Ebu Bekir gibi konuşup Ebu Cehil gibi davranma! | Ahmet Kurucan

Yazar Mizan

Yalan faslını bugün kapatıyorum. Cinsiyet farklılığının yalan söylemede rolü var mı? Hiç düşündünüz mü bu konuyu bilmiyorum. Birçok akademik çalışmalara konu olmuş bu mesele. Özetini bir iki cümle ile ifade edeyim. İstisnalar elbette vardır. Zaman, mekân, şartlar başat rol oynuyormuş bu konuda. Araştırmalara göre, kadınlar insanî ilişkilerin bozulmaması, sosyal hayatın korunmasını önceliyorlar söyledikleri yalanlarda. Bunun manası, kendilerinden çok başkalarını düşündükleri şeklinde yorumlanabilir.

Erkeklere gelince onlar konumlarını sağlamlaştırmak için, daha büyük, daha güçlü, daha kudretli görünmek için söylüyorlar. Mesela, doğru bilgi konusunda ilginç bir tespit var. Kadınlar bilgiyi saklayarak yalan söylüyor; erkekler bilgiyi çarpıtarak, kendi menfaatine uygun olacak şekilde değiştirerek.

Bu son cümleyi okuyunca kim bilir zihniniz ne türlü çağrışımlarla çalkalanıyordur şimdi. Kimler kimler geliyordur gözünüzün önüne? Belki de birbirleri ile yarış ediyorlardır. “Ben birinciyim, sen arkadasın” diyorlardır o simalar. Belki de yağmur damlaları gibi akın ediyordur hadiseler şu an zihninize. “Beni de beni de değerlendir” diye bağırıyordur kulaklarınızı sağır edecek ölçüde.

Şimdi cinsiyeti bir kenara bırakalım ve yalanlara odaklanalım ve can alıcı soruyu soralım, “Ben bu yalanlara nasıl kandım?’’ diye kendinize soruyor musunuz? Soruyor ve cevabını bulamıyor, izahını yapamıyorsanız bırakın psikoloji ilmi yardımcı olsun size. 

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ

Mealen aktarıyorum; insanlar kendi inançlarını, doktrinlerini, ideolojilerini, ön yargılarını destekleyen yalanlara inanmaya karşı çok güçlü bir eğilime sahiptir. Zira bunlar insanın kendisini daha iyi hissetmesini sağladığı gibi; inancının, ideolojisinin de daha güçlü olduğunu kendine gösterir. Zira, çok sık tekrar ettiğim bir tespitle kapalı devre bir hayat sürüyordur bu insanlar. Kendileri haricindeki dünyanın gerçeklerinden habersizdirler. Adeta toplumsal karşılığı olmayan paralel bir evrende yaşıyorlardır. Sanki savaşta mübarek! Hani “savaşta ilk kaybedilen şey gerçekliktir” denir ya. O söze atfen söyledim bunu. Gerçeği kaybetmiş, inandığı yalanlarla bir dünya oluşturmuş ve o dünyanın içinde yaşıyordur zavallı. Dolayısıyla bu yalanlara inanmaya ihtiyaçları vardır.  Fakat ne yazık ki ve ne acı ki, farkında değillerdir yaşadıkları hayatın.

Çok gariptir, psikologlar böylesi kişiler kendilerine tedavi amaçlı geldiklerinde “senin söylediklerin yalan” demezlermiş onlara. Çünkü o dünya onların kendi gerçeklikleri. Sanal bile olsa durum bu. Bu aşamada “hayır, o söylediğin yalan” demek hastayı tedaviye değil hastalığı ziyade etmeye yararmış. Dolayısıyla tedavi edilecekse onu o sanal dünyası içinde tedavi etmenin çaresini bulmaları gerekirmiş. Onun için gerçekmiş gibi dinlerlermiş psikologlar o hikayeleri ve onun anlatısından muhatabının zihin dünyasına inmeye çalışır ve bu duruma neden düştüğüne dair doneler çıkartmaya odaklanırlarmış.

Madem psikolojiye değindik şunu da aktarayım. Psikologlar yalan söyleyen kişileri özelliklerine göre 4 sınıfa ayırır.

Birinci sınıf insanlar, anti-sosyal kişilik bozukluğu olanlar. Davranışlarından dolayı suçluluk hissetmez, vicdan azabı duymazlarmış bu insanlar. Hedeflerine ulaşabilmek için gözlerini kırpmadan her yolu deneyebilirlermiş. Başkalarına zarar verebileceklerini hiç düşünmez, ne istiyorlarsa hemen, anında ona sahip olmak isterlermiş ve geçmişten de ders almazlarmış.

İkinci sınıf, histriyonik kişilik bozukluğu olanlar. İlgi toplama temel amaçlarıymış. Dürüstlükten uzaklaştıkları halde bilerek doğruyu inkar ederlermiş. Gerçekle yalan arasındaki çizgiyi kaybeden bu kişiler egosantrizm denilen ben merkezli bir hayat sürdürürlermiş.

Üçüncü sınıf, border-line (sürekli sınırda) kişilik bozukluğu olanlar. Ya melek ya şeytan. Bir orada bir burada. Ortası yok, ne düşüncelerinde ne de davranışlarında. Bir gün seni övüp göklere çıkartırken ertesi gün yerip yerin dibine batıran kişiler bunlar. Tanıdıklarım arasından var böyleleri. Şahsen ben bunları tarif ederken diyorum ki: “Allah’ım neden Cebrail’i yarattın bak A şahsı var ya! Allah’ın neden şeytanı yarattın. Bak A şahsı var ya!” Gerçekten böyle. Ya melek ye şeytan derken inanın bana mübalağa etmiyorum.

Dördüncü sınıf, narsist kişilik bozukluğu olanlar. Hayatlarının merkezinde bir tek şey ve bir tek kişi vardır bunların; “ben” dedikleri kendileri. Sürekli kendileri ile ilgilendiklerinden başkalarının ihtiyaçlarına, acılarına, sevinçlerine karşı duyarsızmış bu tipler. Dünya, kendi dar penceresinden gördüğünden ibaret. Depresif bir halde yaşarlarmış sürekli. Sorumluluk almaz, eğer hadiseler kendi istekleri doğrultuda gelişmezse hep etrafındakileri suçlarlarmış. Kandırıldıklarını ileri sürer, şartların değiştiği argümanına sığınırlarmış.

Kalemimi saldım demiştim malum. Artık durdurmalıyım onu. Baksanıza kendi ilgi alanım dışına çıktım. Yoksa planladığım, söylemeyi murad ettiğim daha çok şey vardı. Bediüzzaman’ın “İşte, Asr-ı Saadetteki inkilâb-ı azîm, sıdk ile kizb, iman ile küfür kadar birbirinden uzak iken, zaman geçtikçe, gele gele birbirine yakınlaştı. Ve siyaset propagandası bazen yalana ziyade revaç verdi. Fenalık ve yalancılık bir derece meydan aldı” sözünü ele alacaktım.

Emevi camisindeki verdiği hutbede söylediği, şerhe ihtiyacı olmayan ve bize de hitap eden şu sözlerini üzerinde biraz serdi kelamda bulunacaktım. Diyor ki Bediüzzaman orada: “Ey bu Cami-i Emevideki kardeşlerim! Ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki dört yüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Ürvetu’l-vuska sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir, doğruluktur. Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiş. Maslahat ve zaruret için bazı âlim “muvakkat” fetvâsı vermişler. Bu zamanda o fetvâ verilmez. Çünkü, o kadar şu-i istimal edilmiş ki, yüz zararı içinde bir menfaati olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez.”

Hz. Ebu Bekir’in halife seçildikten sonra camide yaptığı ilk konuşmasında dile getirdiği “Doğruluk emanet, yalancılık ise hıyanettir” tespiti üzerinde duracaktım. Yazı uzayacağı için durmayayım ama en azından bir kısmını aktarayım. Şöyle diyor o meşhur hutbesinde Hz. Ebu Bekir: “İyilik yaparsam bana yardım ediniz, kötülük yaparsan beni doğrultunuz. Doğruluk emanet, yalancılık hıyanettir. İçinizdeki güçsüzler, haklarını kendilerine teslim edinceye kadar benim katımda en güçlüdürler. Güçlüleriniz ise, kendilerinden güçsüzlerin haklarını alıncaya kadar benim katımda en zayıf olanlarınızdır.” 

Hz. Ömer’in Basra valisi Ebu Musa el-Eş’ari’ye yargılama usulüyle alakalı temel değerleri yazdığı mektubundan bir cümle aktarıp onun üzerinde duracaktım. Yorumu sizlere bırakıp o cümleyi aktarayım: “…Doğrusunu anladığında daha önce verdiğin bir hüküm seni hakka dönmekten alıkoymasın. Çünkü hiçbir şey, hakkı iptal edemez. Bil ki hakka dönmek batılda ısrar etmekten daha hayırlıdır.”

Söz uzadığı için bunların hepsini bir kenara bırakıp yıllar önce verdiğim bir röportajdaki sözlerimi tekrar edeyim ve sözü Nebiler Serveri’nin bir beyanı ile kapatayım. O uzun röportajın sonunda, muhabir bana “son sözleriniz nedir?” dediğinde, “Dini değerlerimizin kökeninde var olan murakabe, muhasebe, ölmeden önce ölmeyi vaaz ve nasihat etmeye değil, bunları yaşamaya ihtiyaç var. Dokuz köyden kovsalar da onuncu köyde –ki o köy benim inancıma göre Allah’ın himayesidir- ikame etmeye ihtiyaç var. En kısa tabiriyle söylem-eylem birlikteliğine ihtiyaç var. “Aldatan bizden değildir” hadisini duvarlara asmaya değil, onu içselleştirmeye ve hayatımızın her karesine yansıtmamıza ihtiyaç var. Aksi zaten münafıklıktır. Yalan söylememeye, yalanı lügatlerimizden silmeye ihtiyaç var. Yalanı meşrulaştırıcı te’vil’lerden, tefsirlerden, maslahat, dava söylemlerinden hızla uzaklaşmaya ihtiyaç var. “Amma maslahat için kizb ise zaman onu neshetmiş.” diyen Bediüzzaman’a kulak vermeye ihtiyaç var. Ne kadar acı duyarsak duyalım ne kadar ıstırap hissedersek edelim ne kadar travma yaşarsak yaşayalım, yalanın sağladığı konfor ve avunmak yerine doğrunun incitmesini tercih etmeye ihtiyaç var. George Orwell 1984 romanında dediği “Double think/Çifte düşünceye” inanmamaya ihtiyacımız var. Çifte düşünce, doğru olmadığına kesinlikle inandığımız yalanlara kasten inanmak gibi aynı anda iki zıt şeye inanma, ikisinin de doğru olduğunu kabullenme demek. Unutmayalım “Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilemez.” Aksi takdirde, sergilediğimiz bu insanlıkla ve bu Müslümanlıkla bu kadar ve buraya kadar. Daha ötesi olmaz. Nokta. Bu kadar yeter sanırım.” diye cevap vermiştim.

Nebiler Serveri ise şöyle buyuruyor o ölümsüz hadislerinden birinde: “Doğruluktan (sıdk) ayrılmayın, zira doğruluk sizi iyiliğe (birr), iyilik de sizi cennete götürür. Kişi sürekli doğru söyler ve doğrunun peşinde olursa Allah katında doğrulardan (sıddîk) yazılır. Yalandan kaçının, zira yalan sizi kötülüklere (fucûr) götürür. Kişi sürekli yalan söyler, yalanın peşinde olursa Allah katında yalancılardan (kezzab) olduğu yazılır.” (Müslim, Birr ve Sıla,105)

Sözün özü: “Lying? Never again/ Yalan söylemek mi?” Bir daha asla” demeden olmaz bu iş. “Ebu Bekir gibi konuşup Ebu Cehil bir davranmakla bir yere kadar. Daha ötesi olmaz.

Kaynak: Tr724.com | Ahmet Kurucan

 

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy