Soru: Müslüman olmayan bir aileden dünyaya gelen ve rüşde ermeden vefat eden çocukların ahiretteki durumları ne olacaktır?
Cevap: Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahih bir hadis-i şeriflerinde, كُلُّ مَوْلُودٍ يُولَدُ عَلَى الْفِطْرَةِ ثُمَّ اَبَوَاهُ يُهَوِّدَانِهِ اَوْ يُنَصِّرَانِهِ اَوْ يُمَجِّسَانِهِ “Her çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar; sonra anne-babası onu ya Yahudileştirir ya Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir.” buyururlar.[1] Çocuğun inanç yapısının oluşmasında anne ve babanın rolü oldukça büyüktür. Buna çocuğun neş’et ettiği muhiti de ilâve edebiliriz. Evet, Günümüzün şartlarını düşünecek olursak gerek anne-baba gerekse içinde yaşanılan muhit bir çocuğun inanç dünyasının şekillenmesinde büyük öneme sahiptir. Bu meselenin iki yönü vardır: Biri, doğan her çocuğun İslâm fıtratı üzerine doğması, diğeri de İslâm fıtratı üzerine doğan bu çocuğun aileden veya sosyal muhitinden aldığı terbiye ve tesirle ayrı bir hâl alarak ikinci bir fıtrat kazanmasıdır.
Öncelikle hadisteki, “Fıtrat üzere doğar” sözünü iyi anlamak lâzım. Fıtrat, bir mahiyetin adıdır. Buradaki fıtrat, insanın kendi iradesi veya çevrenin tesiriyle kazanacağı ikinci fıtrat değildir. İnsanlar bir fıtrat eseri olarak dünyaya gelirler; hâlbuki Cenneti, rıza ve rıdvanı ikinci fıtratları ile kazanırlar. Yani haddizatında insanlar her şey olmaya namzet ama hiçbir şey olmayan mahiyetleriyle dünyaya gelirler. Sonra bu tertemiz durumu muhafaza edebilirlerse işte bununla Cennet yoluna girer ve nihayetinde Cennet’e girerler. Ama değişik tesirler ile bu yaratılışlarını bozar da başka bir fıtrat kazanırlarsa o zaman da Cehennem’e giderler.
Bir çocuk dünyaya geldiğinde dimağı tertemizdir. O tertemiz dimağa ya bir kısım doğrular yazılmak suretiyle doğru yön verilir veya bir kısım yanlışlıklar yazılmak suretiyle çocuk yanlışa yönlendirilir. Bu, herkes için muhakkak ve mukadder bir şeydir ve bu hususta bir tenakuz söz konusu değildir. Zira meselenin başı şeriat-ı fıtriyeye ve âyât-ı tekvîniyeye, sonu da insanın mükellefiyetine, irade ve ihtiyarına bakmaktadır.
Evvelâ, yeni doğan bir çocuk, hiçbir şeyle mesul tutulamaz. Zira o, şeriat-ı fıtriyeye göre kendi iradesiyle bir şey yapacak hâlde değildir. Evet, doğan her çocuk, hakikatleri kabul etmeye müsait olduğu gibi aynı zamanda dalâletlere de açık bir vaziyette dünyaya gelir. Sanki o, üzerine yazı yazmaya müsait beyaz bir kâğıt gibidir. Henüz üzerine mürekkep ve kalem dokunmamış bir kâğıt. Bu hâliyle o, küfre ait meselelerin yazılmasına da müsait olmasına rağmen Müslüman fıtratına daha yakındır, belki de onun içindedir. Çünkü üzerinde küfre ait hiçbir şey yoktur ve küfür, bu tertemiz fıtrat üzerine Allah’ın (celle celâluhu) sevmediği şeyleri yazmak anlamındadır. Bir insanda Müslümanlık asıl, küfür ârızîdir.
Evet, küfür arızî, Müslümanlık ise asıldır. Bir insanın asıl fıtratı küfürle kirlenip bozulmuşsa o, ikinci bir fıtrat kazanmış demektir. Asıl fıtratını kirletip bozmayan insan ise İslâm fıtratı üzerine kalacaktır. İnsanın itikat ve amel mevzuunda yaptığı her şey, fıtratının korunması istikametinde atılmış adımlardır. Bu açıdan bir mü’minin; kalbini, hissiyatını, aklını ve İslâm’ın prensiplerine riayet etme duygusunu koruması çok önemlidir.
“İnsanın Müslüman olması asıl, kâfir olması ise arızîdir.” dedik; zira küfür, bir kısım dış sebep ve etkilerle meydana gelir. Bir insan hakkında, bu dış sebep ve etkilere maruz kalmadan hüküm verilecekse ona Müslüman demek doğrudur. Meselâ, bir kuş yavrusu yumurtadan yeni çıktığı ve uçamadığı hâlde biz ona “kuş” diyoruz. Hâlbuki ileride bu yavrunun kanatları kırılabilir, kabiliyetleri körelip bozulmaya uğrayabilir. Küfrün mânâsı, insanda bulunan inanma irfan ve iz’anını köreltme demektir. Bu mânâdan olmak üzere Arapça bir kelime olan “küfür”ün mânâlarından biri, “bir şeyi örtmek”tir ki tarlaya tohum atarak üstünü örtüp kapayan çiftçiye bu mânâda “kâfir” denir[2]. Istılahi manadaki kâfire gelince, kalbindeki fıtrat-ı selîmesini, inanabilme duygusunu, içindeki Hakk’a muhabbet istidadını kapatan kişi demektir.
Yumurtadan çıkan kuşun yavrusu bir belâya uğrasa, kolu kanadı kırılsa, tabiatına ters bir durum almış olacak ve uçamayacaktır; uçamayacak ve kendisi için en belirgin özellik olan uçma işini yapamadığı için de tam tekmil bir kuş olarak kabul edilmeyecektir. Fakat yavru henüz böyle bir duruma maruz kalmamış, kuş olmaya ait hususiyetlerini koruyor, koşup duruyor, sıçrıyor ve uçma denemeleri yapıyorsa, onu gördüğümüzde “Bu kuştur” der ve bir gün uçabileceğini söyleriz. Ama bu yavru arızî bir sebeple karşı karşıya kalıp da şöyle böyle uçma kabiliyetini kaybetse ve daha sonra uçamasa bu defa ona “arızalı kuş” deriz.
Aynı şekilde, insan bu dünyaya ahsen-i takvîme mazhar olarak gelir. Bu hususta da onun mahiyet-i ulviyesine, içindeki istidat ve kabiliyetlerine bakılmalıdır. Eğer bunlar dış desteklerle inkişaf ettirilebilse, insan bu sayede melek hâline gelebilir. İşte biz, bunların ileride inkişaf ettirilmesi şart ve mülâhazasıyla ona “Müslüman” diyoruz. Ama –Allah korusun– esen muhalif bir rüzgâr, bir gün bu temiz fıtratın kolunu-kanadını kırarsa, işte o zaman onun asıl fıtratı bozulmuş demektir. İşin hakikatini ancak Cenâb-ı Hak bilir.
Meselenin insanın iradesine bağlı tarafı olan ikinci yönü, yani sonradan Yahudi, Mecusi veya Hıristiyan olma durumu, ancak mükellefiyetten sonra söz konusu olabilir. İnsan ya Müslüman ya Hıristiyan ya da Yahudi olur veya başka bir yol tutar.
Soruda, Müslüman olmayan bir aileden dünyaya gelen ve rüşde ermeden vefat eden çocukların ahiretteki durumları soruluyor. Bu konuda ulema farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazı âlimler, gayrimüslim ailelerin rüşde ermeden ölen çocuklarının babalarına tâbi olduklarını söylerken, diğer bazıları bu konuda tevakkuf ederek cennetlik veya cehennemlik oldukları konusunda bir tercihte bulunmayı doğru görmemişlerdir. Bu görüşlerin yanında Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in büyük bir kısmı ise, rüşde ermeden vefat eden çocukların Cennet’e gireceğini söylerler.
Her şeyin en doğrusunu Allah (celle celâluhu) bilir.
[1] Buhârî, cenâiz 80, 93, tefsîru sûre (30) 1, kader, 3; Müslim, kader 22-25.
[2] Bkz. İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab 5/146; ez-Zebîdî, Tâcü’l-arûs 14/55.
Kaynak: Bahar Neşidesi / M.Fethullah Gülen