Anne-Baba Hakkı ve Hizmet

Yazar Egeli

Soru: Allah yolunda hizmet etmemizi istemeyen anne ve babalarımıza karşı tavrımız nasıl olmalıdır?

Cevap: İslâm’ın yaşanması hususunda her dönemin farklı öncelikleri vardır. Mesela, Emevi, Abbasi ve Osmanlı devirlerinde herkesin kılıcı eline alması, bir at beslemesi ve cihada iştirak etme niyeti içinde yaşaması en ehemmiyetli mevzu olduğundan, o devirlerde herkes bu tür bir cihadı en mukaddes vazife bilirdi. Bir de içerisinde Mus’ab’ların, Habbab’ların yetiştiği İslâm’ın ilk intişar devri vardır ki, bu devirde beslenen bir at da, bilenen bir kılıç da yoktur. Aksine bu devirde Kur’ân-ı Kerim’in elmas gibi parlak bürhanlarıyla, şefkat kahramanları ve muhabbet fedaileri olarak sağa-sola dağılma, davranışlarda yumuşaklık, kafa ve kalbden her türlü kabalık ve sertliği çıkarıp atma vardır. Habbab, karşısındaki Mus’ab’ı böyle eritmiş, Mus’ab da Medine’de bir senede yetmiş insanı karşısında böyle dize getirmişti. Aslında o, bir köle olan üstadından aldığı şeyleri aynen Medine’de bulunan insanlara vermişti. O devirde cihat böyle yapılıyordu. Fakat Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm), Uhud günü Mus’ab’dan başka bir şey istemişti. Onun için Mus’ab, eski elbiselerine sarılı olarak elinde kılıcı ve sırtında Resûl-i Ekrem’e ait cübbesiyle kâfirlerin karşısında şehit edilirken konjonktürel olarak farklı bir vaziyet sergiliyordu. Zira o zaman o tür bir vazife ehemmiyet kazanmıştı. Ben bu meseleleri, hislerinizi coşturup, sizde heyecan uyandıracak şekilde tasvir etmeyi düşünmüyorum. Bunları anlatmaktan maksadım, her devirde ayrı bir meselenin ehemmiyet kazandığını izah etmektir.

Günümüzde irşad ve tebliğ o kadar ehemmiyet kesbetmiştir ki, tanklarla Almanya’yı fethedip bütün sanayi müesseselerini Türkiye’ye getirmek, elli adet Alman’a Allah’ı öğretmekten daha ehemmiyetli değildir. Rusya’yı, bütün atom ve füze üslerini Türkiye’de kurması için ikna etmek, elli tane Rus’a Allah’ı anlatmaktan daha önemli değildir. Aynı şekilde Amerika bütün sistemleri ile Türkiye’ye gelse, Allah ve Resûlü nazarında, oradaki on tane siyahiye Müslümanlığı anlatmak kadar kıymetli değildir.

Bugün, ehemmiyetinden dolayı irşad, mele-i âlâ’nın alkışladığı en önemli vazife haline gelmiştir. Bu sebeple İslâmî heyecanla coşan halkın bu hissiyatını bir kısım maddi ve siyasi meselelere kaydırmak, mevzuyu asıl rayından çıkarmak demektir. Benim bu mevzuda ciddi endişelerimdendir; parlamenter seviyede kümeleşme ve gruplaşmanın her şeyi halledeceğini zanneden kimseler, meseleyi rayından çıkarmış sayılırlar. Elbette bir realite olarak o da olacaktır ama, “emr-i bil ma’ruf” meselesi temelden ele alınmazsa yakın bir gelecekte siyasiler de, tükenmiş olarak oldukları yerde kalakalacaklardır. Allah o kötü günleri göstermesin! Biz bütün himmetimizi sarf etmeli, Allah’ın inayetiyle irşad ve tebliğ sahasını boş bırakmamalıyız…

Bu devirde, Sa’d b. Ebi Vakkas ve Mus’ab b. Umeyr gibi irşad ve tebliğ yapan kız ve erkek evlatlarımız var. Bu gençlerimizin kendilerine örnek aldıkları Hz. Mus’ab, Mekke’de dört-beş sene kaldıktan sonra önce Habeşistan’a daha sonra Medine’ye hicret etti. Bu arada ailesinden gördüğü işkencenin derecesini ancak Allah bilir. Cennet’in gılmanları kadar güzel ve gösterişli olan bu çocuk henüz on beş-on altı yaşlarında Müslümanlığı kabul etmişti. Ama o, anacığını da kırmamaya gayret ediyor ancak Resûl-i Ekrem’in yanından bir an bile ayrılmıyordu. Allah Resûlü’nün dayısının oğlu olan Sa’d İbni Ebî Vakkas, henüz on sekiz yaşlarında olduğu dönemde İslâm’a girmiş ve daha o yaşta kendini aşarak Efendimiz’e sadakatle inanmıştı. Kendisi bu durumu şöyle anlatır:

“Bir gece Mekke’deküçük abdest yapmak için dışarı çıktım. İdrar yaparken açlıktan gözlerim kararıyordu. Çıkan sesten idrarın sert bir cisme temas ettiğini anladım. El yordamıyla kurcalarken elime bir deri parçası geldi. Sevinerek onu hemen evime götürdüm. Temizleyip pişirdim ve üç gün suyunu içtim, bu müddet zarfında dizlerime derman oldu.”[1] Bu kadar geçim sıkıntısına maruz kalan Hz. Sa’d der ki, “Bir gün annem karşıma dikildi ve şöyle dedi: “Yemin ederim ki, sen gittiğin yoldan dönene kadar ağzıma bir lokma koymayacak ve güneşin altında duracağım!” Üç gün boyunca da dediğini yaptı. Üçüncü gün artık takatsiz kalıp bayılınca Resulullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelip durumu anlattım ve şu âyet indi: ‘İnsana, anne-babasına iyi davranmasını emrettik.’[2][3]

O devir, bu tür bir hassasiyeti gerektiriyordu. Müşrik ana-babaların dahi kırılmaması için gayret ediliyor fakat yoldan ve davadan hiç taviz verilmiyordu. Bugün kızıyla-erkeğiyle bizler de hizmetin bütün ağırlığı ile omuzlarımıza yüklendiği bir devirde yaşıyoruz. Cenâb-ı Hak bu nesli pâyidâr kılsın! Fakat bu meseleyi anne-babayı kırma sebebi yapmamalıyız. Unutmamalıyız ki, müşrik dahi olsalar, Kur’ân-ı Kerim bizi onlara karşı saygıya davet ediyor: “Dünyada onlara iyilikle muamelede bulun.” buyuruyor.[4]

Anne ve babaya itaatte çok titiz davranmak, onlarla muamelelerimizde sürekli güler yüzlü olmak en temel vazifemizdir. Fıtratı ve şefkati itibarıyla hiçbir anne -hizmet için bile olsa- evladından ayrı kalmayı istemez. Ancak bir yerde fedakârlık isteyen bir hizmet sahası ve koşturan insanlar varsa, orada durmak olmaz. Aksi bir durum, hizmete ve hizmet eden arkadaşlara ihanet olur. Bu iki noktadan birinde tercih yapmak durumunda kalan insan, annesinin elini öperek, dualarını dilemeli, ayrılırken ayaklarına kapanarak, gözyaşı dökmeli ve: “Ben, senin şu ayaklarını gururla öpüyorum. Çünkü Efendim, “Cennet anaların ayakları altındadır” buyuruyor.[5] Ama inşallah ahirette seni güldürecek ve seni Resûlullah’ın huzurunda hoşnut edecek bir evladın olacağım.” diyerek, meramını anlatmalıdır. Çünkü Allah hakkından sonra en büyük hak, anne-baba hakkıdır. “Rabbin şöyle hükmetti: Allah’tan başkasına ibadet etmeyin; anne ve babaya güzel muamelede bulunun.”[6] Ben şahsen, âyetin bu ikazı karşısında hep tir tir titremişimdir.

Mevzuyla alakalı kendime ait bir hususu arz etmek istiyorum. Ben babamı kırdığımı pek bilmem. Bir tahdîs-i nimet olarak arz edeyim ki, hayatımda babamın gölgesine ayağımı hiç basmadığıma yemin edebilirim. Yanında yürürken hep bir gölge boyu geriden gittim. Çok nezih bir insan olan babam aynı zamanda benim Arapça hocamdı. Ancak bir defasında bir davranışından ötürü ona, “Baba, bana macera gibi gelen bu meselede annemi ve kardeşlerimi ağlatacaktın.” demiştim. O, onların da hoşnut olmadıkları bir yere gitmiş, dönerken tren raylarının üzerine düşmüş, kaderin cilvesi tren hiçbir şey yapmadan geçip gitmiş, sadece elbiselerini kesmişti. Ben de bu durumda kendisine teessürümü arz etmiştim. Babam biraz da sitemle öfkelenerek bana aynen şöyle dedi: “Sen nasıl bir baba istiyorsun?”

Bu hâdiseyi hatırladıkça mahkeme-i kübrada bununla karşıma çıkacağı endişesiyle kalbim titrer. O gün benim dünyam yıkılmıştı. O kadar yıkılmıştı ki, yaktığım ocaktan habersizdim. Ocak yanmış, etrafını da yakmış, kaldığım odada küçük bir yangın çıkarmıştı. Adeta şok olmuştum.

Evet, anne-babanın hakkı çok büyüktür. Bu kadarcık bir meselede bile hiçbir zaman kendimi affetmedim. Aziz babama, öyle mütedeyyin bir insana bunu neden söylettim? Hâlâ endişesini içimde taşıyorum. Ama vefat ederken benden memnuniyetini izhar etti. Vefat edeceği gün hayatının son dakikalarını yaşarken Ramazan’ın ilk perşembesiydi. Kendisine, “Baba, müsaade edersen yeni vazife yerim Manisa’ya gideceğim” dedim. Gitmeme pek razı olmamış gibi bir ifadeyle yüzüme baktı ama arkasından “Git oğlum! Burada iki göz, ama orada binlerce göz seni bekliyor, git.” dedi. Memnundu, hoşnuttu ama ben hâlâ kendimi affedemiyorum.

Ebeveyniniz hususiyle namazında abdestinde dindar kimseler iseler kırmaktan daha çok sakının. Ömrünüzde bereket, takva dairesinde sabit-kadem olmak, Allah huzurunda sarsılmadan yüzü ak, alnı açık olarak haşrolmak isterseniz ebeveyninize karşı saygıdan bir an dûr olmayın. Bir insanın, anne-babasına isyan etmeye ve onlara haksızlık isnad etmeye hakkı yoktur. Zaten evladın onlara karşı iddia edebileceği ne hakkı olabilir ki? Kur’ân-ı Kerim bu mevzu üzerinde çok ciddi durur. Asrın beyin yapıcısı meseleyi şu sözlerle bağlar: “Anne-babasına isyan eden, insan bozması bir canavardır.”[7]


[1]  Ebû Nuaym, Hilyetü’l evliyâ 1/93.

[2]  Ankebut sûresi, 29/8.

[3]  Vâhidî, Esbabü’n-nüzûl s. 341.

[4]  Lokman sûresi, 32/15

[5]  el-Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb 1/102.

[6]  İsrâ sûresi, 17/23

[7]      Bediüzzaman Said Nursî, Sözler 32. Söz, 2. Mevkıf.

Kaynak: Bahar Neşidesi / M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy