, Bâsıt, Hâfıd, Râfi’, Muizz, Müzill, Hakem, Adl, Latîf, Muîd, Muhyî, Mümît, Velî, Tevvâb, Müntakim, Muksit, Câmi’, Muğnî, Mâni’, Dârr, Nâfi’, Hâdî, Bedî’, Reşîd gibi esmâ-i mübecceleyi zikretmiş.. sonra, bütün isimlerin imamı olarak da Hayy, Alîm, Mürîd, Mütekellim, Kâdir, Cevâd, Muksit isimlerini işaretlemiş; Esmâ-i Celâliye başlığı altında, Kebîr, Azîz, Azîm, Celîl, Mâcid, Mümît, Dârr, Müntakim isimlerini hatırlatmış; esmâ-i cemaliye unvanıyla da, Rahîm, Selâm, Muhyî, Mü’min, Latîf, Rezzâk, Hallâk, Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın, Karîb gibi isimleri kaydetmiş ve bütün esmâ-i hüsnâyı, hakaik-i eşyanın, O’nun ilim, irade ve hikmetiyle âlem-i gaybdan âlem-i şehadete çıkmalarının vesilesi görmüş ve bu mübarek ve nuranî isimlerin, Müsemmâ-i Akdes’in hicabı ve nikabı olduğunu vurgulamışlardır. Her şeyin doğrusunu O bilir; bize de O’nun bildirdiklerine itikat etmek düşer. Bugüne kadar yapılan onca esmâ-i hüsnâ şerhinden sonra, yeni bir şerh teşebbüsünü şimdilik faydasız gibi görüyor ve

اَللّٰهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلًا وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ. وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَاٰلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ.

diyerek konuyu noktalamak istiyorum.

Yukarıda değişik kategoriler içinde ve bazıları mütedâhil olarak zikredilen esmâ-i hüsnâyı aşağıdaki cetvelde mânâlarıyla beraber bir kere daha hatırlatmakta fayda mülâhaza ediyorum:

Zât-ı İlâhiyeye Delalet Eden İsimler

Allah: Vacibü’l-Vücud, O’nun zâtî ismi.
Rab: Terbiye edip yetiştiren, sahip olan.
Melik: Her şeyin mâliki.
Kuddûs: Kusurdan münezzeh olan.
Selâm: Selâmet veren.
Mü’min: Güven veren/vaadeden.
Müheymin: Görüp gözeten.
Azîz: Yegâne galip.
Cebbâr: İradesini, azametini gösteren.
Mütekebbir: Büyüklüğünü izhar buyuran.
Alî: En yüce.
Zâhir: Varlığı ayândan ayân.
Bâtın: Zât’ı, hakikatiyle ihata edilmeyen.
Kebîr: Ululardan ulu olan.
Celîl: Azametiyle başdöndüren.
Mecîd: Çok şanlı.
Hak: Bizzat var olan.
Metîn: Her şeye güç yetiren.
Vâcid: Dilediği her şeyi bulan.
Mâcid: Şanlı, namlı.
Samed: Herkesin muhtaç olduğu bir müstağni.
Evvel: Varlığının başlangıcı olmayan.
Âhir: Varlığının sonu olmayan.
Müteâlî: Zâtî ulviyet sahibi..
Ganî: Her şeyden müstağni.
Nur: Işık kaynağı olan.
Vâris: Her şeyin nihâî tek sahibi olan.
Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm: Celâl ve ikram sahibi.
Rakîb: Gözleyip, kontrol eden.
Bâkî: Fenâ bulmayan.
Hamîd: Övgüye layık olan.
Vâhid: Her şeyiyle bölünmez bir tek.

Evsâf-ı Sübhaniyeye Dayanan İsimler

Hayy: Ebedî hayat sahibi olan.
Şekûr: İyiliklere karşılık veren.
Kahhâr: Kahrolacakları kahreden.
Kâhir: Kahredici.
Muktedir: Her şeye güç yetiren.
Kavî: Her şeye gücü yeten.
Kâdir: Her şeye gücü yeten.
Rahmân: Engin rahmet sahibi.
Rahîm: Rahmeti bol.
Kerîm: İyilik ve ikramda bulunan.
Gaffâr: Günahları yarlıgayan.
Gafûr: Her günahı yarlıgayan.
Vedûd: Seven ve sevilen.
Raûf: Çok şefkatli.
Halîm: Hilm ile muamele eden.
Berr: İyilik eden.
Sabûr: Çok sabırlı.
Alîm: Her şeyi bilen.
Habîr: Her şeyden haberdar.
Muhsî: Her şeyi teferruatıyla ta’dat edip bilen.
Hakîm: Her şeyi yerli yerinde vaz’eden.
Şehîd: Her şeyi ra’ye’l-ayn bilen.
Semî’: Her şeyi işiten.
Basîr: Her şeyi gören.
Afüvv: Günahları affeden.

Ef’âl-i İlâhiyeye Delâlet Eden İsimler

Mübdi’: İlk yaratan.
Vekîl: Güvenilip dayanılan.
Bâis: Ölümden sonra dirilten.
Mücîb: Dualara icabet eden.
Vâsi’: İlm ü rahmetiyle her şeyi kuşatan.
Hasîb: Her şeye yeten.
Muğîs: Ekstradan yardımda bulunan.
Hafîz: Koruyup kollayan.
Hâlık: Her şeyi temelden yaratan.
Bârî: Örneği kendine ait Yaratıcı.
Musavvir: Şekil ve suret veren.
Rezzâk: Gıdaları yaratıp lütfeden.
Vehhâb: Bol bol hibede bulunan.
Fettâh: Hayır kapılarını açan.
Kâbız: Kabzeden, can alan.
Bâsıt: Genişletilecekleri genişleten.
Hâfıd: İstediğini alçaltan.
Râfi’: Yücelten, yükselten.
Muizz: Aziz kılan.
Müzill: Zelil kılan.
Hakem: Her şeyi hall ü fasl eden.
Adl: Mutlak âdil.
Latîf: En ince noktalara kadar ihtiyaçları gören gözeten.
Muîd: Hayattan sonra ölümü, ölümden sonra da hayatı geri veren.
Muhyî: Hayatı veren.
Mümît: Ölümü yaratan.
Velî: Dost ve yardımcı.
Tevvâb: Tevbeye sevk eden ve tevbeleri kabul buyuran.
Müntakim: Suçluları tecziye eden.
Muksit: Adaletle hükmeden.
Câmi’: Herkesi toplayıp biraraya getiren.
Muğnî: Zenginlik bahşeden.
Mâni’: İstemediği şeyleri vermeyen.
Dârr: Zararları yaratan.
Nâfi’: Faideli şeyler veren.
Hâdî: Hidayete erdiren.
Bedî’: Eşi, benzeri olmayan şeyler yaratan.
Reşîd: Doğru noktaya ulaştıran.
Kayyûm: Kendi kendine kâim olan.
Mâlikü’l-Mülk: Mülkün tek sahibi.
Muahhir: Geriye bırakan.
Mukaddim: Öne alan, öne çıkaran.
Mukît: Gıda veren, bakıp koruyan.
Vâlî: Kâinatları idare eden.

İsimlerin Esasları

Hayy: Ebedî hayat sahibi olan.
Alîm: Her şeyi bilen.
Mürîd: İrade eden, dileyen.
Mütekellim: Konuşan.
Kâdir: Her şeye gücü yeten.
Cevâd: İhsanda bulunan, cömertlik yapan.
Muksit: Adaletle hükmeden.

Esmâ-i Celâliye

Kebîr: Ululardan ulu olan.
Azîz: Yegâne galip.
Azîm: En büyük ve ulu.
Celîl: Azametli tecellî sahibi.
Mâcid: Şanlı, namlı.
Mümît: Ölümü yaratan.
Dârr: Zararları yaratan.
Müntakim: Suçluları tecziye eden.

Esmâ-i Cemaliye

Rahîm: Rahmeti bol.
Selâm: Selâmet veren.
Muhyî: Hayatı veren.
Mü’min: Güven veren/vaadeden.
Latîf: En ince noktalara kadar ihtiyaçları gören, gözeten.
Rezzâk: Gıdaları yaratıp lütfeden.
Hallâk: Her şeyi yaratan.
Evvel: Varlığının başlangıcı olmayan.
Âhir: Varlığının sonu olmayan.
Zâhir: Varlığı ayândan ayân.
Bâtın: Zât’ı, hakikatiyle ihata edilmeyen.
Karîb: Yakın.

[1] Bkz.: A’râf sûresi, 7/180.
[2] Tâhâ sûresi, 20/8.
[3] Bkz.: İsrâ sûresi, 17/110.
[4] “Allahım, ben Senin kulunum, kullarından bir erkekle bir kadının oğluyum.” (Bkz.: Muvatta, cenâiz 17; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/452)
[5] Bkz.: İbn Hacer, Fethu’l-bârî 11/214; es-Suyûtî, ed-Dürru’l-mensûr 3/614.
[6] Buhârî, şurût 18, daavât 68, tevhid 12; Müslim, zikir 5.
[7] İbn Hacer, Fethu’l-bârî 11/214-215.
[8] et-Taberî, Câmiu’l-beyân 9/133; İbn Hacer, Fethu’l-bârî 11/214-215, 227.
[9] İbn Hacer, Fethu’l-bârî 11/214-215, 227; es-Suyûtî, ed-Dürru’l-mensûr 3/614-615.
[10] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 10/380; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 9/409.
[11] el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 12/169; ez-Zerkeşî, el-Burhân 2/160.
[12] İbn Kayyim, Medâricü’s-sâlikîn 3/356.

Kaynak: Kalbin Zümrüt Tepeleri / M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy