Çeşitli İlim Dallarına Dair Gaybî Haberler

Yazar Egeli

Bu bölümde Allah Resûlü’nün çeşitli ilim dallarıyla alâkalı meseleler üzerinde söylediği sözlerin, yine O’nun doğruluğuna şehadeti hakkında ve gayet mücmel bir şekilde durmak istiyoruz.

O, on dört-on beş asır evvel bir söz söylemiş; o günden bugüne O’nun söyledikleriyle meşgul olan ilim dalları, dev adımlarla ilerlemiş, baş döndürücü merhaleler katetmiş.. ve neticede Muhbir-i Sadık’ın beyanı, her biri başlı başına kendi sahasının allâmeleri sayılan devâsâ ilim adamları tarafından hem de ilim diliyle tasdik edilmiştir. Evet, bugüne kadar Allah Resûlü’nün bu mevzuda söylediği sözlerden tek bir cümle dahi tekzibe uğramamıştır.

Dev adımlarla ilerleyen fen, teknik ve teknoloji, kendilerine serfurû eden bunca ilimperest varken, onları yüz üstü bırakıp, Allah Resûlü’nün karşısında edeple, saygıyla eğilmekte ve gür bir sadâ ile “Sadakte!” demektedir. Zaten başka türlü olması da mümkün değildir; çünkü O, Allah’ın hak elçisidir.

Bu cümleden olarak, meselenin ilmî tahlillerini, ilgili kitap ve mecmualara bırakarak, seçtiğimiz birkaç misali takdim etmeye çalışalım:

1. Her Hastalığa Çare

Allah Resûlü, Buhârî’nin rivayet ettiği bir hadislerinde şöyle buyururlar:

مَا أَنْزَلَ اللّٰهُ دَاءً إِلاَّ أَنْزَلَ بِهِ شِفَاءً “Allah, bir hastalık göndermiş olmasın ki, akabinde onun için bir de tedavi yaratmış olmasın!”[1] Yani, ne kadar hastalık çeşidi varsa, muhakkak Allah (celle celâluhu) onlar için bir de çare ve tedavi şekli yaratmıştır. Tıp dünyasında ve ilme teşvik babında, bugüne kadar söylenmiş sözler arasında en câmi ve en şümullü ifade, Allah Resûlü’nün bu sözü olsa gerek. Bu şu demektir: Eğer bir hastalık varsa, muhakkak tedavisi de vardır. Demek ki, bir gün bütün hastalıklara –tabiî Allah’ın tevfik ve inayetiyle– mutlaka şifa bulunabilecektir.

Hadisin bir diğer rivayetinde لِكُلِّ دَاءٍ دَوَاءٌ “Her derde deva vardır.” buyrulur.[2]

Başka bir hadis-i şerifte:

تَدَاوَوْا فَإِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ لَمْ يَضَعْ دَاءً إِلَّا وَضَعَ لَهُ دَوَاءً غَيْرَ دَاءٍ وَاحِدٍ: اَلْهَرَمُ

“Dikkat edin, tedavide kusur etmeyin! Allah, bir hastalık göndermişse muhakkak arkasından tedavi yolunu da göstermiştir. Bir tek hastalığın tedavisi yoktur. O da ihtiyarlıktır.”[3]

Hayatı uzatma çaresini bulsalar, insanları geçici olarak belli bir yerde durdursalar ve hatta ölümü geciktirseler de yine beşer kafilesinin mukadder yolculuğunu durduramayacaklardır. O yol ki, ruhlar âleminden gelip çocukluğa, gençliğe, yaşlılığa; ve derken kabre uğrar; oradan da haşre kadar uzar.. ve gider Cennet veya Cehennem’de son bulur… Bu yolun önünü tıkamak mümkün değildir; insanlar, doğacak, büyüyecek, yaşlanacak ve öleceklerdir. Ancak bunun berisinde kalan bütün dertlere deva vardır; yeter ki araştırılıp bulunsun…

İki Cihan Serveri, bu ve buna benzer ifadeleriyle topyekün beşeri ilme teşvik ve bütün ilim adamlarını, bütün ilhama mazhar mülhemûnu ve bütün araştırmacıları da bu mevzuda çare aramaya davet ediyor:

Bütçelerinizden para ayırın, araştırma enstitüleri kurun, ölüm sahiline ulaşacak menzile kadar yürüyün ve bu sınıra kadar uzayan o geniş sahayı mutlaka kontrolünüz altına alın!

Zaten, Kur’ân-ı Kerim de hep bu meseleyi öğütlemiş ve ilme teşvik mevzuunda, peygamberlere ait mucizeleri nazara vermiş ve araştırmaları o mucizelerle idealleştirmiş. Evet, nasıl ki enbiyâ, ruhanî hayatta insanlığa rehber olmuş, onları eğri büğrü yollardan doğru ve selâmetli sahile çıkarmışlardır; öyle de müspet ilimlerde, yani aklın ziyasına medar ilimlerde de beşerin rehberliğini yüklenmiş ve her birisi bir sahanın üstad ve mürşidi olarak onun önüne geçmiş ve ona yol göstermişlerdir. Bundan dolayı denebilir ki beşer, bütün maddî-mânevî terakkinin anahtarlarını enbiyâdan teslim almıştır. Evet, Kur’ân’da peygamberlere ait mucizelerin anlatılması, o mucizelerin ulaşılabilinen sınırına kadar ulaşılması yolunda beşeri teşvik içindir.

Meselâ, Hz. Mesih, –Allah’ın izniyle– ölüleri diriltmiştir. Kur’ân da bunu nakleder. Ancak bu, son sınırdır. Beşerin terakkisi orada biter. Niçin? Çünkü âdiyât orada bitiyor ve ondan öte harikalar başlıyor. İnsan kudreti, insan tâkati ve insan iradesiyle yapılabilecekler, fıtrî kanunların çerçevesini aşamaz. Evet, ilim ve teknolojinin harikaları ne seviyeye ulaşırsa ulaşsın, mucize sınırlarını aşamayacaktır. Bu sınırlar, enbiyâ-i izâmın cevelângâhıdır ve ebedlere kadar da öyle kalacaktır. Evet, oralarda ancak peygamber olanlar dolaşabilir. Bunun ötesinde mucizelerin başladığı sınıra kadar beşerin ilerlemesi her zaman mümkündür ve yapılan bütün teşvikler de zaten bunun için yapılmaktadır.

İşte, Hz. Mesih’in mucizesiyle, Kur’ân teşvik ediyor ve diyor ki; hastaları tedavi yolları ta ölüm sınırına kadar açık.. hatta kanser gibi, AIDS gibi henüz çaresi bulunamamış hastalıkların da muhakkak bir çaresi vardır; arayın ve bulun! Nitekim daha önceleri çaresiz gibi görünen hastalıklar, artık bugün rahatlıkla tedavi edilmekte; çalışırsanız bu hastalıklar için de çare bulabilirsiniz..!

Ve meselâ; Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) eliyle beşere tak­dim edilen mucizede, birtakım cansız şeylere iş ve vazife gördürme mümkün olduğu dersi verilmektedir.. evet, günümüzde bu kapı aralanmıştır. Ama ne bugün ne de yarın beşer, hiçbir zaman elindeki asâyı atıp da onu hakikî bir yılan şekline getiremeyecektir. Çünkü o, harikalar kuşağında cereyan eden bir hâdisedir; bizim yapabileceklerimiz ise, âdetler çerçevesi içerisinde cereyan eden şeylerdendir.

Zannediyorum burada, beşer için bir diğer ulaşılmaz ve aşılamaz harika olan Kur’ân’dan bahsetmek de yerinde olur. Evet Kur’ân, baştan sona edebî düşünce için bir son ufuktur ve ulaşılması imkânsızdır. En edîbâne, şairâne söylenmiş sözler ve beşeri arkasından sürükleyip götüren beyanlar bir gün Kur’ân kapısına kadar yanaşabilecek, fakat orada, Lebîd gibi, hayret ufkuna ulaşıp duracaklardır. Çünkü beyanda o bir mucizedir ve ne kadar güzel olursa olsun beşere ait bütün sözler, âdiyât sahasında sarfedilmiş sözlerdir.

Bu husus tamamen ayrı ve müstakil bir mevzu olduğu için –temas kabîlinden dahi olsa– dokunmayacak ve o mevzu ile alâkalı fasla bırakacağız.

Peygamberlerin mucizeleri, biraz evvel de ifade ettiğimiz gibi, âdeta belli bir sınır teşkil ediyor ve beşerî ilimlerin ufkunu çiziyor.. aynı zamanda Kur’ân’da zikredilmesiyle de, beşeri teşvik etme vazifesi yerine getirilmiş oluyor; ondan sonrası da insanoğlunun çalışmalarına bırakılıyor.

Beşer çalışmalı.. o noktaya kadar ulaşmalı ve âdiyât dairesi içinde her şeyi aşmalı, harikalar sınırına yanaşmalı, bilfarz, ondan öte bir adım daha atsa bile, mucizât meyvelerinin bulunduğu ufuklarda dolaşmalıdır.

Beşerin tıp sahasında ölüme kadar uzanan bir seviyede terakki kaydetmesi mümkündür. İş ölüme gelince, onun çaresi yoktur. Çünkü ölüm, aynen hayat gibi Allah’ın (celle celâluhu) yaratmasıyla var olan bir mahluktur: خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ4 âyeti de buna işaret etmektedir.

Evet, ölüm, bir inkıraz, bir çürüme, bir sönme ve bir dağılma değildir. O, Allah’ın (celle celâluhu) emri ve meşîetiyle, o güne kadar verilmiş olanların alınması demektir. İşte ilimler adına teşvik de ancak bu kadar olur. Bütün ehl-i hamiyet ve ehl-i himmet, bu teşvikten istifade etmeli, alınacakları almalı, değerlendirmeli ve insanlığın hizmetine, istifadesine sunmalıdır.

Efendimiz’in bizzat tıpla ve bilhassa “koruyucu hekimlik” denen hijyenle alâkalı olarak söylediği bir hayli söz vardır. Zaten tıbbın büyük bir bölümünü de bu koruyucu hekimlik işgal eder ve etmelidir de. Çünkü esas olan, kişiyi hasta olmaktan korumaktır ve bu, oldukça da kolaydır. Hasta olduktan sonra tedavi ise gayet zor, müşkil ve pahalıdır. Onun içindir ki Efendimiz, evvel emirde bu hususa ehemmiyet vermiş ve tıbbî tavsiyelerinin çoğunu koruyucu hekimlik üzerinde merkezleştirmiştir.

Asr-ı Saadet’te, bilhassa dıştan gelen tabipler, Medine’de kendilerine iş bulamıyorlardı; bunun en önemli sebebi de Efendimiz’in bu mevzuda vaz’ettiği düsturlara tamamıyla riayet edilmesiydi.

Allah Resûlü, bir taraftan kalb ve gönüllerin tabibi olma vazifesini eda ederken, diğer taraftan da cismaniyete ait hususlarda âdeta tabiplik yapıyor ve çevresindeki insanları hem maddî hem de mânevî hastalıklardan koruyabilecek tedbirleri alıyordu.

Veba hastalığı, Efendimiz’in zuhur buyurdukları dönemlerde önü alınamayan korkunç bir hastalıktı. Günümüzde AIDS ne ise o gün de veba o idi. Vebaya karşı sahabe titizdi, tetikteydi. Çünkü Efendimiz, onları daima bu hastalığa karşı tenbih edip uyarıyordu. Bu nurlu cemaat, kendi içinde, kendi ülkesinde, kendi temizlik ve nezahetiyle yaşıyordu; ama askerî harekâtla Şam, Suriye, Halep ve Antakya gibi yerlere gidince, Bizans’ın hastalıklara açık dünyasında meydana gelen vebaya onlar da maruz kalıyordu. İşte Amvas’taki veba böyle bir vebaydı ve meş’um yerde otuz bin sahabe şehit olmuştu.[5]

O gün, ümmetin emini Ebû Ubeyde b. Cerrah da Amvas’ta bulunanlar arasındaydı. Ebû Ubeyde ki, Hz. Ömer seneler sonra bağrından hançerlenip yatağa serilince: “Eğer Ebû Ubeyde hayatta olsaydı onu kendi yerime tavsiye ederdim.” diyecektir.[6]

Necranlılar, Allah Resûlü’ne müracaat edip, “Bize, kendisine güvenebileceğimiz birisini gönder.” dediler. Allah Resûlü, ona bakmış ve “Kalk bunlarla git.” demişti.[7]

Evet o, ümmetin emini ve Cennet’le müjdelenen on kişiden biriydi. İşte o gün bu şanlı sahabi de vebanın insanları kasıp kavurduğu bu yerde bulunuyordu.

Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) hilâfet günlerindeydi. Allah Resûlü’nün halifesi, fethedilen yerleri dolaşıyor ve gelişmeleri yakından takip ediyordu. Amvas’a da gidecekti. Ancak orada veba olduğunu duyunca geri dönmeye karar verdi. Ebû Ubeyde önüne dikildi: “Yâ Ömer! Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” dedi. Ömer: “Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyorum.” dedi. Bu da, Ömer’in bir firasetiydi.

Acaba doğru mu yapmıştı? Geri dönmesi isabetli miydi? Ömer bu endişeye kapılınca, Abdurrahman b. Avf imdada yetişti ve şu hadisi nakletti:

إِذَا سَمِعْتُمْ بِهِ بِأَرْضٍ فَلاَ تَقْدَمُوا عَلَيْهِ، وَإِذَا وَقَعَ بِأَرْضٍ وَأَنْتُمْ بِهَا فَلاَ تَخْرُجُوا فِرَاراً مِنْهُ

“Eğer bir yerde vebanın olduğunu duyarsanız, sakın oraya gitmeyin! Eğer bulunduğunuz yerde bu hastalık zuhur etmişse ondan kaçmak için oradan dışarıya çıkmayın.”[8]

Rica ederek soruyorum: Günümüzde, modern tıbbın karantina adına söylediği de aynı şey değil mi? Bunu asırlarca önce Allah Resûlü söylüyor ve günümüzün tıbbı da O’na: “Elhak, doğru söyledin!” diyor.

2. Cüzzam ve Karantina

Buhârî ve Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz şöyle buyuruyorlar: فِرَّ مِنَ الْمَجْذُومِ كَمَا تَفِرُّ مِنَ اْلأَسَدِ “Aslandan kaçtığın gibi cüzzamlıdan uzak ol!”[9]

Bu hadis-i şerifteki benzetmeli ifadenin, bazılarının zannettiği gibi, ne cüzzam mikrobunun, ne de cüzzamlının aslana benzemesiyle hiçbir münasebeti yoktur. Zannediyorum birçok meselede olduğu gibi, bu benzetmeler başkalarına ait uydurmalardır. Ve Allah Resûlü’nün ifadelerinde, kat’iyen böyle bir niyet ve kasıt söz konusu değildir.

Burada tavsiye edilen kaçma meselesi, ayakkabıları alıp firar etmek mânâsına da hamledilmemelidir. Belki İki Cihan Serveri, bu hadisleriyle bize, cüzzam denen hastalıkla mücadele etme ve ondan korunma çarelerini araştırmamızı tavsiye etmektedir. Yani tavsiye edilen, karantina ve bulaşmaya karşı tahşidattır. İnsanlar, aslana karşı çarpıp devrilmeme mevzuunda ne denli titiz davranıyorlarsa cüzzama karşı da o kadar hassas olmalıdırlar. Çünkü Allah Resûlü’nün bütün sözlerinde ayrı bir buud ve ayrı bir derinlik vardır. Evet, O’nun sözlerindeki hakikatlere, ancak çok ciddî gayret ve çalışmalarla ulaşılabilir.

3. Köpeğin Yalaması

İmam Müslim “Sahih”inde naklediyor:

طُهُورُ إِنَاءِ أَحَدِكُمْ إِذَا وَلَغَ فِيهِ الْكَلْبُ أَنْ يَغْسِلَهُ سَبْعَ مَرَّاتٍ أُولاَهُنَّ بِالتُّرَابِ

“Köpek sizden birinizin kabını yaladığı zaman, onun temizliği, birincisi toprakla olmak şartıyla onu yedi defa yıkamasıdır.”[10]

O devirde, bugün bizim bazı eşyayı sterilize etmede kullandığımız maddeler yoktu. Dezenfekte ameliyesi için Allah Resûlü, o gün daha çok toprağı tavsiye ediyordu. Ancak sonradan ilmî çalışmalar neticesinde anlaşılmıştır ki, su gibi toprak da aynı ameliyeyi yapmaktadır. Ayrıca toprak tetralit ve tetrasklin gibi maddeler de ihtiva etmekte ki; bu maddeler bir kısım mikropları dezenfekte etmekte kullanılan maddelerdir. Demek oluyor ki Allah Resûlü, toprakla yıkamayı tavsiye etmekle, o kabın evvelâ sterilize edilmesini emretmiş oluyordu.

Bundan başka, Hadis-i şerifte şu hususlara da dikkat çekilmiştir:

Köpekte olması muhtemel bazı hastalıklar, insan vücudunda da yaşama şansına sahiptirler. Bu husus ise, günümüzde oldukça yeni sayılan mevzulardan biridir.

İkincisi: Köpek dışkısı gibi şeyler, bütünüyle insan sağlığına zararlı olabilir. Salyası da bu cümledendir… Belli bir safhadan sonra onlardan bulaşacak hastalıkların önünü almak da âdeta mümkün değildir. Onun için sterilize çok önemlidir.

Üçüncüsü: İlkini toprakla yıkama emrinin dikkat çeken ayrı bir tarafı da, toprağın o anda sterilize mikrobu hâline gelmesi ve onun da ayrıca, bir rivayete göre altı, diğer bir rivayete göre yedi defa yıkanması gerektiği hususudur. Nitekim bu mevzu, Almanya ve İngiltere’de çıkan bazı mecmualarda dile getirilmiş ve Efendimiz’in doğru beyanı, onlar tarafından da tasdik edilmiştir.

Efendimiz, köpekler mevzuunda o kadar hassas davranmışlardır ki; hatta bir defasında kendi içtihatlarıyla onların öldürülmesini bile emretmiştir.[11] Ancak daha sonra bu emri durdurmuş ve şöyle buyurmuştur: “Eğer köpekler tek başına bir ümmet olmasalardı, onların öldürülmesini emrederdim.”[12]

Bunun mânâsı şudur: Eğer köpek, değişik milletler içinde insan, hayvan, nebatât, cemadât vs. gibi, başlı başına ekolojik dengeyle alâkalı unsurlardan biri olmasaydı ve şeriat-ı fıtriyeye göre varlığında zaruret bulunmasaydı onların öldürülmesini emrederdim. Çünkü köpek, mikrop yuvası bir varlıktır…

Bu son durum itibarıyla Efendimiz’in meseleye yaklaşması da ayrı bir mucize.. zira görülüyor ki, şimdilerde yeni yeni hecelemeye başladığımız tabiattaki nizam veya ekolojik denge, ta o günlerde, ulu orta köpeklerin bile öldürelemeyeceği prensibiyle ele alınıyor ve kanunlaştırılıyor. Biz ancak 1400 sene sonra kelaynaklar, balinalar, filler ve gergedanların soylarının tükenmemesini, dolayısıyla tabiattaki dengenin bozulmamasını hecelemeye başladık. Oysaki Allah Resûlü, bin bu kadar sene evvel: “Eğer köpekler kendi başlarına bir millet ve ümmet olmasalardı…” derken, çok erken dönemlerde çok hayatî bir meseleyi hatırlatıyordu.

Evet, Allah (celle celâluhu) kâinatı yaratmış ve kâinatı teşkil eden unsurlar arasında umumî bir denge meydana getirmiştir ki: وَوَضَعَ الْمِيزَانَ * أَلَّا تَطْغَوْا فِي الْمِيزَانِ “O, bir mizan vaz’etti. Ta ki siz de bu dengeyi bozmayasınız.”[13] âyeti de bu genel prensibi ihtar etmektedir. Evet, Allah Resûlü bir denge insanıydı. Elbetteki dengeyi koruyacak ve yukarıda zikredilen ifadesiyle, köpekleri öldürtmeyecekti. Sadece bu birkaç kelimelik cümlesinde dahi, bizim tespit edebildiğimiz birkaç mucizevî yön var ki, ileride aynı cümle kim bilir daha nice hakikatlere ilham kaynağı olacaktır. Bu sözün söylendiği tarih itibarıyla, bir insan, bütün hayatı boyunca düşünüp sadece bu tek cümleyi söylemiş olsaydı, bu, onu dâhiler arasında saymamıza yeterdi. Hâlbuki Allah Resûlü’nün bu sözü ve benzeri daha binlerce ifadesi var. Dehayı O’nun kapısındaki dilencilikle baş başa bırakıp bu sözü de noktalayalım:

Kesin bir dille ve hiçbir tereddüte yer vermeden kat’iyen ifade ediyor ve diyoruz ki; hâdiseler ve vâkıalar, o kendilerine mahsus dilleriyle her zaman Allah Resûlü’nü tasdik edip: “Sen Allah’ın Resûlü’sün ve sen doğru sözlüsün!” demektedirler. Hassasiyet-i ilmiye ilerledikçe bir gün bütün insanların da aynı şeyleri söyleyeceğinde şüphemiz yok. Evet, bugün ilimler tıpkı birer casus gibi varlığın içine dalmış, Efendimiz’in söylediği ve Kur’ân’ın zikrettiği hakikatleri incelemekte ve bu incelemelerin aydınlığında hakikate uyanmış hassas ruhlar, her geçen gün Allah Resûlü’nün doğruluğunu daha da derinden duyup hissetmekte ve O’nu yüz bin minareden cihana duyurmaya çalışmaktalar…

4. Yemekten Önce ve Sonra Elleri Yıkamak

Tirmizî ve Ebû Dâvûd’un rivayet ettiği bir hadiste de Allah Resûlü şöyle buyurmaktadır: بَرَكَةُ الطَّعَامِ الْوُضُوءُ قَبْلَهُ وَالوُضُوءُ بَعْدَهُ “Yemeğin bereketi (mübarek olması), yemekten evvel ve yemekten sonra elleri yıkamaktadır.”[14]

Yemekte mübareklik, temizlik, paklık, nezafet arıyorsanız ve o yemeğin sizin için bereket kaynağı olmasını arzu ediyorsanız, hem yemeğin başında hem de sonunda, abdest alıyor gibi, mutlaka ellerinizi yıkayınız!

Allah Resûlü bu ifadeleriyle, temizlik adına prensip ve bir esas vaz’ediyor. Yoksa biz, aklımızla bunları bilemezdik. Hele o günün insanı bir tırnak arasında milyonlarca mikrobun barınabileceğini hiç mi hiç bilemezdi. O günü bırakın, bugün dahi bu meselenin ilmî yönünü kaç kişi bilmektedir?..

Yine temizlik adına, uykudan kalkar kalkmaz elini bir kaba daldırmaması gerektiğini.. evvelâ o elin bir güzel yıkanmasının lâzım geldiğini; çünkü uykuda iken insanın, kendi elinin nerelerde dolaştığını bilemeyeceğini beyan eden Allah Resûlü,[15] bilhassa el temizliğini nazara verip, üzerinde tahşidat üstüne tahşidat yapmaktadır.

Hekimler, bunu tamamıyla ancak bugün anlayıp anlatabilmektedirler. Evet, insan uykuda iken elini, sağında solunda dolaştırır ve hiç farkına varmadan da mikroplara bulaştırır. Ondan sonra da yıkamadan ağzına sokarsa, neleri yuttuğunu söylemeye gerek var mı?

O gün, mikroskop mu, X ışınları mı, laboratuvar mı vardı ki, Allah Resûlü, insanın eline bulaşacak mikropları bilsin ve bu mevzuda ümmetini ikaz etsin? Hayır, bunların hiçbiri yoktu ama, hepsinin ötesinde bir hakikat vardı, o da, bütün bunları O’na vahyin çeşitli dalga boylarıyla öğreten birinin mevcudiyetiydi.. evet O, bildiklerini hep O Muallim-i Ekber’in bildirmesiyle biliyordu. “Metlüv” veya “gayr-i metlüv” vahiyle O’na öğretiliyor, O da bunları ümmetine talim ve tebliğ ediyordu.. onun için de, söylediklerinde zerre kadar uydurma ve hilâf-ı vaki herhangi bir beyan bulmak mümkün değildi.

5. Ağız ve Diş Temizliği (Misvak)

Kütüb-ü Sitte’nin ittifakla rivayet ettikleri ve arkasında kırka yakın sahabenin imzası bulunan, bu yönüyle de mütevatir olan bir hadislerinde de Allah Resûlü: لَوْلاَ أَنْ أَشُقَّ عَلَى أُمَّتِي لَأَمَرْتُهُمْ بِالسِّوَاكِ عِنْدَ كُلِّ صَلاَةٍ “Eğer ümmetime zorluk vereceğimden çekinmeseydim, her namazın başında onlara misvak kullanmalarını emrederdim.” buyuruyorlar.[16]

Ümmetini zora koşma endişesini taşıdığından dolayı böyle bir emirde bulunmamış. Yoksa misvak kullanmak da, aynen abdest gibi namazın farzlarından olacaktı. Böyle bir şey ise, bu dinin ruhu olan kolaylık prensibine aykırı düşecekti. Çünkü herkes her yerde misvak bulamayabilirdi…

Misvak kullanmak farz değildir; ama mühim bir sünnettir. Eskiler bu mesele üzerine ciltlerle kitap yazmışlar. Yeni araştırmacılarımız da değişik buudlarıyla misvak mevzuunu ilmî tahlillere tâbi tutup araştırdılar. Gelecekte –inşâallah– onları da okuyacaksınız…

Sivak, “diş temizleme” demektir ve bu sadece misvakla olmaz; parmaklarla, tuzla, macunla, daha başka şeylerle de yapılabilir. Evet, isteyen istediği şekilde dişini temizleyebilir; buna kimsenin diyeceği bir şey yoktur. Ancak, misvağın da kendine göre bir kısım hususiyetlerinin bulunduğu gözardı edilmemelidir.

Şimdi, bir din düşünün ki, o dinin mübelliği (Bâni ve kurucusu değil. Çünkü dinin kurucusu ve bânisi sadece Allah’tır (celle celâluhu). Efendimiz, onun tebliğcisidir.) günde beş on defa misvak kullanmayı, hem de bir sünnet olarak misvak kullanmayı emretmektedir. Bu itibarla diyebiliriz ki, bu din; günümüzün diş temizliği, diş hijyeni anlayışını çok gerilerde bırakmaktadır. Halk yığınları bir yana, ben, diş hekimlerinin dahi günde beş-on defa dişlerini fırçalayacağını zannetmiyorum. Hâlbuki Efendimiz’in –en azından– günlük diş temizliği, bu adedi buluyordu. Gece birkaç defa kalkar; namaz kılar ve her namazdan evvel mutlaka misvak kullanırdı.[17] Sabah namazında, işrâk ve kuşluk namazlarında, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarında; namaza durmadan ve abdest alırken sürekli misvak kullandığı gibi, bir şey yiyip içtikten sonra da dişlerini temizlemeyi ihmal etmezlerdi. Şimdi bütün bunları sayacak olursak, zannediyorum verdiğimiz rakamdan daha fazla Allah Resûlü’nün misvak kullandığına, yani dişlerini temizlediğine şahit oluruz.

6. Yeme-İçmede Ölçü

Koruyucu hekimlik adına yine Allah Resûlü şöyle buyurur: “Yemek yerken, midenin üçte birini yemeğe, üçte birini suya ve diğer üçte birini de havaya bırakın. Allah’ın en çok gazap ettiği kab, dolu bir midedir.”[18]

Bu hadisi takviye eden başka hadisler de vardır: Bunlar­dan birinde Allah Resûlü şöyle buyurur:

أَخْشَى مَا خَشِيتُ عَلَى أُمَّتِي كِبَرُ الْبَطْنِ وَمُدَاوَمَةُ النَّوْمِ وَالْكَسَلُ وَضَعْفُ الْيَقِينِ

“Ümmetim hakkında en çok korktuğum şeyler: Göbekli olmak, çok uyumak, tembellik ve ‘yakîn’ zayıflığıdır.”[19]

Hadiste anlatılan hususlar, neticede aynı noktada toplanmaktadır. Evet, hayatını murâkabesiz, muhasebesiz ve gafilâne sürdüren, ömrünün çoğunu uykuda geçiren bir insanın semirip yağ bağlaması, yağ bağlayıp şişmanlaması kaçınılmazdır. İnsan, şişmanladıkça daha çok yiyecek, yedikçe de kendini gaflete salacaktır. Veya ilk sebepten başlarsak, şöyle diyebiliriz: Çok yiyen bir insan, elbette çok uyuyacak, çok uyuyan insanda da kat’iyen yakîn hâsıl olmayacaktır… Neresinden ele alırsanız alınız, bütün bunlar Allah Resûlü’nü ümmeti hakkında endişeye sevk eden hususlardır.

Evet, burada da sözü, tıp dünyasının müstesna simalarına havale ediyor ve sizi onların ilmî tahlilleriyle baş başa bırakıyorum. Onları okuyup değerlendirdikten sonra Allah Resûlü’nün asırlarca evvel söylediklerinin ayn-ı hak ve hakikat olduğunu görecek ve küçük dahi olsa sözlerinde hilâf-ı vaki bir beyanın bulunmadığına şahit olacaksınız…

7. Sürme

Şimdi de başka bir hadise intikal etmek istiyorum: Yine Allah Resûlü buyuruyor: “Gözlerinize sürme çekin. Çünkü o, gözlerinizi açar ve kirpiklerinizi besler.”[20]

Kalbi ve kafası münevver tabiplerimiz diyorlar ki; göz ve kirpiklerin beslenmesinde, bugüne kadar kullanılan bütün ilaçların en faydalısı, Allah Resûlü’nün de tavsiye ettiği sürmedir. Biz de, kozmetik sahasında gelecek yılların, sürme yılları olabileceğini tahmin ediyoruz. Cildi koruyuculuğu ve antibiyotik tesiriyle Peygamber tavsiyesinden geçmiş, sürme değerinde bir diğer madde de kınadır.[21] Kınanın sterilize gücünün, bugün kullanılan tentürdiyot veya merofsilon gibi maddelerden daha fazla olduğu da bugünkü ilmî gerçeklerden biri.

8. Çörek Otu

Buhârî’de, Ebû Hüreyre’den rivayet edilen bir hadiste de şöyle buyurulmaktadır: إِنَّ فِي هَذِهِ الْحَبَّةِ السَّوْدَاءِ شِفَاءٌ مِنْ كُلِّ دَاءٍ إِلاَّ السَّامَ Şu habbe-i sevdâ, yani çörek otu var ya, ölümden başka her derde devadır.”[22]

“Her dert” tabiri, Arapça’da kesretten kinaye olarak söylenmektedir. Bununla beraber çörek otu, esaslı bir tahlile tâbi tutulsa ve üzerinde ciddî araştırmalar yapılsa, kim bilir nice hastalıklara çare olduğu ortaya çıkacaktır.

Hadis-i şerifte bilhassa iki hususa dikkat çekiliyor:

Birincisi: Çörek otunun şifalı yönü.

İkincisi ise: Onun bile ölüme çare olmayışı.

Biz, yine meselenin ilmî plânda tahlilini o sahanın uzmanlarına havale edip sadece hatırımıza gelen bir iki hususu kayda almaya çalışalım:

Hastalıkta, bilhassa nekahet döneminde bol protein çok önemlidir. Ancak bunun yanında kalori ve vitamin zenginliği ve tabiî hazmın kolay olması da aynı ölçüde ehemmiyetlidir. Zannediyorum, hastalık döneminde hekimlerin tavsiye edeceği şeyler de bunlardır. Evet, hastanın yiyeceği şeyler bol proteinli, bol kalorili ve hazmı kolay şeyler olmalıdır ki, hasta bir taraftan kaybettiği gücü kazanırken diğer taraftan da hazımda güçlük çekmesin.

Bugün ilmî araştırmalar ispat etmiştir ki, bütün bu hususiyetler çörek otunda mevcuttur. Bu mevzuda denenmiş, netice alınmış o kadar çok müşahhas misal var ki, saymakla bitmez… Bu demektir ki, Allah Resûlü, kat’iyen ezbere konuşmuyor. Konuştuğu aynen vâki oluyor ve neticeler, hep O’nu tasdik ediyor.

9. Sinek

Yine bir Buhârî hadisiyle mevzumuza devam edelim. Allah Resûlü buyuruyor: إِذَا وَقَعَ الذُّبَابُ فِي إِنَاءِ أَحَدِكُمْ فَلْيَغْمِسْهُ كُلَّهُ ثُمَّ لْيَطْرَحْهُ فَاِنَّ فِي أَحَدِ جَنَاحَيْهِ دَاءً وَفِي اْلآخَرِ شِفَاءً “Sizden birinizin (su veya yemek) kabına sinek düştüğü zaman, o kişi onun her tarafını batırsın, sonra çıkarıp atsın. Çünkü onun kanatlarının birinde hastalık vardır; öbüründe de şifa vardır.”[23]

Evvelâ, sineğin mikrop taşıması, o gün insanının bileceği bir şey değildi. Sinek, bir sıvı madde içine düştüğünde, kanatlarından birini ihtiyaten yukarıda tutmaya çalışır. Yani ikisini birden daldırmaz. Zira oradan kurtulduğunda, kuru kalan kanat, onun uçup gitmesini kolaylaştıracaktır. Böylece o uçup gidecek ama, yiyeceğimize, içeceğimize bıraktığı mikroplarla bize de hastalık bulaştırmış olacaktır.

İkinci olarak, böyle bir durumda tavsiye edilen şey şudur: Sinek bütünüyle kaba batırılacak ve sonra da çıkarılıp atılacaktır. Çünkü onun kanatlarının birinde mikrop; diğerinde ise, o mikrobun zararını giderecek panzehir vardır. Sinek, ölüm helecanları içinde çırpınırken onun sırtına dokunuverme, stok ettiği bu panzehir yüklü torbayı patlatacak, böylece sinek, diğer kanadı ile bulaştırdığı mikrobu dezenfekte etmiş olacaktır.

Bu meselenin tahlilini yapan ilim adamları diyorlar ki: Sine­ğin sırtına bastığımız zaman mikroskopla gördük ki, bir kısım mikro varlıklar sağa sola koşuyorlar. Ve daha sonraki araştırmalarımızda bunların sterilize edici elemanlar olduklarını anladık.

10. İstihâze Kanı

Hz. Âişe Validemiz (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Bir gün Fatıma binti Ebî Hubeyş, Allah Resûlü’ne gelerek: ‘Yâ Resûlallah! Kanım bir türlü durmuyor, akıntı sürekli oluyor, namazı terk edeyim mi?’ dedi.” Allah Resûlü cevap verdi: “Hayır, o hayız kanı değildir, damardaki bir arızadandır.”[24]

Evet, aradan asırlar geçiyor.. ve neden sonra biz, istihâze kanının tamamen iç kanamadan kaynaklanmış olduğunu görüyor ve bir kere daha hayret ve hayranlık solukluyoruz. Ancak, günümüzün ilmî araştırmalarıyla tespit edilebilen bu meseleyi acaba Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), o devirde nasıl bilebilmişti? Tabiî ki Rabbinin bildirmesiyle.. evet, Rabbi O’na bildirmiş, O da bilmişti. Aradan geçen bunca seneler ise, o söz cevherine daha değişik derinlikler kazandırmıştı. Şimdi ilim adamları diyorlar ki, bu sözü söyleyen, başka değil, ancak nebi olabilir.

11. İçkide Deva Yoktur

Târık b. Süveyd (radıyallâhu anh) anlatıyor: İçki yasak edilmeden evvel, bazı hastalıklarımızın tedavisinde içki kullanırdık. İçki yasak edilince Allah Resûlü’ne geldim ve durumu arz ettim. Ve tedavi için içkiye ruhsat olup olmayacağını sordum. “Hayır, içki kendisi hastalıktır; asla deva olamaz.” mânâsına: إِنَّهُ لَيْسَ بِدَوَاءٍ وَلَكِنَّهُ دَاءٌ25 buyurdular.

Dünyanın çeşitli yerlerinde olduğu gibi Türkiye’de de içki sempozyumları tertip edildi. İlim adamları konuştular, hepsinin ittifakla üzerinde birleştikleri nokta şu oldu: İçkinin bir tek damlası dahi, insanın fizikî ve ruhî yapısında bir kısım deformasyonlar meydana getirmektedir. İşte Allah Resûlü bu meseleye asırlarca önce parmak basmış ve içkinin bizzat kendisinin hastalık olduğunu söylemiştir.

12. Sünnet Olmak

Allah Resûlü, beş şeyi fıtrattan sayar. Bunlardan birisi de sünnet olmaktır.[26]

Günümüzün ilim adamları ne diyor? Onlar da aynı şeyi tespit edip demiyorlar mı: Sünnet derisi, pislik ve mikrop toplaması, yırtılması ve kansere yakalanma ihtimali gibi riske açık bir uzuvcuktur ve yukarıdaki risklerden kurtulmanın tek çaresi de sünnettir.

Görülen odur ki, bu mevzuda da Batı, bizdeki bir kısım körkütük sarhoşların çok önünde yürüyor. Bugün Amerika ve İngiltere’de sünnet olanların sayısı milyonları geçmiş durumda.

Sözün burasında, tedâi ile hatırladığım, çağın devâsâ tanığına ait şu tespiti nakletmeme müsaade edilsin: “Batı bir gün, bir İslâm evlâdı doğurmaya hamiledir. Nitekim Osmanlı da bir Batılı doğuracaktır.”[27]

Bundan yetmiş-seksen sene evvel söylenen bu sözün bir bölümü çıktı.. ve biz şimdi, ümit dolu gözlerle ikinci doğumu bekliyoruz. Sancılar ağırlaşmıştır. Ve yeni doğacak evlâdın müjde dolu çığlıkları, çok yakın bir gelecekte –inşâallah– duyulacaktır..!

Buraya kadar, Allah Resûlü ve diğer peygamberlerin sadakat ve doğruluğu üzerinde durduk. Her peygamber doğruluk ve sadakatte doruk insandır. Onların hayatlarında yalan, zerre kadar kendine yer bulamamıştır. Zaten kendilerinde zerre kadar eğrilik olsaydı, hiç kimseyi doğru yola erdiremezlerdi. Hâlbuki onlar, insanlığı doğru yola iletmek ve onlara Cennet’e giden şehrahı tarif etmek için gelmişlerdir. Evet, eğer doğruluk mânâsı tecessüm ve tecessüt etseydi, ondan pırıl pırıl peygamberlerin şemâilleri zuhur edecekti…

Bu arada yine gördük ki, Efendimiz’in doğruluğu ezel-ebed arası binlerce delille teyit edilmektedir. Biz, Allah Resûlü’nün doğruluğunu üç ana grupta toplamaya çalıştık. Tabiî ki meselenin bu şekilde tasnif ve takdimi, bize ait bir keyfiyettir. Yoksa O’nun doğruluğu, binlerce tasnif ve yüz binlerce delille, başka başka şekillerde de anlatılabilirdi. Zaten bu mevzu ile alâkalı son sözü kim söyleyip noktalayabilir ki..? İnancımız o ki, kıyamete kadar O’nun söyledikleri hep doğru çıkacak ve her devrin insanı da, O’nun doğruluğunun ayrı bir buudunu yeniden keşfedecek ve O’nunla ayrı bir derinlikte buluşacaktır.

Zaten ahiret denen âlemde Allah Resûlü’nün doğruluğu, bütün vuzuhuyla ve herkes tarafından görülecek.. evet O’nun Zât, sıfât ve esmâ hakkında dediklerini herkes ruh aynasına göre mutlaka görecek ve O’nun sözlerinin hakkaniyetini idrak edecektir. Evet, Cennet-Cehennem, Huri-Gılman hep Allah Resûlü’nün bizlere tarif ettiği şekilleriyle karşımıza çıkacak ve onlar da, ebed diliyle O’na “Sadakte!” diyeceklerdir…

[1] Buhârî, tıbb 1; İbn Mâce, tıbb 1.
[2] Müslim, selâm 69; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/335.
[3] Ebû Dâvûd, tıbb 1; Tirmizî, tıbb 2; İbn Mâce, tıbb 1.
[4] Mülk sûresi, 67/2.
[5] İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-nihâye, 7/93.
[6] İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azim, 4/330; Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, 2/580.
[7] Buhârî, fezâilü ashabi’n-Nebi 21; Müslim, fezailü’s-sahabe 54-55.
[8] Buhârî, tıbb 30; Müslim, selâm 98.
[9] Buhârî, tıbb 19; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/443.
[10] Müslim, taharet 89-93; Tirmizî, taharet 68.
[11] Buhârî, bed’ü’l-halk 17; Müslim, taharet 93.
[12] Tirmizî, sayd 16; Ebû Dâvûd, edâhî 21; taharet 37.
[13] Rahmân sûresi, 55/7,8.
[14] Ebû Dâvûd, et’ıme 11; Tirmizî, et’ime 39.
[15] Buhârî, vudû 26; Müslim, taharet 87-88.
[16] Buhârî, cuma 8; Müslim, taharet 42; Ebû Dâvûd, taharet 25; Tirmizî, taharet 18; Nesâî, taharet 7.
[17] Buhârî, vudû 73; Müslim, taharet 42-48.
[18] Tirmizî, zühd 47; İbn Mâce, et’ime 50; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/132.
[19] Suyûtî, el-Câmi’u’s-sağîr, 1/24 (Dârekutnî’nin Efrâd’ından naklen).
[20] Tirmizî, libâs 23; İbn Mâce, tıbb 25.
[21] Tirmizî, libâs 20; tıbb 13; Ebû Dâvûd, tereccül 18.
[22] Buhârî, tıbb 7; Müslim, selâm 88-89.
[23] Buhârî, bed’ü’l-halk 17; tıbb 58; Ebû Dâvûd, et’ime 48.
[24] Buhârî, vudû 63; Müslim, hayz 62.
[25] Müslim, eşribe 12; Tirmizî, tıbb 8; Tahâvî, Şerhu meâni’l-âsâr, 1/108.
[26] Buhârî, libâs 63; isti’zan 51; Müslim, taharet 49.
[27] Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı, (Tarihçe-i Hayat) s. 2130.

Kaynak: Sonsuz Nur / M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy