152
İSA BEY’İN HİKAYESİ (Dikkat kalp hastaları okumasın)
Sarıyer’de bir çay bahçesinde buluşacaktık, hava kararmak üzereydi. Tam deniz kenarındaki her zamanki masamızda oturuyordu arkadaşlarım. Sinemacı iki arkadaşımla çay içip eski günleri yad edecektik. Selam verip oturdum. Bensiz başladıkları muhabbetlerine devam ediyorlardı. Ben ise hapis hayatımdan yeni çıkmış, normal bir hayata adapte olmaya çalışıyordum.
Birçok şey değişmişti veya bana öyle geliyordu. İnsanların soru ve davranışlarına bile tepki verirken, yanlış bir şey yapmaktan çok korkuyordum. Ve sanki alnımda sabıkalı olduğum yazıyormuş gibi çekingen, ürkek bir kuş gibi hareket ediyordum… Hâlâ suçsuz, “Pardon” filmini andıran hapis hayatımdan sonra umursamaz olan insanlara kızgınlığım geçmemiş, normale dönmeye çalışıyordum. Hayat çok acımasız davranmıştı bana.
Sebepsiz, suçsuz, bir iftira niteliğindeki, suç bile teşkil etmeyen sebepten işimi, sağlığımı kaybetmiş ve ailemden uzak bir hapis hayatı ile geçirmiştim.
Bir çay söyleyip uzun zamandır görmediğim dostlarımın muhabbetine katıldım. Mevzu bahis, iki sinemacı arkadaşımın senaryo anlatımları üzerine olduğu için dinleyici pozisyonunda çayımı içiyor, arada bir kısa cümlelerle yorumlarda bulunuyor ve Boğaz’ın o eşsiz güzelliğini beynime kazıyordum. Senaryo dram üzerine ve acı dolu bir hayatı konuşuyorlardı. Hayal güçlerini ve zihinlerini zorlayarak senaryoya daha ne kadar acı, hüzün katabileceklerini ve seyredenleri nasıl gözyaşına boğabileceklerini dillendiriyorlardı. Uzun muhabbetin ardından konuşmaya bodoslama bir giriş yaptım:
“Bir hikâyem var aklımda, anlatayım mı?” dedim. Uzun sakallı, senarist olan arkadaşım Ali şaşkın bir edayla:
“Hayırdır sen de mi yazmaya başladın?” diye sordu. “Yok be Ali yazacak yetenek mi var bende. Sadece bir hikâye de ben anlatayım dedim, zamanınız varsa tabi.” diye cevap verdim. Ahmet meraklı gözlerle:
“Anlat bakalım dinliyoruz. Aslında içeride birçok kişiyle görüşmüşsündür. Sen de malzeme çoktur, bir ara uzun uzun konuşalım belki bize malzeme çıkar.” dedi.
Bizim yaşadığımız acı dolu iki yıl, bir başkası için sadece senaryosu için bir malzeme veya bir dostla, bir arkadaşla karşılaştığında “Nerelerdesin yaa uzun zamandır göremedik seni.” dedikleri basit bir zaman dilimiydi…
“Aslında kaleme almayı düşünüyorum. Ama ilk size anlatayım dedim. Yardımcı olursanız geliştirmek isterim. Malum içeride kalınca hayal gücü gelişiyor insanın.” diyerek bir açıklama yaptım.
“Anlat be kardeşim elimizden ne gelirse dinliyoruz.” dedi Ahmet.
Çaylar tazelendi. Gözlerimi Boğaz’ın ufkuna mıhlayıp anlatmaya başladım:
“İsa Bey adında bir adam kahramanımız. Üç-dört tane dükkanı olan, geliri ortanın üstünde, Adanalı ve iki çocuk sahibi birisi. Yoğun çalışma temposu arasında ailesiyle de yakından ilgilenen, çevresi tarafından oldukça sevilen, sözü dinlenen, yardımsever, namazında niyazında da bir adam.
Bir gün eve gene yorgun gelir. O gün yoğun geçmiştir. Eve geç saatte geldiği için de çocuklar uyumuştur. Duşunu aldıktan sonra salonda TV’nin karşısında sızar ve uyuyup kalır. Gece iki sularında eşinin dürtmesi ile uyanır. Eşi, kapının çaldığını ve kapıda adamların olduğunu söyler. Adam uykulu gözlerle kapıyı açtığında karşısında 4 tane polis görür. Polisler ellerindeki evrakı göstererek arama yapacaklarını ve hakkında gözaltı kararı olduğunu söylerler. İsa Bey şaşkındır, hayatında ilk defa böyle bir durum başına gelmiştir. İçeri davet eder. Polisler girer girmez çekmeceleri, rafları, koltukların altlarını dağıtarak arama yapmaya başlarlar.
İsa Bey: “Ne aradığınızı söylerseniz yardımcı olabilirim.” der. Polis: “İşimize karışma ve göz önünden ayrılma.” diyerek azarlar İsa Bey’i. Arama tam iki saat sürer. Mutfakta ve hatta en mahrem odaları yatak odasında bile didik didik etmedikleri yer kalmamıştır. Polisin biri diğerine:
“Amirim suç teşkil edecek bir şey bulamadık.” der.
Fakat buna rağmen, eşinin şaşkın, çocuklarının ise korku dolu bakışları önünde bilekleri kelepçelenir İsa Bey’in. Çocukların, “Baba nereye gidiyorsun.” sorularına bile cevap hakkı tanınmadan götürürler İsa Bey’i. Sadece eşine bakışlarıyla veda etmiş ve “Korkmayın bir yanlışlık olmuştur sabaha dönerim.” diyebilmiştir.
Ve polis arabasına bindirilip Vatan emniyetin yolu tutulur. Hayatında ilk defa karşılaştığı suçlularla aynı nezarethanede günler geçirir. Pis, rutubet kokulu nezarette susuzlukla, kötü yemeklerle ve tamamen lekeli battaniyeyle ilk defa yine orada tanışır. 6 metrelik demir parmaklıklı odada üç kişi kalırlar. Gün ışığı almayan, gece-gündüz kavramlarından uzak ve saati yalnız gelen polislere sorarak öğrenebildikleri bir yerdir. Tuvalet ihtiyacına günde üç defa sırayla çıkarıldıkları ve özgürlük denen terimden oldukça uzak bir mekân. Söz vermişti kendine, eve döner dönmez muhabbet kuşunu kafesten çıkarıp özgürlüğüne kavuşturacaktı…
Günler sonra savcı karşısına çıkarılır. Bir sürü saçma sapan sorulara verebileceği yalan cevabı bile yoktur. Ona sorulan sorular içinde de suç içerir hiçbir şey yoktur. Hiçbir suç unsuru bulamayan savcı tutuklanması talebiyle mahkemeye sevk eder. Ve savunma hakkı bile verilmeden tutuklanmasına karar verir hâkim. Kelepçeli bir yolculukla Silivri yolu tutulur. İsa Bey’in aklında ise 13 ve 15 yaşlarındaki iki çocuğu ve eşi vardır. Eşi Zeynep Hanım yumuşak doku kanseridir. 35 yaşında olan eşi bu hastalığa yakalanalı 6 ay olmuş ve yoğun tedavi süreci sonrası 6 santimlik tümör 2 santime kadar düşmüştür. Doktoru stres ve üzüntüden uzak kalmasını söylemişti. Şimdi ne olacaktı? Yatalak, bakıma muhtaç olan babası ayrı bir üzüntüsüydü İsa Bey’in.
Suçu neydi?
Neden tutuklanmıştı?
Nereye götürülüyordu ve ne kadar sürecekti?
Bu sorulara verecek cevabı da bir bilgisi de yoktur. Ama anlaşılan bir meçhule götürülüyordu arkasında bir sürü muhtaç insan bırakarak.
Eşi Zeynep’in kocasına, çocuklarının babasına ve babasının da oğluna ihtiyacı vardır. Ama İsa Bey tutuklanmış ve hapishaneye götürülüyordur.
Ve Silivri…
Bilmem ne kısmının B7 koğuşuna, yoğun bir arama sonrası ortası sapsarı olmuş pis bir yatak ve eline tutuşturulmuş bir kimlikle gönderilmişti. Kimliğine baktığında önü numaralı bir mahkûm fotoğrafı, altında ismi, soyismi ve suçu yazıyordu: Silahlı terör örgütüne üye olmak. Hayatında askerlik dışında eline hiç silah almamış, kavgalı bir olaya hiç karışmamış, karakol yolu bile bilmezken bir günde azılı bir terörist olmuştu. Demek bu kadar basitmiş terörist olmak diye geçirir içinden ve kalın demir kapı üstüne kapanınca bunun bir şaka olmadığını hatta bir mahkûm olduğunu daha iyi anlamıştır. 39 çift meraklı göz ona bakıyordu. Koğuştakilerin hepsi aynı suçtan yatıyordu.
Yalnız değildi…
Kısa bir tanışma faslından sonra içilen bir bardak çay, uzun emniyet nezaretinden sonra çok iyi gelmişti. Ağlamak istiyor, haykırmak istiyordu ama içine akıtıyordu gözyaşlarını. Koğuştakilerle tanıştıkça hayret ediyor ve dışarıda farkında olmadığı bu dertli insanların hikâyelerine de üzülüyordu. Tutuklandığı gün babasını kaybeden İhsan Bey, annesinin vefatını bir ay sonra öğrenebilen Zeki Bey, kendisi hapisteyken doğan üçüzlerine hasret olan Servet Bey gibi birbirinden farklı dertleri olan hüzün yüklü ama gelecek adına da umutlu olan bu güzel insanların hapis veya esir olduğu koğuşa İsa Bey de eklenmiştir. Acılı mektuplar, haftada bir 5 dakikalık telefon görüşmeleri ve kalın camın ötesinden yapılan görüşmeler. Ayda bir kez çocuklarına sarılabileceği açık görüş onun tek mutluluğudur artık.
Avlu, sabah 8, akşam 6 arası çıkabildiği, 7 metrelik yamalı duvarlarla çevrili olan, her yanı betonlarla çevrili, gökyüzünü tel örgüler arasından ancak görebildiği, volta atmaya yarayan ve kendini en özgür hissedebildiği yerdir. Sayım ise sabah 8, akşam 8 gardiyanlar tarafından bir numara olarak görüldüğü an.
Günlerden pazartesi, kapalı görüş günüydü. En temiz giysilerini giymiş ve gardiyanların gelmesini bekliyordu. Sabah erkenden hazırlanmış kapı önünde elinde kimlik, eşine ve çocuklarına kavuşacaktı. Gerçi kapalı görüş acı veriyordu İsa Bey’e. Küçük bir pencereden, 10 mm kalınlığındaki camın arkasından bir telefon ahizesiyle konuşmaktan ibaretti kapalı görüş. Ve sevdiklerini görüp de onlara sarılamamak, onların kokusunu içine çekememek çok koyuyordu İsa Bey’e… Bütün duygularının kalın cama toslaması acısına acı katıyordu. Bir de çocuklarının sorduğu:
“Baba neden orada kalıyorsun?” “Eve gelmeyecek misin artık baba?” “Polis amcalar neden seni üzüyor?”
Gibi sorularına hiçbir cevap veremiyordu. Çünkü kendi de bilmiyordu bunları neden yaşadığını ve çocukları da kaldırılabilecek yaşı çoktan geçmişlerdi. Paslı demir kapının kilit sesini duydu. Ardından isimler okunmaya başlamıştı ve İsa Bey’inki de okunmuştu. Zeynep Hanım söz vermişti zaten, ne olursa olsun her görüşe gelmeye çalışacağım demişti. Koridorda ip gibi dizilmiş ayakkabı çırpma ritüelinden sonra üstünkörü bir arama yapılmıştı ve hemen sonra da tek sıra halinde görüşme odalarına gidilmişti, elbette gardiyanların eşliğinde.
İsa Bey bir pencere camı genişliğinde görüşme bölmesine geçmiş , eşinin ve çocuklarının gelmesini bekliyordu. Önce çocuklar koşarak geldi ve ilk yetişen telefon ahizesini kaptı. Mahmut 13 yaşındaki kardeşi Betül’e vermişti ahizeyi. Önce bakıştılar, gözler gene yaşardı. Babasızlığı iliklerine kadar yaşayan kızı Betül’le kimi zaman ağlamaktan konuşamıyorlardı bile baba kız. Okuldaki iğneleyici sorular karşısında iyice bunalmış, okula bile küsmüştü Betül. Annesinin zoruyla gidiyordu ve hayattan kopmuş bir şekilde psikolog desteği alıyordu: “Nasılsın kızım? Çok özledim seni.”
Betül’ün gözlerine yaşlar dolmuş konuşmaya çalışırken İsa Bey cama dokunup devam etti:
“Ağlamak yok kızım, dik dur bak annene örnek olmalısın. Az kaldı inşallah, polis amcalar yanlış yaptıklarını anlayacak ve bırakacaklar inşallah…’
“Baba 7 ay oldu ne zaman anlayacaklar? Seni çok özledik ne olur gel artık. Hem dediğin gibi televizyonu da daha az izliyorum artık. Kitap da okumaya başladım bir de derslerime çalışıyorum. Gerçekten bak anneme sor.”
“Aferin kızıma derslerini ihmal etme doktor olacaksın inşallah. Mektup yazmayı da unutma bu hafta mektubun gelmedi.”
Betül ağlamaya başlamış daha fazla tutamamıştı kendisini. Ahizeyi elinden alan annesi kocasına bakarak konuşmaya başladı:
“Nasılsın?” dedi Zeynep Hanım.
Kocasının nasıl olduğunu gayet iyi görüyordu ama soruyordu işte yine de. Yoksa kocasının durumunda olan birine bu soruyu çok gereksiz görüyordu Zeynep Hanım.
“İyiyim nasıl olayım aynı işte farklı bir durum yok. Siz de durumlar nasıl? Abim aradı mı?”
Zeynep Hanım gözlerini yere indirip acı bir iç çekti. Her görüşmede soruyordu eşi ama Zeynep Hanım eşini üzmemek istese de yalan da söylemek istemiyordu. Söylemeye çalışsa bile İsa Bey hemen anlıyordu durumu zaten. O yüzden susmakla yetiniyordu o da. Tüm akrabaları sırt dönmüş, yolda karşılaşsalar yollarını değiştiriyorlardı. Yalnızdılar. İsa Bey bu bakıştan ve iç çekişten anlamıştı durumu:
“Neyse boş ver, siz iyi olun da. İşler nasılmış toparlayabilmiş mi Suat?”
“Dün görüştüm. Geçende anlattığım gibi seni bahane eden müşteriler ödeme yapmıyormuş. Banka borçlarını kapatmaya çalışıyormuş bize bile para veremiyor ama problem değil merak etme birikimim yetiyor şimdilik çok şükür.”
İsa Bey gene dalmıştı. 17 senelik yoğun çalışma sonrası tüm birikimleri 7 ayda eriyip gitmişti. Hapse girmesiyle birlikte devlet dâhil herkes sırt dönmüş el birliğiyle her şeyini elinden alıyorlardı sanki. Bunları şimdilik unutmaya çalıştı:
“Sağlığın nasıl? Gittin mi doktora?” diye sordu eşine İsa Bey.
“Gittim sonuçlar iç açıcı değil.”
“Hayırdır ne çıktı?” diye sordu tekrar İsa Bey. Alacağı cevaptan endişeli eşinin konuşmasını bekledi,
“Tümör tekrar büyümeye başlamış. Allah büyük…
Tedaviye devam..”
İsa Bey’in artık dayanacak gücü kalmamıştı. Eşini her gördüğünde daha fazla üzülüyor ve sanki gözlerinin önünde erimesini izliyordu. Tüm üzüntüsünü ve gözyaşlarını içine gömüp, metanetli bir şekilde sahte bir tebessümle:
“Takma kafana, geçecek bu günler inşallah. Üzme kendini, dua et bol bol. Bak siz ne kadar iyi olursanız ben de o kadar iyi olurum.”
Geçecek bu günler cümlesi hapisteki mahpusların birbirlerine devamlı söyledikleri son cümle temennisiydi. Tüm cümlelerin tükendiği yerde, söylenebilecek bir şey kalmadığında “Geçecek bu günler Allah büyük.” diyerek susulurdu…
Gardiyanın ışıkları söndürmesiyle görüşmenin bittiğini anlamışlardı. Çocuklarının buruk bakışlarına ve eşinin çile dolu, ağlamaklı simasına son kez bakıp yalnızca el sallayabildi. Gardiyanlar herkesi tek sıra halinde dizip koğuşlarına götürdüler. Ve İsa Bey gene koparılıyordu sevdiklerinden…
Özgürlüğünden, çocuklarından ve eşinden ayrılalı 14 ay olmuştu. “Bir yanlışlık olmuştur sabah bırakırlar.” diye çıktığı evinden ayrı olarak geçirdiği 14 ay olmuştu. O gün diğerlerinden farklı olmayan sıradan bir gündü İsa Bey için. Soğuktu, yağmurluydu ve hüzün doluydu. Gardiyan paslı demir kapının mazgalını açmış, İsa Bey ve iki kişinin daha ismini okuyup müdür görüşü için hazır olmalarını söylemişti. İsa Bey şaşırdı. Müdür görüşü dilekçesi yazmamıştı. Bir yanlış anlaşılma olmuştur diye düşündü. Gene de koğuşun genel problemlerini dillendirmek düşüncesiyle giyindi. Enteresan olanı diğer iki koğuş arkadaşı da dilekçe yazmamıştı. Gardiyan geldi ve arama yapıp müdürün odasına götürdü. Normalde müdür görüşüne tek tek alınmasına rağmen bu sefer üçü beraber alınmıştı odaya. Farklı bir durum vardı bu görüşte. Müdür oturduğu yerden durgun bir yüz ifadesiyle:
“İsa hanginiz?” diye sordu.
İsa Bey şaşkın ve meraklı bir şekilde:
“Benim müdür bey.” diye cevap verdi.
Müdür bakışlarını İsa Bey’e çevirdi ve kaldı. Sanki zaman durmuş gibi her şey donup kalmıştı. Arkadaşları da şaşkındı. İsa Bey merakına yenik düşüp:
“Bir şey mi oldu müdür bey? Biri mi şikâyet etti beni?
Çağırmanızın sebebini öğrenebilir miyim?” diye sordu.
Müdür, her gün problemli adli mahkûmlarla uğraşmaktan duygusuzlaşmış ve mesleği gereği çok sert bir duruşu vardı. Tam aksi bir şekilde gözlerini yere indirdi ve acı dolu bir yüz ifadesiyle:
“Başın sağ olsun İsa. Eşin vefat etmiş.” deyiverdi tek nefeste müdür bey, İsa Bey’e.
Acıya acı ekleyerek geçirdiği günlere dünya kadar acı başından aşağı dökülüvermişti sanki. Ayakta duracak gücü de dizlerinde mecal de kalmamıştı. Tam düşecekti ki iki arkadaşı koluna girdi. Bütün hayatı, çocukları, eşiyle geçen 16 yılı film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu. İçinden büyük bir parçası koparılmış gibi yarım kalmıştı sanki duyduğu bu haberle.
Çocuklar yapayalnız ne yaparlar diye düşününce de acısı daha da arttı. Şimdiye kadar büyük bir sabırla tuttuğu gözyaşlarını artık tutamıyordu.
Hıçkırıklarla döndüğü koğuşunda, gözyaşları tükenmiş gözünden kan akarcasına ağlıyordu. Bulaşıcı bir hastalık gibi duyan arkadaşları da ağlama korosuna katılmış ve bütün koğuş ağlamaya başlamıştı. Baktığı, dokunduğu her yer ağlıyordu. Paslı demir kapı bile bu durum karşısında kayıtsız kalamamıştı. Adeta madde bile bu acı haber karşısında buna sebep olma hicabıyla ağlıyordu. Hava soğuktu, yağmurluydu, gökyüzünden tel örgüler arasından avluya gözyaşları yağıyordu. Koğuştaki 40 adam sessiz ve donmuş bir şekilde hareketsiz hepsi bir yere bakışlarını sabitlemiş sadece ağlıyorlardı. Babası yatalak, anası yaşlı ve tüm akrabaları sırt dönmüş bir vebalı gibi kaçıyorlardı. İki meleğine kim bakacak kim sahip çıkacaktı.
Ertesi gün, masrafların İsa Bey’den kesilmesi şartıyla cenazeye gitmesine müsaade edildi. Eşinin vasiyeti vardı. Öldüğünde kendi memleketine, köyüne defnedilmeyi istemişti. Köye ayrı bir düşkünlüğü vardı. Yazları çocuklarla her sene köye giderlerdi. Sabah 7 suları kahvaltı bile yapmamıştı ki gardiyan almaya geldi İsa Bey’i. Hoş, yiyecek ruh hali de yoktu zaten. Elleri kelepçelendi ve 12 jandarmayla birlikte yola çıkıldı. Tabuta bindirmişlerdi İsa Bey’i. Minibüsten dönme penceresiz ve rahatsız edici olan tahta, plastik karışımı oturulacak bir yer şeklinde tabutu andıran bir odacık için tabut ismi takılmıştı. Köyü uzaktı ve bu tabutla 1300 km yol gidecekti. Askerlerin yüksek sesli muhabbetleri, sık verilen molalar ve otururken bile rahatsız eden tabutun içinde uzun, oldukça uykusuz bir yolculuğun sonunda köyüne, babasının evine, ulaşmıştı.
Tabuttan çıkınca gördüğü manzara karşısında devletin ciddi ciddi kendisini en azılı bir terörist olarak gördüğünü anladı. Silivri’den beraber geldiği 12 jandarmaya sayamadığı kadar çok, belki 30 belki daha fazla jandarma orada eklenmiş; ellerinde uzun namlulu silahlar ve iki adet ağır silahlı kirpi hazır bekliyordu. Evin etrafı jandarmalardan adeta duvar örülmüş gibi sarmışlardı. Yaşlı annesiyle iki çocuğu karşıladı İsa Bey’i. Mahmut ve Betül hem annelerini kaybettikleri için hem de babalarını karşılarında kelepçeli bir şekilde o halde gördükleri için üzüntülerinden mahvolmuşlardı. İsa Bey’in annesi ise tutuklandığından beri oğlunu ilk defa görmenin verdiği hüzünle ağlıyordu. Çok zayıflamıştı İsa Bey. Annesi Hatice Hanım kızgın ve oldukça öfkeli bir sesle jandarmalara doğru:
“Yetmedi mi bu kadar acı ne istiyorsunuz bizden? Benim oğlum kötü bir şey yapmaz. Oğlumu ben size böyle vermemiştim. Ne yaptınız oğluma? Şu öksüzlere de mi acımıyorsunuz?” diye bağırdı. İsa Bey de elleri kelepçeli annesine sarılarak:
“Onların suçu değil anam. Onlar da maaşlı memur. Üzülme anacığım Allah büyüktür.” diyebildi sadece annesini sakinleştirebilmek için. Bu sahne karşısında jandarmalar da kayıtsız kalamamış, yaşaran gözlerini siliyorlardı. Komutanları olan asker İsa Bey’in yanına yaklaşıp:
“Başınız sağ olsun gerçekten çok üzgünüz. Ama bizi de mazur görün verilen emir böyle.” dedi üzüntülü bir sesle.
“Önemli değil komutanım, siz görevinizi yapın sebep olanları Allah görüyor.” diyebildi İsa Bey de.
Kimse gelmemişti ne akrabaları ne abisi ne köy ahalisi. İsa Bey’in gelmesiyle cenaze namazı kılındı ve mezarlığa gidildi. Mezarlığa 50 mt uzaklıktaki abisi bile korkudan gelememişti cenazeye…
Allah’ım ne ağır bir imtihandı diye düşündü İsa Bey. İsyan etmemek için sürekli imtihan olduğunu kendine hatırlatmaya çalışıyordu. Sağında oğlu, solunda kızı elleri kelepçeli bir şekilde 16 yıllık can dostunu toprağa vermişti. Yasinler okundu ve jandarmalar kaçırırcasına İsa Bey’i alıp 1300 kilometrelik dönüş yoluna çıktılar. Çocuklarına bile sarılamamıştı doğru düzgün İsa Bey, elindeki kelepçeler yüzünden.
Uzun, yorucu ve yine uykusuz bir yolculuğun ardından paslı demir parmaklıkların arkasına geri döndü. Fakat eskisi gibi değildi her şey. Artık üzüntüsü de endişesi de daha fazlaydı. Eşinin yasını tutan İsa Bey’e, tüm koğuş nazikçe taziyelerini sunmuştu ardından da Zeynep Hanım için hatimlere başlanmıştı. İsa Bey’in aklı, hem yetim hem de öksüz kalan çocuklarındaydı. Durmadan ağlıyordu, hıçkırıyordu. Nice uykusuz geceler geçirmişti İsa Bey bu şekilde. Yalnız ibadet ediyor ve yasını tutuyordu. Tabi kafasını ibadetle meşgul etmediği diğer tüm zamanlarda da çocuklarını düşünüyordu.
Hiçbir suçu yoktu. Sadece tanımadığı birinin itirafçı olup “İsa Bey’i tanıyorum.” demesi, onu sevdiklerinden uzaklaştırmaya yetmişti. İki mahkemesi olmuş, ikisinde de hâkime tanımadığı bir şahsı tanımadığına ikna etmeye çalışarak geçirmişti. Ve umutsuzca üçüncü mahkemesini bekliyordu…
Bir gün gene paslı demir kapının mazgalı açılmış ve gardiyan İsa Bey’e evrak getirmişti. İsa Bey okuduğu zaman beyninden vurulmuşa dönmüştü çünkü devlet, hiçbir akrabası bakmak istemediği için oğlu Mahmut’a ve kızı Betül’e el koyacaktı. Dava açılmış İsa Bey’e bildirilmişti. Eşinin vefatından sonra çocukları da ellerinden alınıyordu. Sanki devlet anlaşmış, tüm kurumlarıyla İsa Bey’in hayata dair tüm emarelerini daha fazla acı çeksin diye birer birer elinden alıyorlardı. Önce özgürlüğünü, peşinden işini gücünü, peşinden eşini ve en son da çocuklarını. En son kalan parasını da avukata vermiş ve “Çocuklarımı kurtar gerekirse ben yatarım.” demişti. Yalnızca kayınvalidesi sahip çıkmıştı çocuklara ama o da çok yaşlıydı. İsa Bey’in gözünde hâlâ sokakta oyun oynayan bir çocuk olsa da Mahmut evin reisiydi artık. Kardeşine sahip çıkıyor, görüşlere kardeşini alıp geliyordu. Annesinden kalan altınları bozdurmuş, hem babasına harçlık yatırıyor hem de kardeşiyle ilgileniyordu.
Günler geçti ve 31 Ekim mahkeme zamanı gelmişti. Elleri gene kelepçeli duruşma salonuna çıkarıldı. 3 hâkim ve savcı onu bekliyorlardı. Duruşma başladı ve asılsız suçlamalarla savcı aynı ezberleri tekrarladı. Hâkim, İsa Bey’e söz hakkı verince, İsa Bey başından geçenleri tek tek anlattı. Hem ağladı hem anlattı: Eşinin vefatını, çocuklarının hem yetim hem öksüz kaldıklarını, babasının yatalak annesinin de yaşlılığı yüzünden bakıma muhtaç olduğunu ve itirafçı denen bu şahsı hiç görmediğini hatta onun yaşadığı şehre bile hiç gitmediğini; zaten itirafçının söylemlerinin çelişkili olduğunu, isminin bile yanlış zikredildiğini ve itirafçının verdiği adresin kendi adresi olmadığını tek tek anlattı.
Hâkimlerden kadın olan üye dayanamamıştı. Üye hâkimlerin tahliye talebine rağmen başkan hâkim: “Eşinizin vefatı bir eceldir, herkesin başına gelebilir.” diyerek duygusuz ve ruhsuz bir tavırla tutukluluğunun devamına karar vermişti.
İşte o an anladı İsa Bey adaletin, hukukun içi boş bir kavram olduğunu ve insanlık denen meziyetin hâkim bile olsanız herkese nasip olamayacağını düşündü. Duruşmadan çıkarken onu kapıdan dinleyen jandarma bile hâkime oldukça sinirli bir şekilde bakıyordu.
Günün sonunda İsa Bey, bir umutla çıktığı koğuşa, bu sefer boynu bükük bir şekilde geri dönmüştü. Göz pınarları iflas noktasına geldiği için ağlayamıyordu bile artık, onun yerine 39 çift göz ağlıyordu koğuşta. Acılar peş peşe yapışıyor ve bırakmıyordu yakasını İsa Bey’in. Bu da yetmiyormuş gibi 6000 TL masraf faturası eline tutuşturulmuştu. Eşinin cenazesine gitme masrafı, jandarmaların yol harcı, yemekleri, benzin parası vs. Artık yürüyen bir ceset gibiydi, tükenmişti. Bütün enerjisini ibadetlerine ve bütün nefesini de ettiği dualarına harcıyordu.
Çok çaresizdi… Buna sebep olanları Allah’a havale etmiş, kalanlar için ise devamlı dua ediyordu. Günlerden perşembeydi. İsa Bey 17. ayını yaşıyordu tutukluluğunun. O hafta tahliyeler sayesinde 37 kişi kalmışlardı koğuşta. Öğleden sonra kalın paslı demir kapı açılmış ve iki yeni mahkûm gelmişti. Koğuşta 38 yatak vardı. Aşırı yoğunluktan dolayı 40 kişi veriyorlardı. Bu yüzden yeni gelen iki kişiden biri yataksızdı. Muhabbetle karşılandı yeni gelenler. Aç mısınız diye sorulduktan sonra çaylar konuldu önüne ve tanışma faslı başladı. Birinin adı Faruk’tu, üniversite öğrencisi son sınıftaydı. Okulunu bitirmeden gözaltına alınmış ve terörist ilan edilmişti. Diğerinin adı Yasin’di ve kayınpederinin yanında beyaz eşya satmakla meşguldü. İsa Bey adı Yasin olan kişiye kendi yatağını vermiş ve kendisinin yerde yatabileceğini söylemişti. Böyle başlamıştı arkadaşlıkları. Yasin çok konuşan bir tip değildi. İnsanlardan uzak duran, içine kapanık, gündüzleri sadece yemek ve namaz zamanı ortaya çıkan, geceleri ise uzun ağlamalı namazları dikkat çekiyordu.
Bir gün İsa Bey Yasin’i kenara çekip:
“Anlat be kardeşim. Her gün ağlayarak geçirdiğin gecelerine sebep olacak derdin nedir?” diye sordu.
Yasin anlatmak istemiyordu. Ama yatağını veren, eşyalarını paylaşan, yiyeceğini bazen yemeyip ona veren bu adama saygı duyuyor ve onu ayrı seviyordu. Anlatmaya karar verdi:
“İsa abi anlatacağım ama ne olur sonunda bana kötü gözle bakma inan başka seçeneğim kalmamıştı ailem çok zorlamıştı.”
“Problem değil kardeşim, biz de hata yaptık. Anlat ki yükün azalsın, dertleşelim istedim.”
“Eyvallah abi… 18 ay önce tutuklanmıştım ben. Eşim ve ailesi sağlam particidir. Aşırı baskı yaptılar bana ve tuttukları avukat da beni kandırdı. İtirafçı olup üç-beş isim verirsem beni bırakacaklarını söylediler. Eşim itirafçı olmazsam benden boşanacağını söyledi. O günlerde de bana fotoğraflar gösterdiler inan düzgün bakmadım bile. Rastgele üç kişi gösterip bunları tanıyorum dedim. İsimlerini sorduklarında da rastgele isim salladım. Beni bıraktılar ama mahkemem devam etti. Suçu kabul ettiğim için hüküm yedim yargıtay onayınca beni tekrar aldılar. Tekrar hapse düşmeme mi üzüleyim, yoksa benim yüzümden 17 aydır içerde yatan o üç kişiye mi üzüleyim?.. Her gece rüyamda görüyorum. Pişmanlıklarla uyanıyorum. Eşim boşadı beni zaten, geçinemedik ve önümüzdeki ay o üç kişinin mahkemesinde yüzleştirecekler beni. Nasıl bakacağım onların yüzüne? İnan çok pişman oldum ama zamanı geri alamam ki…”
İsa Bey Yasin’in pişman ve çaresiz haline üzülmüş onu teselli etmeye çalışıyordu. Ama 17 ay demesi üzerine o soruyu sorma ihtiyacı hissetti:
“Teşhiste hangi isimleri söyledin hatırlıyor musun hâlâ?”
“Evet abi nasıl unuturum… Orta okul arkadaşlarımdan üçünün ismini sallamıştım. Zeki Olgun, İsa Akyol ve Yaşar Şener deyivermiştim o an İsa Bey donup kalmıştı. Yatağını verdiği, eşyalarını ve yemeklerini paylaştığı, dertleştiği karşısında duran şahıs, 17 aydır içeride yatmasına, eşini kaybetmesine, çocuklarının kimsesiz kalmasına sebep olan itirafçıydı… Allah’ım bu nasıl bir imtihandır diye geçirdi içinden gene İsa Bey. İnsani fıtratından bir an boğası geldi ama inandığı değerler izin vermiyordu. İsa Bey’in bu hali Yasin’in dikkatini çekmişti ve:
“Ne oldu abi? Yanlış bir şey mi söyledim?” diye sordu dertleştiği abisine. İsa Bey ise kızgın ama kendini ve duygularını dizginlemiş bir halde:
“Evet, Yasin hem de öyle bir yanlış ki… 18 ay önce söylediğin yalan benim 17 ayımı, eşimi, çocuklarımı, her şeyimi elimden aldı. Ve hayat, bu iftiracıyı 17 ay sonra karşıma dikti, pişman olduğunu söylettirerek. Nasıl bir imtihandır ki bu, elimdeki her şeyin elimden alınmasına sebep olan şahsı bu kadar zaman sonra karşıma dikip pişmanlığını bana gösteriyor. Seni Allah affetsin kardeş…” demekle yetindi.
Hikâyeye devam edememiş, boğazıma bir şey tıkanmış ve kendimi ağlamamak için zor tutuyordum. Saat çok geç olmuş, buna rağmen iki arkadaşım pür dikkat beni dinliyorlardı.
“Arkadaşlar maalesef bu anlattığım hikâye senaryo değildi. İki yaşanmış hikâyenin, iki gerçek insanın hikâyesinin birleşmiş hali idi. Ve bizzat kendi ağızlarından dinlediğim hatta bir kısmına da bizzat şahit olduğum bir hikâye…”
İsa Bey benim koğuş arkadaşımdı ve hâlâ hapiste desem inanır mısınız? Bu kadar acılar yaşanırken hapiste olanlara, dışarıdaki insanların umursamazlığı acıtıyordu bizi.
NOT: BUGÜN 31 EKİM 2018. BU HİKÂYE İKİ KİŞİNİN GERÇEK HİKÂYESİDİR VE İSA BEY HÂLÂ SİLİVRİ’DE YATMAKTADIR…